Thursday, July 10, 2014

Ananas

BirGün Pazar
8 Haziran 2014




Tecrübe garip şey. Benimki size görünmez. Sizinki de bana. Onun için ortak bir geçmişten gelsek de, kendi tecrübemizin içinde yapayalnız oturuyor olabiliriz.

Hatıralar ise galiba en fenası. Onları her seferinde yeniden yazma, süsleyip püsleme ihtimali var çünkü. Oysa hatırladığımız her ne ise, bazen sadece bir kurgudan ibaret. Başkalarınınki ile aynı olmayabilir. Hatta gerçekten bizim bile olmayabilir.

Çocukluğumun en çok iz bırakan anılarından biri, Orta 1’de sıra arkadaşımın yanından kaldırılıp sınıfın arkasında bir yere sürgüne yollanmamdı. Bu benim ilk reddediliş hikayemdi. Daha sonra başka hatıralarla karıştı, harmanlandı, tanınmaz hale geldi. Ama bana hissettirdiklerini hiç unutmadım. Her reddedilişimde saklandığı yerden çıkıp geldi ve battık bir tırnak gibi kendini hatırlattı.

O sene yeni sınıfımla tanışmıştım. Sıra arkadaşım canlı ve sevimli bir kızdı. Sınıftaki diğer kızlarla da arası iyiydi. Birlikte teneffüse çıkıyor, konuşup gülüşerek bahçede bir ileri bir geri yürüyorlardı. Bazılarında genç kızlara özgü tatlı bir ağırbaşlılık vardı. Benim üzerimdense çocukluğun buğusu henüz kalkmamıştı. Hala Milliyet Çocuk dergisini okuyor, hayvan ansiklopedisi için sakızdan çıkan resimleri biriktiriyor ve bir gün mutlaka uzaya gideceğim hayaliyle oyalanıyordum.

Okuldayken zamanımın büyük bir kısmını, Bermuda Şeytan Üçgeni adlı grubumuzla geçiriyordum. Adından da anlaşılacağı gibi bu grup, (biz ona afili olsun diye “çete” diyorduk), birtakım gizemli olayların sırrını çözmekle uğraşıyordu. Aslında bütün yaptığımız, bir araya gelip hararetli hararetli konuşmak ve portakallara şişler batırarak dünya üzerindeki “simetrik çekim noktaları”nı tespit etmeye çalışmaktı. Bunun kimin fikri olduğu aklımda değil. Ama gruptaki tek kız olarak şişleri getirmek bana düşmüştü, onu hatırlıyorum. Annemin örgü sepetinden çalmıştım. Bunun için de sıkı bir azar işitmiştim. Fakat değmişti doğrusu. Çetedeki itibarım aniden artmıştı.

Sonra bir gün annemi okula çağırdılar. “Hah,” dedim kendi kendime, “Yine şişler yüzünden fırça yiyeceğim!” Annem döndüğünde suratı asıktı. Ama korktuğum gibi bağırmadı bana. Sadece şöyle dedi: “Sınıf öğretmeninle konuştum. Artık aynı sırada oturmayacaksın.” “Neden?” dedim. Önce mırın kırın etti. Sonra anlattı. Sıra arkadaşımın annesi okula gelmiş ve artık kızının yanında oturmamı istemediğini söylemişti. “Neden?” diye üsteledim. “Çünkü hep erkeklerle arkadaşlık ediyormuşsun,” dedi annem. “Bermuda Şeytan Üçgeni mi?” dedim. “Ne üçgeniyse artık!” diye söylendi ve sırtını dönüp gitti. Tam olarak anlamamıştım. Ama daha fazla sormadım. Annemin üzerine gidebileceğim durumları bilirdim. Bu, onlardan biri değildi.

Ertesi gün okula gittiğimde, öğretmen beni yerimden kaldırıp arkaya gönderdi. Aslında her şey biraz garipti. Kötü bir şey yapmamıştım. Yine de açıkça cezalandırılıyordum. Arkadaşlarımın şaşkın bakışları altında eşyalarımı toplayıp kalktım. Yerime başka bir öğrenci oturdu. Demek insanın yeri bir başkası tarafından hemen doldurulabiliyordu. Ben de gidip arka sırada bana gösterilen yere geçtim. Yeni sıra arkadaşım bana yer açmak için kibarca kenara çekildi. Güler yüzlü tatlı bir kızdı. Onunla senelerce birlikte oturduk. Ama onu düşündüğümde hep bu anı hatırlarım. Eteğini toplayıp sıranın üzerinde hafifçe kayışını.

