Sunday, March 28, 2010
Dur biraz, çok güzelsin!
BirGün
28 Mart 2010
Alman edebiyatının belki de en çok alıntılanan dizesi, ‘Faust’tandır: Verweile doch, du bist so schön! (Dur biraz, çok güzelsin!)
Goethe’nin meşhur oyununda, Faust şeytanla bir anlaşma yapar. Ona ruhunu satacak, Mefisto da bunun karşılığı olarak bu hırslı bilimadamının bütün isteklerini birer birer yerine getirecektir. Buraya kadar, korkunç da olsa adil bir anlaşma gibi görünür bu. Ama şeytanın bir koşulu daha vardır. Faust, herhangi bir tecrübe için yukarıdaki cümleyi söyler ve yaşamının bir anında demir atıp kalmak isterse, orada hayata veda edecektir.
Mefisto bu maddeyle, hem Faust’la hem de Tanrı’yla mücadeleye girer. Bir taraftan, Faust’un dünyaya duyduğu açlığı ona karşı kullanırken, bir yandan da özgürlük kadar değerli bir şeyi melekler dururken insanların eline bırakan Tanrı’ya hata yaptığını göstermek ister. İnsan zaaftan ibarettir. Özgürlüğü taşıyamaz. Mefisto’ya göre Faust, kendisine sunulan dünyevi zevklere kanacak ve doymayacaktır.
Oyun boyunca, Faust’un ağzından bu lafın dökülmesini bekleriz. Fakat o, hayatının sonuna kadar bir tecrübeden bir diğerine koşar. Başka insanları kendi arzularına oyuncak eder ve bundan kendini alamaz. Margaret’e tutulduğunu sandığı anda bile aklındaki tek şey onu ele geçirmek, ona sahip olmaktır.
Beklediğimizi bize ancak oyunun sonunda verecektir Faust. Ölmeden önce, zaaflarına göğüs gerebilecek kadar güçlü bir insanlık düşler. Öyle bir insanlık ki, ölüm anına kadar cesaretle ayakta kalacak, sonluluğunun bilincine rağmen tanrısal olanı kendinde bulacaktır. Ancak böyle bir dünyaya, ‘Dur biraz, çok güzelsin!’ diyebileceğini hayal eder. Ve bunu hayal ettiği anda da ölür.
Bu cümle Goethe’nin dahiyane buluşudur. Yalnızca Faust’u değil, hepimizi anlatmak için kullanır onu. Modern insan tatminsizdir. İleriye, daha ileriye, hep daha ileriye gitmek ister. İçinde bulunduğu anın farkında değildir. Mutlu olsa bile, bunun ayırdına varamaz. Çünkü daha ilerideki bir zamana, daha büyük bir hazza, daha ağız sulandırıcı bir lokmaya dikmiştir gözünü. Modernlik, büyük bir açgözlülüktür. Dev bir mide, kösnül bir ağız, kocaman bir Ego’dur. Her gün yarına ötelendiği için, ‘şimdi’ çoktan kaybedilmiştir. Elimizde kalan sadece ne olduğu belirsiz bir gelecek vaadidir.
‘Şimdi’nin kaybedilmesi, Goethe’nin çok iyi anladığı gibi, mutluluğun kaybedilmesi demektir. Mutluluğun yerini haz doldurur. Hazla mutluluğu karıştıran insan, hep daha fazlasını ister ve Faust gibi doyurulamaz bir açlık içinde bir deneyimden bir başkasına savrulur. Oysa hazla beslenen hep aç kalır. Çünkü haz, her zaman kendinden daha büyük bir boşluk bırakır geride.
Mutluluk ise ‘Dur biraz, çok güzelsin!’ dediğimiz andadır. Ama Mefisto’nun umduğu gibi değil. Hazla dolduğumuz andaki gibi değil. Çünkü o anın hep bir ertesi vardır. Mutluluk ertesi olmayan bir andır. Sonsuz bir ‘şimdi’dir o. Hep içinde kalmak istediğimiz zamandır.
