Wednesday, May 25, 2011

Yazmamak

6 Nisan 2010



İyi yazmak bazan yazmamaktır. Kısa hikayeciler bunu gayet iyi bilir. Hemingway bunun kitabını yazar. Faulkner buna şiir katar, Camus ise felsefe.

Ruslar bunu pek tercih etmezler. Onlar başladıkları zaman duramazlar bir türlü. Herkes bilir ki, Rus romanı kalın kitaplardan mürekkeptir. Sözcüğün her iki anlamında da böyledir bu. ‘Savaş ve Barış’ bitmek bilmez. ‘Karamasov Kardeşler’ yan hikayelerle genişler durur. ‘Ve Durgun Akardı Don’ ismini hak etmek istermiş gibi sayfalarca yavaş yavaş akar gider. Gogol’ün kısa öyküsü ‘Palto’ bile öykü olmanın sınırlarını zorlar ve içten içe bir roman olmaya çalışır.

Rus romancılarının derdi, bir sahneyi ya da bir duyguyu en kısa ve çarpıcı şekliyle nasıl ifade edebilecekleri değildir. Dar mekanlarda yazmanın ne olduğunu bilmezler. Sonsuz zamanları varmış gibi davranır ve metnin içinde canlarının istediği gibi at koştururlar. Bunun da kendince erdemleri vardır. Dostoyevski, ‘Suç ve Ceza’nın yarısını Raskolnikov’un hezeyanlarını anlatarak geçirir. Ona kızamayız. Çünkü haklıdır. Tolstoy, ‘Anna Karenina’da Petersburg sosyetesinin zaaflarını ortaya dökmek için üst sınıftan kadın ve erkekleri şık salonlarda biraraya getirip onları saatlerce saçmasapan şeyler üzerine konuşturur. Onun da geçerli nedenleri vardır. Bunu yapmasa, Anna’nın ne tür bir ikiyüzlülüğün içinde sıkıştığını anlayamayız.

Fakat aslında bütün iyi yazarlar gibi onlar da, yazmanın kimi zaman yazmamak olduğunu bilirler. En dokunaklı sahnelerde yaptıkları tam da budur.

Mesela Tolstoy, ‘Anna Karenina’da uzun süre aşkına cevap alamayan Levin’in sonunda muradına ereceğini anladığı gece Kiti ile yeniden buluşmayı bekleyişini anlatır. Levin için sabah olmak bilmez. Onun dünyayı yeni bir ışık altında gördüğünü biliriz. Saatlerce sokaklarda dolaşır durur. Her şeye ilk kez görüyormuş gibi bakar. Tanıdık olduğunu düşündüğü bütün detaylar ona mucizevi olasılıklar taşıyormuş gibi görünür. Bütün bunlar iyidir. Ama Tolstoy’un yazarlığının doruğuna çıktığı an, Levin’i kahvaltı etmeye çalışırken gösterdiği sahnedir. Kısacık ama diğerlerinden daha kuvvetli bir sahne: “Levin ağzına bir parça ekmek attı. Ağzı ekmekle ne yapacağını bilemedi. Lokmayı çıkarıp tabağın kenarına koydu.”

Levin’in ne kadar aşık olduğunu ancak o zaman anlarız. Bütün o şiirsel tasvirler uçar gider, bu bölümden aklımızda bir tek bu sahne kalır. Çünkü sadeliği ve gerçekliği ile bizi sarsmıştır. Çünkü Tolstoy bu sahneyi olabildiğince basit tutmuş, yani “yazmamayı” tercih etmiştir.

İşte bu, Tolstoy’un kısa bir süre için Hemingway olduğu andır.

Buna şaşırmayız. Çünkü büyük yazarlar, yalnızca geçmişin mirasını taşımaz, geleceğin olasılıklarını da içlerinde barındırırlar.

No comments: