8 Haziran 2014
Tecrübe garip
şey. Benimki size görünmez. Sizinki de bana. Onun için ortak bir geçmişten
gelsek de, kendi tecrübemizin içinde yapayalnız oturuyor olabiliriz.
Hatıralar ise
galiba en fenası. Onları her seferinde yeniden yazma, süsleyip püsleme ihtimali
var çünkü. Oysa hatırladığımız her ne ise, bazen sadece bir kurgudan ibaret. Başkalarınınki
ile aynı olmayabilir. Hatta gerçekten bizim bile olmayabilir.
Çocukluğumun en çok
iz bırakan anılarından biri, Orta 1’de sıra arkadaşımın yanından kaldırılıp
sınıfın arkasında bir yere sürgüne yollanmamdı. Bu benim ilk reddediliş
hikayemdi. Daha sonra başka hatıralarla karıştı, harmanlandı, tanınmaz hale
geldi. Ama bana hissettirdiklerini hiç unutmadım. Her reddedilişimde saklandığı
yerden çıkıp geldi ve battık bir tırnak gibi kendini hatırlattı.
O sene yeni sınıfımla
tanışmıştım. Sıra arkadaşım canlı ve sevimli bir kızdı. Sınıftaki diğer
kızlarla da arası iyiydi. Birlikte teneffüse çıkıyor, konuşup gülüşerek bahçede
bir ileri bir geri yürüyorlardı. Bazılarında genç kızlara özgü tatlı bir
ağırbaşlılık vardı. Benim üzerimdense çocukluğun buğusu henüz kalkmamıştı. Hala
Milliyet Çocuk dergisini okuyor, hayvan ansiklopedisi için sakızdan çıkan
resimleri biriktiriyor ve bir gün mutlaka uzaya gideceğim hayaliyle
oyalanıyordum.
Okuldayken zamanımın
büyük bir kısmını, Bermuda Şeytan Üçgeni adlı grubumuzla geçiriyordum. Adından
da anlaşılacağı gibi bu grup, (biz ona afili olsun diye “çete” diyorduk), birtakım
gizemli olayların sırrını çözmekle uğraşıyordu. Aslında bütün yaptığımız, bir araya
gelip hararetli hararetli konuşmak ve portakallara şişler batırarak dünya
üzerindeki “simetrik çekim noktaları”nı tespit etmeye çalışmaktı. Bunun kimin
fikri olduğu aklımda değil. Ama gruptaki tek kız olarak şişleri getirmek bana
düşmüştü, onu hatırlıyorum. Annemin örgü sepetinden çalmıştım. Bunun için de sıkı
bir azar işitmiştim. Fakat değmişti doğrusu. Çetedeki itibarım aniden artmıştı.
Sonra bir gün
annemi okula çağırdılar. “Hah,” dedim kendi kendime, “Yine şişler yüzünden
fırça yiyeceğim!” Annem döndüğünde suratı asıktı. Ama korktuğum gibi bağırmadı
bana. Sadece şöyle dedi: “Sınıf öğretmeninle konuştum. Artık aynı sırada
oturmayacaksın.” “Neden?” dedim. Önce mırın kırın etti. Sonra anlattı. Sıra
arkadaşımın annesi okula gelmiş ve artık kızının yanında oturmamı istemediğini
söylemişti. “Neden?” diye üsteledim. “Çünkü hep erkeklerle arkadaşlık ediyormuşsun,”
dedi annem. “Bermuda Şeytan Üçgeni mi?” dedim. “Ne üçgeniyse artık!” diye
söylendi ve sırtını dönüp gitti. Tam olarak anlamamıştım. Ama daha fazla
sormadım. Annemin üzerine gidebileceğim durumları bilirdim. Bu, onlardan biri
değildi.
Ertesi gün okula
gittiğimde, öğretmen beni yerimden kaldırıp arkaya gönderdi. Aslında her şey
biraz garipti. Kötü bir şey yapmamıştım. Yine de açıkça cezalandırılıyordum.
Arkadaşlarımın şaşkın bakışları altında eşyalarımı toplayıp kalktım. Yerime
başka bir öğrenci oturdu. Demek insanın yeri bir başkası tarafından hemen doldurulabiliyordu.
Ben de gidip arka sırada bana gösterilen yere geçtim. Yeni sıra arkadaşım bana
yer açmak için kibarca kenara çekildi. Güler yüzlü tatlı bir kızdı. Onunla senelerce
birlikte oturduk. Ama onu düşündüğümde hep bu anı hatırlarım. Eteğini toplayıp
sıranın üzerinde hafifçe kayışını.