O zaman, ‘Dur biraz, çok güzelsin!’ belki de basit bir şeydir. Mesela, bir kış gecesi soğuk bir mutfakta yapılan sıcak bir sohbettir. Ayaklar alta toplanır, eller çay bardaklarında ısıtılır. Bazan konuşulur, bazan uzun uzun susulur. Çaydanlık fokurdar, pencereler buğulanır. Gece uzayıp gider. Ertesi olmasın istediğimiz an budur belki. Sessizliklerle bölünen o sohbetin yarattığı dostlukta sonsuza kadar kalmak isteriz. İki insanın yakınlığında tanrısal bir şey vardır çünkü. ‘Ben’in sınırlarının zorlandığı, insanın kendi derisinden çıkıp ötekinin bedenine girmeye en çok yaklaştığı andır bu.
Ama bir düştür elbette. Zaman orada durmayacak, kimse başkasını tümüyle anlamayacak, hayat yine aynı telaş içinde devam edecektir. Yine de, konuşurken o düş gerçek olur. Yalnızca bir an için.
İşte o anda durmak isteriz.
Faust gibi bu düşe ‘evet’ deyip bencilliğimizden sıyrılmak ve ruhumuzu şeytanın elinden çekip almak isteriz.
Sunday, March 21, 2010
Gökyüzü
BirGün
21 Mart 2010
‘Savaş ve Barış’ın en güzel sahnelerinden biri, Prens Andrey’in savaş meydanında yaralanıp yere devrildiği andır. “Ne oldu bana? Yoksa düşüyor muyum? Bacaklarım tutmuyor!” diye geçirir aklından ve aldığı yaranın darbesiyle sırtüstü düşüverir. Ama aklı Napolyon’un ordusuna karşı savaşan askerlerinde kalır. Çarpışmanın nasıl devam ettiğini, korumak için onca uğraştıkları havan topunun Fransızların eline geçip geçmediğini öğrenmek için gözlerini açar ama düşüp kaldığı yerde üzerindeki uçsuz bucaksız gökyüzünden başka hiç bir şey göremez. Savaşın kargaşasının içinde, kül rengi bulutların ağır ağır kayarak ilerlediği bu dingin gökyüzüyle karşılaşmak afallatır onu: “ ‘Ne kadar sessiz! Ne kadar dingin! Ne kadar yüce!’ diye düşündü Prens Andrey. ‘Hiç de koştuğum sırada olduğu gibi değil!’ dedi kendi kendine. ‘Hiç de koştuğumuz, bağırdığımız ve çarpıştığımız zamanki gibi değil; öfkeli ve korkulu yüzlerle topun tomarını çekiştiren o Fransızla o topçunun yaptıkları gibi değil… Bu yüksek, bu uçsuz bucaksız gökyüzünden bulutlar hiç de böyle geçmiyor. Ama nasıl oluyor da, bu yüksek gökyüzünü daha önce görmedim? Sonunda var olduğunu öğrendiğim için de ne kadar mutluyum. Evet, her şey boş! Her şey yalan! Bu uçsuz bucaksız gökten başka her şey. Ondan başka hiçbir şey yok, hiçbir şey. Hatta belki o da yok, hiçbir şey yok, sessizlikten ve dinginlikten başka hiç bir şey… Tanrı’ya şükürler olsun!’ ”
Geçenlerde gündelik koşuşturmamın içinde kısacık bir an da olsa oturup nefes alacak kadar vaktim oldu. Dersten sonra azcık dinleneyim dedim. Ceketimi çimlere serdim, üzerine kuruldum. Yanımda kitabım vardı ama canım bir şey okumak istemedi. Bir süre etrafa bakarak zaman geçirdim. Meydan benim gibi güneşten faydalanmak isteyenlerle doluydu. Herkes çayını kahvesini almış çimenlerin üzerine yayılmıştı. Bir süre oyalandıktan sonra sırtüstü uzanıp ellerimi başımın altında birleştirdim. Hava böyle yatmak için biraz serindi aslında. Ama aldırmadım. Tepemde bulutsuz masmavi bir gökyüzü vardı. Ellerimden birini başımın altından kurtardım, onu gözüme siper edip bir kez daha baktım.