Her şey gibi, o sene de geçip gitti. Bermuda Şeytan Üçgeni grubu dağıldı. Kızlar büyüyüp genç kız oldu. Oğlanlar biraz ayak sürüdü ama sonunda onlar da büyüdü. Ben “çetecilik” faaliyetlerine son verdim. Bir gün bir şiir yazdım. Okul dergisinde basıldı. Ondan sonra oybirliğiyle romantik biri olduğuma karar verildi. Herkes gibi şarkı defteri tutmaya başladım. Hayvan ansiklopedisini ve Milliyet Çocuk dergilerini kardeşime hediye ettim. Uzaya gitmek istediğimi ise tamamen unuttum. Böylece çocukluğum sona erdi.

Geçenlerde lise arkadaşlarımla yeniden buluştum. Mezuniyetten tam otuz sene sonra. Güzel de oldu. Çocukluğumdan kalan insanları bir arada görmenin iyileştirici bir tarafı vardı. Eski sıra arkadaşım da onların arasındaydı. Kalabalıkta birkaç kez göz ucuyla selamlaştık. Onu her gördüğümde, geçmişten kalan bir tedirginlikle irkildim. Sizi istemeyen birine bakmak kolay değildir çünkü. Bu olay çok geride kalmış bile olsa. O artık öyle hissetmiyor bile olsa.

Ayrılmadan önce, bir ara telaşla el salladı. “Gitmeden sana söylemem gereken bir şey var,” diye seslendi uzaktan. Bunu duyunca heyecanlandım. Herhalde sonunda bu garip hikayeyi konuşacağız diye düşündüm.

Kalabalığın içinde yol açarak birbirimize ulaştık. Arkadaşım hoş ve alımlı bir kadın olmuştu. Hal hatır sorma faslından sonra, sıra asıl meseleye geldi. Koluma hafifçe dokunarak şöyle dedi: “Ne zaman ananas yesem, seni hatırlıyorum.” “Nasıl yani?” dedim. Bunun üzerine şu hikayeyi anlattı. Orta 1’de olduğumuz o sene, bir sabah okula gelmişim ve daha evvel hiç yemediğim bir meyveyi tattığımdan söz etmişim. Anlaşılan babam bir iş seyahati dönüşü Almanya’dan ananas getirmiş. Ben de ballandıra ballandıra anlatmışım. Yok efendim, çok harika bir tadı varmış da, başka hiçbir meyveye benzemiyormuş da falan filan. Bunun üzerine, arkadaşım annesine gidip rica etmiş. Biz de alsak, demiş. Ama bulamamışlar. O dönemde ananas öyle her yerde satılan bir şey değildi. Bizim eve de normal koşullarda sadece elma armut falan girerdi. Bütün orta halli aileler gibi biz de muzu bile ancak yılbaşında görürdük.

Bu hikayeyi dinlerken renkten renge girdim. Kimin aklına gelirdi ki? Birinin üzerinde ananas travması yaratabileceğim yani? Hele anneannemin talim ve terbiyesinden geçmişken! Evde ne yediğimizi başkalarına anlattığımı bilse, beni küçük parçalara ayırıp bahçedeki kumrulara yem yapardı muhtemelen. Utandım. Çok utandım. Ne diyeceğimi bilemediğim için saçma sapan bir şeyler geveledim. Sonra da yarım yamalak vedalaşıp ayrıldık.

İlk şoku atlattıktan sonra oturup düşündüm. Tecrübelerimizin bu kadar farklı olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Üzülenin sadece ben olduğumu sanıyordum. Anladım ki hayat herkesi bir şekilde yaralıyor. Hele çocukken. Daha kanatlarımız çıkmamış, derimiz kalınlaşmamışken.

“İçinizde anlatılmamış bir hikayeyi taşımak kadar büyük bir eziyet yoktur,” diyor Maya Angelou. Arkadaşım ananas hikayesini anlatıp kurtuldu. Şimdi daha iyi hissediyordur herhalde. Neden sonra fark ettim ki, ben kendiminkini anlatmamışım. Benim ananasım hala duruyor. Halbuki bunca sene taşıdım onu. Küçük bir el bombası gibi. 

Belki de artık vazgeçmenin zamanı gelmiştir. Onun için, yavaşça yere bırakıp uzaklaşıyorum şimdi. Hemen burada. İzniniz olursa eğer...

1 comment:

Merve Safa Likoğlu said...

Kayinvalidem ile tam da böyle bir şey yaşadık. O anlatmadı, ben anlamadım. Birkaç yıl böyle geçti. Sonra gorumceciğim anlattı. Biz tavır değiştirdik, geldi geçti, çok şükür.
Pek sevdim bu blogu. Ayşenin Kozası tavsiye etti. daha sık yazın lütfen