06 Aralık 2010
Göründüğüm kadar cesur biri değilim. Kimseyi kandırmanın alemi yok. Aslında korkağın biriyim ben. En çok da yazmaktan korkuyorum. Hep korktum. Yeni değil bu.
Yazma korkum ilkokul birinci sınıfta, yani yazmayı öğrendiğim sene başladı. İş defteri diye bir şey vardı o zamanlar. Sınıfta yazılan şeyler günlük defterde toplanır, sonra eve gidildiğinde iş defterine temize çekilirdi. Bazılarınınki çok düzgün olurdu: önce beyaz kağıtla sonra yıpranmasın diye ikinci bir kat naylonla kaplanmış, inci gibi bir yazıyla donatılmış ve çiçekli kenar süsleriyle bezenmiş pırıl pırıl iş defterleri gördüğümü hatırlıyorum. Benimki ise düpedüz berbattı. Yazım zaten bir felaketti, kargacık burgacık bir şeyler çiziktirip duruyordum. Ayrıca satırları bir türlü tutturamıyordum: harfler hep aşağıya doğru yuvarlanıyor, sayfanın bir köşesinden çıkıp gidecekmiş gibi duruyorlardı. Defterimin kabı sıyrılmış, yaprakları kollarımı sürtüp durduğum için kararıp kıvrılmıştı. Mandal takardık o kıvrılan yerler düzelsin diye. (Bir kere kıvrılan şeyin bir daha asla eskisi gibi olamayacağını da o defter sayesinde öğrendim ya, şimdi oraya hiç girmeyelim.)
İşte bu defter benim kabusumdu. Uğraşır dururdum bütün gece bir şeye benzesin diye. Ama bir türlü olmazdı. Öğretmen sıraların arasında dolaşıp iş defterlerini kontrol ederken başımı önüme eğer, mandallardan kurtulur kurtulmaz yeniden kıvrılıveren yaprakları göz ucuyla seyrederek hayıflanırdım.
Okulla beraber hayatım değişmişti. Kalemlere asılmaktan hissizleşen parmaklar, dolmak bilmeyen sayfalar ve birbiri üzerine yığılan ödevlerden oluşan bir dünyam vardı artık. İş defteri bunların hepsiydi sanki. Onu düşman bellemiştim. Ta ki kaybedene kadar.
Bir gün kılçık bir oğlan çocuğu defterimi elimden kaptığı gibi kaçırdı. Uzunca bir süre kovalamaca oynadık. Buraya kadar her şey normaldi. Fakat ben tam da ‘eh, artık geri verir herhalde’ diye düşünürken, garip bir şey oldu. Onu nasıl kızdırdıysam (çocukken de çenemi pek tutamazdım), bir türlü hıncını alamadı ve boynunda asılı duran delikli silgiyi çıkarıp yazdığım her şeyi birer birer sildi. Hem de gözümün içine baka baka. Donup kaldım. O kadar şaşırdım ki, hiç bir şey yapamadım. Bunun olabileceğini hiç düşünmemiştim.
Nice uykusuz geceye mal olmuş bütün o yazılar çiziler birer birer uçup gitti. Bir türlü ezberleyemediğim sonbahar şiiri, kimbilir kaç kere yazdığım “Oya yattı uykuya, haydi sen de yat Kaya” fişi, zor bela yaptığım soru işaretleri, hepsi yok oldu. Bir tek şey kaldı geriye: harflerden kalan soluk izlerin üzerinde pırıl pırıl parlayan kocaman kırmızı bir ‘Pekiyi!’ Nasıl olduysa bir ara bir aferin almıştım. O da tükenmezle yazıldığı için bu felaketten sağ çıkmıştı. Şimdi boş sayfada kötü bir şaka gibi duruyordu.
Yazdıklarımın kalıcı olmadığını farketmek yeterince kötüydü zaten. Yine de esas meselem bu değildi. Diğer sayfaların yeniden yazılabileceğini hissediyordum. Ama ya üzerinde ‘Pekiyi!’ yazan o boş sayfayı nasıl dolduracaktım? Onu hak edecek kadar iyi ne yazabilirdim ki? Bunu düşündükçe, hastalanacak gibi oluyordum.
İşte o kırmızı ‘Pekiyi!’ benim lanetimdir. Korkulardan bir korku seç deseniz, hiç düşünmeden onu seçerim. Tepemde bir kılıç gibi sallanır durur. Bana her ‘yazabilirsin’ dendiğinde kafamı kaldırıp ona bakar ve ürperirim.
Şimdi de öyle yapıyorum.
Korkağın biriyim ben. Daha önce de söyledim ya.
No comments:
Post a Comment