Bu tekdüze mavilikten tuhaf bir güç yayılıyordu. O kadar azametli o kadar yoğundu ki, bir süre sonra dışarıdan gelen sesleri duymaz oldum. İçimde sürekli bir o yana bir bu yana sallanan ve bana yapmam gereken işleri hatırlatan sarkaç da nasıl olduysa durdu. Zamansız bir anda buldum kendimi. Sanki bütün dünya altımdan yok olmuş, havada asılı kalmış gibiydim. Bunu hiç yadırgamadım. Tam tersine kendimi tamamen bu hisse bıraktım. Gözlerimi kapattım ve mavi gökyüzünün ben ona baksam da bakmasam da hep orada olacağını düşündüm. Bunda insanı garip bir şekilde rahatlatan bir şey vardı. Bir devamlılık hissi. Ben burada olmasam bile, başka şeylerin devam edeceğini bilmekten gelen bir genişlik duygusu.
Gözlerimi yeniden açtığımda, yanımda okulun köpeklerinden biri burnunu sırt çantama sokmuş aranıyordu. İstediği şeyi bulamayınca hayalkırıklığıyla içini çekti. Ama kafasını çantamdan çıkarmadı. Ona yiyecek bir şeyler vermezsem, kitabımı yiyecekmiş gibi duruyordu. ‘Anna Karenina’yı, her ne kadar saygıdeğer biri gibi görünse de, bir köpeğe yâr edemezdim. Kalkıp kantine gittim ve bir sandviç aldım. Yarısını sarkık cılız sakalları ve uzun suratıyla yaşlı bir Çinliye benzeyen bu köpeğe verdim. Öteki yarısını da ben yedim.
Sandviçimi kemirirken, kim bilir ne zamandır kafamı kaldırıp gökyüzüne bakmamış olduğumu düşündüm. Oysa bir zamanlar bunun neredeyse mesaisini yapardım. Günlük telaşımın içinde baharın geldiğini bile farketmemiştim. Etrafıma bu sefer alıcı gözle baktım. Ortalık yemyeşildi. Çimlerin arasında böcekler dolaşıyor, topraktan hoş bir sıcaklık yayılıyordu. ‘Ne güzel bi gün be!’ dedim kendi kendime. Ve bunu der demez içim minnetle doluverdi.
Kendimi e.e.cummings’in bir şiirini söylerken buldum. Onu da öğrenciliğimden beri hiç düşünmemiştim.
teşekkür ederim Sana Tanrım bu en bi şaşırtıcı
gün için: ağaçların sıçrayan yemyeşil cıvıltıları
için
ve gökyüzünün apaçık gerçek düşü için; her bi
şey için. *
* Çeviri Tuğrul Asi Balkar’a aittir. ‘Hişt,’ e.e.cummings. Duvar Yayınları, 1984.
Sunday, March 14, 2010
KADİM LİSAN
BirGün/ 03:17 14 Mart 2010
Ursula LeGuin daha çok bilim-kurgu romanları ve fantastik öyküler yazan biri olarak bilinir. Ama benim için o her şeyden önce iyi bir yazardır. Ne yazdığı pek de önemli değildir. Alışveriş listesi bile yazsa aynı keyifle okuyabilirim. Çünkü muhtemelen o listeye bile edebiyatın efsunundan bir şeyler katacaktır.
LeGuin düpedüz bir büyücüdür aslında. En inanılmayacak şeyleri gerçek kılma becerisi vardır onda. Yerdeniz serisinde anlattığı tılsımlar, büyüler ve ejderhalarla dolu hikayeler, benim diyen gerçekçi romancının uyandıramayacağı kadar gerçeklik duygusu bırakır insanda. Çünkü LeGuin’in her zaman bir derdi vardır. Ve bütün iyi yazarların yaptığı gibi, hep o derde geri döner. Uzak gezegenlerde ya da sisli denizlerin üzerindeki ıssız adalarda geçen hikayeleri kurgularken, aslında buradaki varlığımıza dair kafa yorar: doğumu, büyümeyi, aşkı, ölümü ve bunlarla yüzleşmeye çalışan bireylerin iç yolculuğunu anlatır. Bunları aktarmak için bulduğu yol ise, kendisinin de dediği gibi, ‘iç benliğin dilinden,’ yani sembollerden, rüyalardan ve alabildiğine özgür bırakılmış bir hayalgücünden geçer.
