Friday, December 26, 2014

Banyo




BirGün Pazar
7 Aralık 2014

Eskiden yaşadığım evlerden birinde bayağı kötü bir banyo vardı. Sağı solu akar kokar, nemli küflü berbat bir yer. Ama evin geri kalanı iyiydi, onun için fazla dert etmemeye karar vermiştim. Zaten zavallı bir öğrenci eviydi ve daha iyisini beklemek şımarıklık sayılırdı.

O kötü banyoyu adam etmek için çok uğraştım. Kırık fayansları yapıştırdım. Aydınlığa bakan pencereyi su geçirmez bir boya ile boyadım. Hatta içerideki havayı değiştirsin diye bir köşeye renkli bir resim bile astım. Fakat yaptığım en doğru iş, tepedeki floresanı yok saymaktı. Onun yerine aynanın üzerine küçük bir lamba koymuştum. Sarı sıcak bir ışık yayıyordu etrafa. O ışık sayesinde renkler değişmiş, banyo korkunç bir yer olmaktan çıkmıştı. Oraya koşar adım girip çıkmama ve diş fırçalarken bildiğim bütün duaları okumama gerek yoktu artık.  

O lamba birkaç sene beni idare etti. Sonra bir gün bozuldu. Ne yaptıysam tamir edemedim. Bunun üzerine teslim olup tavandaki floresanı açtım. İşte o zaman çok garip bir şey oldu. Birden her şey değişti. Bildiğim, alışkın olduğum, her gün girip çıktığım mekan gitmiş, yerine başka bir yer gelmişti. Ama asıl rahatsız edici olan, bu banyonun bir yandan da eskisini andırıyor olmasıydı. Eşyalar her zamanki yerlerindeydiler ama artık eskisi gibi tanıdık görünmüyorlardı. Soğuk, katı ve sağırdılar. Bardağın içinde duran diş fırçasına, tutacağından kaymış havluya, gazeteliğin içindeki dergilere bakarken duyduğum ürküntüyü hala hatırlıyorum. Bu eşyalarla aramda bir bağ bulamıyordum. Sanki her şey bir benzeri ile değiştirilmiş, dünya tamamen yabancı ve düşman bir yer haline gelmişti.

Buna benzer bir duyguya bir de annem öldüğünde kapıldım. Dünya yine aynıydı. Yani herhalde başkaları için öyleydi. Ama bana hafifçe yerinden oynamış gibi görünüyordu. Hiçbir şey benimle bir daha eskisi gibi konuşmayacak gibiydi. Koltuklar bedenime yer açmayacak, kılık kıyafet üzerime uymayacak, diş fırçası bir daha hiç elime oturmayacaktı. Diğer bütün ışıklar sönmüş, dünya floresanlı banyo olmuştu.

O zamanlar sık sık aklıma gelen bir sahne vardı. “Suç ve Ceza”da Svidrigaylov’un öteki dünyayı anlatırken kullandığı benzetmeydi bu. Dostoyevski’nin bu garip karakteri, romanın başkişisi Raskolnikov’un hezeyanlar içinde olduğunun farkındadır. Bir görüşmelerinde, insanın bu dünya ile ilişkisi bozulursa öteki dünya ile bağının kuvvetleneceğini söyler ona. Svidrigailov’a göre, bu dünya ile bağlarımız ne kadar zayıflarsa öteki dünyaya yakınlığımız da o ölçüde artar. İki dünya arasındaki sınır sanıldığı kadar keskin değildir. Ruhumuzun çektiği acılarla beraber cehennem bu dünyaya sızmaya başlar. İşte o zaman kendimizi küçük karanlık bir odanın küf kokan duvarlarının arasında buluveririz.

“Öteki dünyayı aklımızın eremeyeceği, çok çok büyük bir şey olarak düşünürüz. Peki ama niçin özellikle çok büyük? Bir de şöyle düşünün bakalım: Küçük bir odadır orası, köy evlerindeki banyolara benzeyen bir yer, her yanı isten kapkara, her köşesinde örümcekler... Alın size öteki dünya işte!”

Sevilen birinin kaybının insanın dünya ile bağını zedelediği doğrudur. Ben de annemin ölümünün ardından, kendi örümcekli banyomun yakınlarda bir yerde olduğunu hissettim. Dönüp dolaşıyor ve oturacak bir yer bulamıyordum. Sonsuza dek bu küçücük ve havasız yerde ayakta kalacağımı düşündüm.

Gerçek şu ki, karanlık oda uzun zaman benimle kaldı. Fakat hayatla bağım kuvvetlendikçe bu korkunç sahnenin anısı gitgide soldu ve belli belirsiz bir rüya gibi bir süre sonra hatırlanmaz oldu.

Bu hafta, TBMM'de düzenlenen basın toplantısında oğlunun vurulma anını gösteren videoyu izlerken baygınlık geçiren Gülsüm Elvan’ı ekranda görünce, karanlık odanın varlığını yeniden hissettim. İnsan bütün acılara kendi yarasından bağlanıyor. Ben de bu korkunç tecrübeyi hayal etmeyi denedim. Olmadı. Benim hayal bile edemeyeceğim kadar büyük bir acıyı bu küçücük kadın nasıl taşıyordu? Bir zamanlar beni teselli edenler, her şeyin bir sırası var demişlerdi. Doğru olan buydu. Evlatlar analarını gömmeliydi. Ya tersi olsaydı? Buna kim dayanabilirdi? Peki ya, Gülsüm Elvan nasıl dayanıyordu? Nasıl dayanmıştı?

Sonra birden Gülsüm Elvan’ın yüzünde o karanlığın izlerini gördüm. Anladım ki, o da kendi örümcekli banyosunun içinde kapalı kalmıştır. Oğlunu kaybettiğinden beri, floresan lambasının ölü ışığının altında göz kırpan o yabancı dünyaya bakıp durmaktadır. Onu bu karanlığın içinden çekip çıkaracak şeyin gelmesini bekleyerek ağlamakta, ağlamakta, ağlamaktadır.

Gülsüm ve Sami Elvan, bu dünyayla yeniden bir bağ kurabilmek için, Berkin’i vuran polislerin mahkemeye çıktığını görmek istiyorlar. Yeniden biraz umut duyabilmek için, bu ülkede hala adaletin var olduğuna inanmak istiyorlar.

Hepimiz biliyoruz ki, adalet sağlansa bile Berkin geri gelmeyecek. Ne Berkin ne de diğer çocuklar. Hiçbiri aramıza dönmeyecek. Ama adaletin yerini bulması gerekiyor. Bu davanın önünün açılması ve sonuçlanması gerekiyor.

Ancak o zaman, Gülsüm Elvan kısılıp kaldığı o karanlık odadan çıkabilecek.


1 comment:

Anonymous said...


Güzel ve dokunaklı yazı.

Berkin'in katili daha hala tespit edilmedi bile. İçimde kötü bir his, büyük ihtimalle hiç bir zaman tespit edilmeyecek, diyor.

Ha, tespit edilip, sonra büyük ihtimalle hiç ceza almama ihtimali de var tabi.