Her şey gibi, o
sene de geçip gitti. Bermuda Şeytan Üçgeni grubu dağıldı. Kızlar büyüyüp genç
kız oldu. Oğlanlar biraz ayak sürüdü ama sonunda onlar da büyüdü. Ben “çetecilik”
faaliyetlerine son verdim. Bir gün bir şiir yazdım. Okul dergisinde basıldı. Ondan
sonra oybirliğiyle romantik biri olduğuma karar verildi. Herkes gibi şarkı defteri
tutmaya başladım. Hayvan ansiklopedisini ve Milliyet Çocuk dergilerini
kardeşime hediye ettim. Uzaya gitmek istediğimi ise tamamen unuttum. Böylece
çocukluğum sona erdi.
Geçenlerde lise
arkadaşlarımla yeniden buluştum. Mezuniyetten tam otuz sene sonra. Güzel de
oldu. Çocukluğumdan kalan insanları bir arada görmenin iyileştirici bir tarafı
vardı. Eski sıra arkadaşım da onların arasındaydı. Kalabalıkta birkaç kez göz ucuyla
selamlaştık. Onu her gördüğümde, geçmişten kalan bir tedirginlikle irkildim.
Sizi istemeyen birine bakmak kolay değildir çünkü. Bu olay çok geride kalmış
bile olsa. O artık öyle hissetmiyor bile olsa.
Ayrılmadan önce,
bir ara telaşla el salladı. “Gitmeden sana söylemem gereken bir şey var,” diye
seslendi uzaktan. Bunu duyunca heyecanlandım. Herhalde sonunda bu garip
hikayeyi konuşacağız diye düşündüm.
Kalabalığın
içinde yol açarak birbirimize ulaştık. Arkadaşım hoş ve alımlı bir kadın
olmuştu. Hal hatır sorma faslından sonra, sıra asıl meseleye geldi. Koluma
hafifçe dokunarak şöyle dedi: “Ne zaman ananas yesem, seni hatırlıyorum.” “Nasıl
yani?” dedim. Bunun üzerine şu hikayeyi anlattı. Orta 1’de olduğumuz o sene,
bir sabah okula gelmişim ve daha evvel hiç yemediğim bir meyveyi tattığımdan
söz etmişim. Anlaşılan babam bir iş seyahati dönüşü Almanya’dan ananas
getirmiş. Ben de ballandıra ballandıra anlatmışım. Yok efendim, çok harika bir
tadı varmış da, başka hiçbir meyveye benzemiyormuş da falan filan. Bunun
üzerine, arkadaşım annesine gidip rica etmiş. Biz de alsak, demiş. Ama
bulamamışlar. O dönemde ananas öyle her yerde satılan bir şey değildi. Bizim
eve de normal koşullarda sadece elma armut falan girerdi. Bütün orta halli
aileler gibi biz de muzu bile ancak yılbaşında görürdük.
Bu hikayeyi
dinlerken renkten renge girdim. Kimin aklına gelirdi ki? Birinin üzerinde ananas
travması yaratabileceğim yani? Hele anneannemin talim ve terbiyesinden geçmişken!
Evde ne yediğimizi başkalarına anlattığımı bilse, beni küçük parçalara ayırıp
bahçedeki kumrulara yem yapardı muhtemelen. Utandım. Çok utandım. Ne diyeceğimi
bilemediğim için saçma sapan bir şeyler geveledim. Sonra da yarım yamalak
vedalaşıp ayrıldık.
İlk şoku
atlattıktan sonra oturup düşündüm. Tecrübelerimizin bu kadar farklı olabileceği
hiç aklıma gelmemişti. Üzülenin sadece ben olduğumu sanıyordum. Anladım ki
hayat herkesi bir şekilde yaralıyor. Hele çocukken. Daha kanatlarımız çıkmamış,
derimiz kalınlaşmamışken.
“İçinizde
anlatılmamış bir hikayeyi taşımak kadar büyük bir eziyet yoktur,” diyor Maya
Angelou. Arkadaşım ananas hikayesini anlatıp kurtuldu. Şimdi daha iyi
hissediyordur herhalde. Neden sonra fark ettim ki, ben kendiminkini
anlatmamışım. Benim ananasım hala duruyor. Halbuki bunca sene taşıdım onu. Küçük
bir el bombası gibi.
Belki de artık vazgeçmenin
zamanı gelmiştir. Onun için, yavaşça yere bırakıp uzaklaşıyorum şimdi. Hemen
burada. İzniniz olursa eğer...
1 comment:
Kayinvalidem ile tam da böyle bir şey yaşadık. O anlatmadı, ben anlamadım. Birkaç yıl böyle geçti. Sonra gorumceciğim anlattı. Biz tavır değiştirdik, geldi geçti, çok şükür.
Pek sevdim bu blogu. Ayşenin Kozası tavsiye etti. daha sık yazın lütfen
Post a Comment