Yerdeniz Üçlemesi (sonradan kitapların sayısı artmıştır gerçi), gitgide karmaşıklaşan bir örgü içinde, daha önce kimsenin ayak basmadığı bir dünyanın kapılarını okuyucuya açar. Güçlü bir büyücü olma yolundaki Ged’le beraber biz de önce karanlık taraflarımızdan kaçar, sonra kendi gölgemizle yüz yüze geliriz. Ya da Tenar’la birlikte kadınlık denen karanlık labirentte adım adım ilerler, cinselliğimizle karşılaşır ve kendimizi keşfederiz. Son kitap ‘En Uzak Sahil’de ise, ölüm fikriyle boğuşarak kendi sonluluğumuzla yüzleşiriz.
Yerdeniz’in bende ayrı bir yeri vardır. Bu seri boyunca, insanı hayranlıktan hayranlığa götürecek buluşlar yapar LeGuin. Ama bence bugüne kadarki en müthiş icadı, birine verebileceğiniz en büyük hediyenin ona kadim lisandaki isminizi söylemek olduğunu iddia etmiş olmasıdır. Kadim lisandaki adınız, sizin gerçek isminizdir ve başkalarından gizlemek istediğiniz her ne varsa hepsini temsil eder. Onu söyleyeceğiniz insana çok güveniyor olmanız gerekir. Çünkü, bu ismi söylediğinizde karşınızdakine üzerinizde güç kullanma hakkını vermiş olursunuz. Gerçek isminizi bilen bir büyücü size kolaylıkla hükmedebilir.
Yerdeniz Üçlemesi’nin ikinci kitabında, Tenar’a gerçek ismini hatırlatan ve bir kadın olarak kendisini keşfetmesini sağlayan Ged’in ta kendisidir. Onu karanlıktan ışığa doğru götürmüş, daha önce çıkmadığı bir yolculuğa sevketmiştir. Yoğun metaforlarla örülü olsa da, farkederiz ki, Tenar’ın öyküsü aslında bütün kadınların hikayesidir. Tenar gerçek ismini bulduğunda, mezarların isimsiz rahibelerinden biri olmaktan vazgeçer ve kendisi olmaya cesaret eder. Bu ismi Ged’e söylediği zaman da, en değerli şeyini başka birinin eline bırakmayı, yani birine bağlanmayı göze alır.
LeGuin’in bu zarif benzetmesini hiç unutmadım. Yalnızca güzel olduğu için değil, doğru olduğu için de bırakmadım onu. Aşk tam da böyle bir şeydir çünkü. Karşıdakine en zayıf yerlerinizi açmayacaksanız, yaralarınızı göstermeyecekseniz aşık olmuş sayılmazsınız. Bu riski almadan kendinizi ötekine açamazsınız. Birine gerçek isminizi söylemek, ‘işte bak benim en büyük korkularım bunlar, ben aslında buyum,’ demektir. Aşık olduğunuzda, başka birinin artık sizin üzerinizde güç sahibi olduğunu kabul etmiş olursunuz. Onun size zarar verebileceğini bilir ama bunu yapmayacağını umarsınız.
Bir başkasına kadim lisandaki ismimizi söylemek, birinin önünde bütün kusurlarımızı, korkularımızı, zaaflarımızı birer birer göstermek, yani çırılçıplak soyunmak anlamına gelir.
Bundan daha korkutucu bir şey daha yoktur hayatta. Ama özlenen de odur aslında. Hepimiz, kadim lisandaki adımızı kulağına fısıldayabileceğimiz ve kendisi de bizimle kendi gerçek ismini korkmadan paylaşacak o insanı ararız.
İşte bu aşkın teslimiyet olarak portresidir. Güzel bir icattır. Beni hep etkilemiştir.
