BirGün Pazar
7 Aralık 2014
Eskiden yaşadığım
evlerden birinde bayağı kötü bir banyo vardı. Sağı solu akar kokar, nemli küflü
berbat bir yer. Ama evin geri kalanı iyiydi, onun için fazla dert etmemeye
karar vermiştim. Zaten zavallı bir öğrenci eviydi ve daha iyisini beklemek şımarıklık
sayılırdı.
O kötü banyoyu
adam etmek için çok uğraştım. Kırık fayansları yapıştırdım. Aydınlığa bakan
pencereyi su geçirmez bir boya ile boyadım. Hatta içerideki havayı değiştirsin
diye bir köşeye renkli bir resim bile astım. Fakat yaptığım en doğru iş,
tepedeki floresanı yok saymaktı. Onun yerine aynanın üzerine küçük bir lamba
koymuştum. Sarı sıcak bir ışık yayıyordu etrafa. O ışık sayesinde renkler
değişmiş, banyo korkunç bir yer olmaktan çıkmıştı. Oraya koşar adım girip
çıkmama ve diş fırçalarken bildiğim bütün duaları okumama gerek yoktu artık.
O lamba birkaç
sene beni idare etti. Sonra bir gün bozuldu. Ne yaptıysam tamir edemedim. Bunun
üzerine teslim olup tavandaki floresanı açtım. İşte o zaman çok garip bir şey
oldu. Birden her şey değişti. Bildiğim, alışkın olduğum, her gün girip çıktığım
mekan gitmiş, yerine başka bir yer gelmişti. Ama asıl rahatsız edici olan, bu
banyonun bir yandan da eskisini andırıyor olmasıydı. Eşyalar her zamanki
yerlerindeydiler ama artık eskisi gibi tanıdık görünmüyorlardı. Soğuk, katı ve
sağırdılar. Bardağın içinde duran diş fırçasına, tutacağından kaymış havluya,
gazeteliğin içindeki dergilere bakarken duyduğum ürküntüyü hala hatırlıyorum.
Bu eşyalarla aramda bir bağ bulamıyordum. Sanki her şey bir benzeri ile
değiştirilmiş, dünya tamamen yabancı ve düşman bir yer haline gelmişti.
Buna benzer bir
duyguya bir de annem öldüğünde kapıldım. Dünya yine aynıydı. Yani herhalde
başkaları için öyleydi. Ama bana hafifçe yerinden oynamış gibi görünüyordu. Hiçbir
şey benimle bir daha eskisi gibi konuşmayacak gibiydi. Koltuklar bedenime yer
açmayacak, kılık kıyafet üzerime uymayacak, diş fırçası bir daha hiç elime
oturmayacaktı. Diğer bütün ışıklar sönmüş, dünya floresanlı banyo olmuştu.
O zamanlar sık
sık aklıma gelen bir sahne vardı. “Suç ve Ceza”da Svidrigaylov’un öteki dünyayı
anlatırken kullandığı benzetmeydi bu. Dostoyevski’nin bu garip karakteri, romanın
başkişisi Raskolnikov’un hezeyanlar içinde olduğunun farkındadır. Bir
görüşmelerinde, insanın bu dünya ile ilişkisi bozulursa öteki dünya ile bağının
kuvvetleneceğini söyler ona. Svidrigailov’a göre, bu dünya ile bağlarımız ne
kadar zayıflarsa öteki dünyaya yakınlığımız da o ölçüde artar. İki dünya
arasındaki sınır sanıldığı kadar keskin değildir. Ruhumuzun çektiği acılarla
beraber cehennem bu dünyaya sızmaya başlar. İşte o zaman kendimizi küçük karanlık
bir odanın küf kokan duvarlarının arasında buluveririz.
“Öteki dünyayı
aklımızın eremeyeceği, çok çok büyük bir şey olarak düşünürüz. Peki ama niçin
özellikle çok büyük? Bir de şöyle düşünün bakalım: Küçük bir odadır orası, köy
evlerindeki banyolara benzeyen bir yer, her yanı isten kapkara, her köşesinde
örümcekler... Alın size öteki dünya işte!”
Sevilen birinin
kaybının insanın dünya ile bağını zedelediği doğrudur. Ben de annemin ölümünün
ardından, kendi örümcekli banyomun yakınlarda bir yerde olduğunu hissettim.
Dönüp dolaşıyor ve oturacak bir yer bulamıyordum. Sonsuza dek bu küçücük ve
havasız yerde ayakta kalacağımı düşündüm.
Gerçek şu ki, karanlık
oda uzun zaman benimle kaldı. Fakat hayatla bağım kuvvetlendikçe bu korkunç
sahnenin anısı gitgide soldu ve belli belirsiz bir rüya gibi bir süre sonra
hatırlanmaz oldu.
Bu hafta, TBMM'de
düzenlenen basın toplantısında oğlunun vurulma anını gösteren videoyu izlerken
baygınlık geçiren Gülsüm Elvan’ı ekranda görünce, karanlık odanın varlığını
yeniden hissettim. İnsan bütün acılara kendi yarasından bağlanıyor. Ben de bu korkunç
tecrübeyi hayal etmeyi denedim. Olmadı. Benim hayal bile edemeyeceğim kadar büyük
bir acıyı bu küçücük kadın nasıl taşıyordu? Bir zamanlar beni teselli edenler,
her şeyin bir sırası var demişlerdi. Doğru olan buydu. Evlatlar analarını
gömmeliydi. Ya tersi olsaydı? Buna kim dayanabilirdi? Peki ya, Gülsüm Elvan
nasıl dayanıyordu? Nasıl dayanmıştı?
Sonra birden Gülsüm
Elvan’ın yüzünde o karanlığın izlerini gördüm. Anladım ki, o da kendi örümcekli
banyosunun içinde kapalı kalmıştır. Oğlunu kaybettiğinden beri, floresan
lambasının ölü ışığının altında göz kırpan o yabancı dünyaya bakıp durmaktadır.
Onu bu karanlığın içinden çekip çıkaracak şeyin gelmesini bekleyerek ağlamakta,
ağlamakta, ağlamaktadır.
Gülsüm ve Sami
Elvan, bu dünyayla yeniden bir bağ kurabilmek için, Berkin’i vuran polislerin
mahkemeye çıktığını görmek istiyorlar. Yeniden biraz umut duyabilmek için, bu
ülkede hala adaletin var olduğuna inanmak istiyorlar.
Hepimiz biliyoruz
ki, adalet sağlansa bile Berkin geri gelmeyecek. Ne Berkin ne de diğer
çocuklar. Hiçbiri aramıza dönmeyecek. Ama adaletin yerini bulması gerekiyor. Bu
davanın önünün açılması ve sonuçlanması gerekiyor.
Ancak o zaman,
Gülsüm Elvan kısılıp kaldığı o karanlık odadan çıkabilecek.
1 comment:
Güzel ve dokunaklı yazı.
Berkin'in katili daha hala tespit edilmedi bile. İçimde kötü bir his, büyük ihtimalle hiç bir zaman tespit edilmeyecek, diyor.
Ha, tespit edilip, sonra büyük ihtimalle hiç ceza almama ihtimali de var tabi.
Post a Comment