BirGün Pazar
2 Kasım 2013
Geçen sene eski
bir öğrencim bana ulaştı. “Hocam bizim filmimiz çıktı. Haber vereyim dedim,”
dedi.
Bûka Baranê ile böyle tanıştım. Ve bir zamanlar öğrencim
olmuş genç bir adam hakkında aslında ne kadar az şey bildiğimi de böylece
anlamış oldum.
Kürtçe’de
Yağmurun Gelini (yani gökkuşağı) anlamına gelen Bûka Baranê, 1989 yılında
Hakkari’nin Yüksekova ilçesinin Befircan ya da Türkçe adıyla Karlı köyünde ilk okul
öğrencilerinin okul bahçesinde çektirdikleri bir fotoğraf ile başlıyor. Ardından, güleç
yüzleriyle gökkuşağının altında poz veren çocukların yanından ayrılıyor ve bu
olaydan 23 sene sonraya gidiyoruz. Bu çocuklardan biri, yine o fotoğraftaki bir
başkasının düğünü için köye dönüyor ve hikaye açılıyor.
Dilek Gökçin'in
yönettiği ve gökkuşağının altındaki çocuklardan biri olan gazeteci İrfan
Aktan'ın metin yazarlığını yaptığı Bûka
Baranê’yi izlerken, bu ülkede bazı çocukların zamanından önce büyümek
zorunda kaldığını bir daha anlıyoruz. 90’lı yılların başında Irak sınırındaki
bu köyde yaşayan ve daha küçücük birer çocukken savaşla, kayıplarla ve ölümle
tanışan bu genç insanların yanına götürüyor bu film bizi. Her gece çatışma
seslerini dinleyerek uyumaya çalışan, bilmedikleri bir dilde ders görüp sınava
giren bu çocukların hayatta (başka bir yerde akan uzak bir hayatta)
tutunabilmek için verdikleri mücadeleye şahit oluyoruz.
Filmden çıkınca,
çocukların gökkuşağının altındaki ışıl ışıl yüzlerine bir daha baktım. Herhangi
bir okul fotoğrafından farkı yoktu. Bütün ilk okul fotoğrafları gibi bu da
biraz hüzünlü ve biraz komikti. Yakalar kaymış, façalar bozulmuş, bir kız
çocuğu muhtemelen annesi öyle tembihlediği için hırkasını çıkarmamıştı. Kimi
öğrenciler futbol takımı gibi çömelmiş, kimileri arkada mahçup bir şekilde
durmuştu. Öğrencimin yüzünü onların arasında buldum. Küçük muzip bir çocuk. Seneler
sonra karşıma çıkan kendinden emin genç adamın ifadesini bu yüzde bulur gibi
olup sevindim. Ama ben onu bilememiştim işte. Nerelerden geldiğini, neler
yaşamış olabileceğini hiç kestirememiştim. Bunu düşünmek ağır geldi.
Filmden sonra bir
kez daha konuştuk. “Çok karanlık bir dönemdi,” dedi bana. “Ve umutsuzluk doluydu.
Siz bile bilmiyordunuz ki, hocam. Siz bile anlamazdınız ki!” Bunu duyunca
üzüntüm daha da arttı. Ama ikimiz de biliyorduk ki, haklıydı. Filmi
seyrettikten sonra bunu daha iyi anlamıştım. İnsanların her gün ölümle burun
buruna yaşadığı bir coğrafyada büyümemiştim ben. Çocukluğum bambaşka bir
iklimde geçmişti. Geri dönmeyi isteyebileceğim bir kaygısızlık ve haytalık
içinde hem de. Bir çocuğun yaşaması gerektiği gibi.
Bu hafta
gazetelere yansıyan bir haberle beraber içim burularak seyrettiğim bu filmi ve
gökkuşağının çocuklarını bir kez daha hatırladım: Hakkari'nin Şemdinli
ilçesinde, iki küçük çocuk arazide buldukları ve oyuncak zannettikleri bir el
bombasıyla oynamaya başlamışlardı. Bombanın patlaması sonucu sekiz dokuz
yaşındaki Tayfun Can yaralanmış, sekiz yaşındaki Behzat Özer ise hayatını
kaybetmişti. Habere eşlik eden fotoğrafın bir köşesinde Behzat’ın cansız
bedeninin sarıldığı bir battaniye duruyordu. Diğer tarafta ise acıdan büzülmüş
ve ne yapacağını bilemeyen bir adam vardı.
Cumhuriyet Bayramı
kutlamalarıyla ilgili haberlerin arasından çıkan bu fotoğrafa uzun uzun baktım.
Arkadan korna sesleri gürültüler geliyordu. Beşiktaş’taki Cumhuriyet Konseri
başlamış olmalıydı. Gün boyu sokakta hareket bitmemiş, hükümet yetkilileri ve
halk ayrı ayrı bayram kutlamış, galiba şimdi de fener alayı hazırlıkları
yapıyorlardı. Benim gözümün önünde ise artık başka bir geçit töreni vardı: Lice'de hayvanlarını otlatırken meydana gelen
patlamada hayatını kaybeden Ceylan Önkol ile Uludere’de öldürülen ve yaşları 12
ile 19 arasında değişen 20 çocuğun başını çektiği bir geçit töreniydi bu. Şimdi
aralarına Behzat Özer de katılmıştı. Bütün bu ölü çocuklar. Bu ülkenin
çocukları. Gökkuşağının çocukları.
Gidip filmin
afişindeki o fotoğrafı buldum. Bir daha bakmak istedim ona. Bazı çocukların bu
felaketin arasından sıyrılıp kendilerine bir gelecek kurabileceklerine dair
inancımı tazelemek için olsa gerek. Sonra oturup filmin tanıtım sayfasında “Bu
filmi niye çektik?” sorusunun altında yazanları bir kez daha okudum. Bir kısmını
sizinle de paylaşmak istiyorum:
“Resmi olarak ‘bu ülkenin geleceği’
kabul edilen çocuklar ne yazık ki bu ülkenin her yerinde benzer hayatlar
yaşamıyor. Biz Hakkari’nin (Colemêrg) Yüksekova (Gever) ilçesinin Karlı
(Befircan) köyünde büyüyen çocukları belgeledik. Nasıl bir baskıya maruz
kaldıklarını siz de izleyeceksiniz. Bu köyde yaşananlar istisna değil.
Bölgedeki yüzlerce köyde binlerce çocuk benzer koşullarda büyüdü. [...] Kulak verenler neler
yaşandığını duysun, ‘terörle mücadele’ adı altında sivil halkın nelere maruz
kaldığını anlasın ve bunlar asla bir daha yaşanmasın diye bu filmi çektik.”
Bûka
Baranê ekibi,
bu filmin Türkiye’de yaşayan halkların birbirini anlamasını kolaylaştırmasını
ve demokratik, eşitlikçi, adil bir toplumun oluşmasına katkıda bulunmasını
dileyerek sözlerini tamamlıyor.
Benim de Cumhuriyet’in bundan
sonraki yılları için dileğim budur: Bu topraklarda doğan bütün çocukların,
gökkuşağının altında kaygısız bir şekilde gülümseyebildiği bir ülkede yaşamak
istiyorum.
No comments:
Post a Comment