Etiketler:
Kadim Lisan,
Ursula K. LeGuin,
Yerdeniz
Monday, March 08, 2010
Pippi'nin Çorabı
BirGün/ 8 Mart 2010
Kadınsanız hep haddinizi bildirirler. Çocukluktan başlar bu. Neyi giyip neyi giymeyeceğiniz, hangi oyunları oynayıp hangilerini oynayamayacağınız, neleri söyleyip söyleyemeyeceğiniz hep hatırlatılır size. Sürekli bir talim terbiyeye tabi tutulursunuz. Yavaş yavaş ruhunuz örselenir, renginiz solar, ışığınız söner. Bir kız çocuğuysanız eğer, büyümek sürekli bir geri çekilme hali, sonu gelmeyen bir yenilgidir. Herkes size, kabul edilebilir olmak istiyorsanız, kendinizden vazgeçmeniz gerektiğini söyler durur.
Küçükken, ideal bir kız çocuğu olmadığım bana sık sık hatırlatıldı. Üzerimden çıkarmadığım portakal rengi şortum, yara bere içindeki dizlerim ve ‘kabul edilmez’ davranışlarımla, rugan pabuçlu dantel çoraplı sessiz kızlar dünyasından oldukça uzağa düşüyordum. Kabul edilmez davranışlarım arasında, mahallenin bütün çocuklarını etrafıma toplayıp ‘Bebek nasıl yapılır?’ konulu bir konferans vermiş olmam da vardı. Bunun üzerine bir kısım anneler toplanıp bizim evi basmışlar ve bizimkilere hesap sormayı bir vatandaşlık görevi saymışlardı. Daha yedi yaşındayken, ‘mahallenin namusu’na leke sürmeyi başardığım için kendimle hala övünürüm. Ama asıl mesele bu değildi sanırım. Esas konu, bizim evde esen eşitlikçi hava nedeniyle, diğer kızlar kadar ayar almamış olmamdı.
Ama her zaman bunu yapacak birileri çıkar. Ben büyüdükçe, eş dost akraba komşu kim varsa, birer birer bana haddimi bildirmeye başladılar. Kızlar yüksek sesle konuşmaz, bacaklarını açarak oturmaz, oğlanlarla ağız dalaşına girmez, tükürme yarışı yapmaz ve ıslık çalmazdı. Her şey sorun olmaya başlamış, rahatım iyice kaçmıştı. Ellerimi nereye koyacağımı bilemediğim için cebime sokuyordum, bilmemne amca bu böyle olmaz diyordu. Büyük adımlarla yürüyordum, bilmemne teyze kızlar böyle at gibi koşmaz diyordu. Ve tamamen kadınlardan oluşan bir koro, sürekli ‘Dik dur, dik dur’ diye tempo tutarak şarkı söylüyordu. İyice kafam karışmıştı. Büyümek istediğimden bile pek emin değildim artık.
İşte tam bu sırada, Pippi imdadıma yetişti.
‘Pippi Uzunçorap’ benim için hala en feminist kitaptır. Pippi, yani kendisinin söylemekten hoşlandığı haliyle Pippilotta Viktualia Storperde Testinanesi, kimselere benzemeyen dokuz yaşında bir kızdır. Kasabanın sonundaki villada tekbaşına yaşar. Ama yalnız değildir. Evini atı ve maymunuyla paylaşır. Başınabuyruk ve maceracıdır. Çok da hazırcevaptır üstelik. ‘Seni bir Çocuk Evi’ne yerleştirmek gerek,’ diyen işgüzar Bayan Prysselius’a aynen şöyle cevap verir: ‘Ben bir çocuğum. Burası da benim evim. Eh, burada büyükler de olmadığına göre, bir Çocuk Evi’nde yaşadığım söylenebilir.’
Yetişkinlerin koyduğu kurallarla acımasızca dalga geçer Pippi. Düpedüz anarşisttir. Geleneksel cinsiyet rollerini de ters yüz eder aslında. Çok kuvvetlidir mesela. Tam ‘on polis gücünde’dir hatta. Atını hop diye kaldırıp sokaktan verandaya taşıyabilir. Başkalarının ne düşündüğüne hiç mi hiç aldırmaz. Kimsenin beğenmediği çillerini güneşlendirmek için pikniğe gider arada bir. Adaletsizliğe ise asla dayanamaz. Kendisinden çok daha büyük bir erkek çocuğa hiç korkmadan kafa tutar ve tuttuğu gibi bir ağacın dalına asıverir onu. Üstelik müthiş eğlencelidir. Kendine özgü diliyle yeni sözcükler yaratır ve onları kullanarak akılalmaz hikayeler anlatır.
‘Pippi Uzunçorap,’ bütün dünya ‘yapamazsın’ derken, sınırsızca hayal kurabileceğimi ve istediğim her şeyi olabileceğimi söyledi bana. Bunun için ona hep minnet duydum. Kitabın sonunda sanki bana sesleniyor gibi gelmişti: ‘Ben büyüyünce korsan olacağım. Ya sen?’
Bu soruyu ciddiye almaktan hiç vazgeçmedim.
Bu konuda yalnız olmadığımı biliyorum. Astrid Lindgren’in 1940larda hasta yatağındaki kızını eğlendirmek için yarattığı Pippi Uzunçorap artık 60 yaşını geçti. Kimbilir kaç neslin çocukları Pippi ile büyüdüler. Sıkıcı ve dargörüşlü amcalarla teyzeler tarafından ‘düzeltilmekten’ içleri daraldığında, odalarına koşup bu kitaba sarıldılar. Ve büyüdüklerinde bağımsız kadınlar oldular.
Bunun içindir ki, Danimarkalı feminist yazar Susanne Broger, ‘Hepimiz Pippi’nin çorabından çıktık,’ der. Haklıdır da.
8 Mart Kadınlar Günü kutlu olsun!
Etiketler:
8 Mart,
astrid lindgren,
Kadınlar Günü,
pippi uzunçorap
Sunday, March 07, 2010
Masumiyet üzerine yeniden...
BirGün/ 14:48 07 Mart 2010
Yunanlı şair Yannis Ritsos’un ‘Dikkatli Ariostos’u, düz yazı şeklinde yazılmış bir şiir kitabı mıdır, aynı kahramanı konu alan kısa öyküler toplamı mı, yoksa episodik bir roman mı, karar vermesi zordur. Ama hangisi olursa olsun, unutulacak kitap değildir.
‘Dikkatli Ariostos’ şimdiye kadar duyduğum en güzel benzetmelerle doludur. Bunlardan biri hiç aklımdan çıkmaz: “Akşam, nöbetçi eczanenin tahta sırasında oturan ve delinmiş ayakkabılarını gizlemek için ayaklarını sıranın altında tutan siyah giysili bir kız gibi çekingen ve sessiz.” Benim için, o küçük kız ve onun siyah elbisesinin içindeki tereddütü sanki bütün kitabı etkisi altına almıştır. Yalnızca kitabı mı? Ne zaman akşam inerken bir bankta otursam, Ritsos beni ele geçirir, kendimi yoksul bir kız çocuğunun hüznünde bulurum.
Bir süredir internette dolaşan bir video var. Küçük bir kız çocuğu, öğretmeninin kendisini destekleyen nidaları eşliğinde, bir sınıf dolusu ilkokul öğrencisini karşısına almış bas bas bağırıyor. ‘Öğretmenim beni fakir olduğum için başkan yapmadı,’ diyor. ‘Bakın benim ayakkabılarım delik, ayaklarım yine ıslak,’ diyor. ‘Benim babam inşaattan düştü, neredeyse ölüyordu,’ diyor. Söylediklerinin hepsi doğru. Anlattıkları bizi acıtıyor.
Peki ya söyleyiş biçimi? İşte burası irkiltiyor insanı. Televizyon programlarından tanıdığımız bir çığırtkanlıkla konuşuyor bu küçük kız. ‘Reality show’lardan edinildiği belli olan bir hırçınlıkla hesap soruyor, duygu sömürüsü yapıyor, rakiplerine karşı puan toplamaya çalışıyor. Televizyon da bunun farkında olsa gerek ki, aynı çocuk bir süre sonra bir eğlence programına çıkıyor ve gösterisine ekranda devam ediyor. Kısa bir süre için ünlü olduğunun, zamanını iyi kullanması gerektiğinin tamamen farkında. Televizyon adabını biliyor, pek bir sıkıntısı yok. Kendisine sorulanları bilmiş bilmiş yanıtlıyor, yine sağa sola çatıyor ve sonunda bir de mesaj vererek müsameresini tamamlıyor.
Bu görüntülerin takdirle ya da en azından gülümseyerek izlendiğini biliyorum. Bense, yetişkin dili ve tavrıyla konuşan çocuklar karşısında her zaman hissettiğim gibi, bunu seyrederken de dehşete kapılıyorum. Sınıf başkanı olmak isteyen bu küçük kızın sahne performansını düpedüz korkutucu buluyorum.
Demiyorum ki, bütün yoksul çocuklar Ritsos’un bahsettiği o hüznü taşısın. Biliyorum, yoksulluk kimsenin uzun süre çocuk olarak kalmasına izin vermez. Fakirler çabuk büyür. Ve elbet isyan ederler bir gün. Delik pabuçlarını daha fazla saklamak istemezler. Asıl istedikleri onları pabuçları delik olmayanların kafasına fırlatmaktır. Haksız da değillerdir bunda. Gıcır gıcır ayakkabıların, pahalı çizmelerin, su geçirmez botların yarattığı şiddeti en iyi onlar bilirler çünkü.
Fakat bu küçük kızın öfkesi, bir gösteri haline getirildiği andan itibaren o isyanın ifadesi olmaktan uzaklaşıyor, eğlencelik bir şey olarak karşımıza çıkıyor. Her şey gibi o da paketlenip kucağımıza bırakılıyor. Bu açıdan, çocukların neredeyse müstehcen bir şekilde sunulduğu o ses yarışması programından hiç farkı yok bunun. Oradaki çocuklar kırıtıp kanto yaparken, bu kız da kendi yoksunluklarının üzerinden başkalarının ilgisini istiyor.
Başka şeyler neyse de, küçük kızların bu şekilde pazara çıkarıldığı bir dünyada yaşamak bana ağır geliyor.
Belki de işleri düzeltmeye öncelikle çocukların masumiyeti korumaya çalışarak başlamalıyız.
Yunanlı şair Yannis Ritsos’un ‘Dikkatli Ariostos’u, düz yazı şeklinde yazılmış bir şiir kitabı mıdır, aynı kahramanı konu alan kısa öyküler toplamı mı, yoksa episodik bir roman mı, karar vermesi zordur. Ama hangisi olursa olsun, unutulacak kitap değildir.
‘Dikkatli Ariostos’ şimdiye kadar duyduğum en güzel benzetmelerle doludur. Bunlardan biri hiç aklımdan çıkmaz: “Akşam, nöbetçi eczanenin tahta sırasında oturan ve delinmiş ayakkabılarını gizlemek için ayaklarını sıranın altında tutan siyah giysili bir kız gibi çekingen ve sessiz.” Benim için, o küçük kız ve onun siyah elbisesinin içindeki tereddütü sanki bütün kitabı etkisi altına almıştır. Yalnızca kitabı mı? Ne zaman akşam inerken bir bankta otursam, Ritsos beni ele geçirir, kendimi yoksul bir kız çocuğunun hüznünde bulurum.
Bir süredir internette dolaşan bir video var. Küçük bir kız çocuğu, öğretmeninin kendisini destekleyen nidaları eşliğinde, bir sınıf dolusu ilkokul öğrencisini karşısına almış bas bas bağırıyor. ‘Öğretmenim beni fakir olduğum için başkan yapmadı,’ diyor. ‘Bakın benim ayakkabılarım delik, ayaklarım yine ıslak,’ diyor. ‘Benim babam inşaattan düştü, neredeyse ölüyordu,’ diyor. Söylediklerinin hepsi doğru. Anlattıkları bizi acıtıyor.
Peki ya söyleyiş biçimi? İşte burası irkiltiyor insanı. Televizyon programlarından tanıdığımız bir çığırtkanlıkla konuşuyor bu küçük kız. ‘Reality show’lardan edinildiği belli olan bir hırçınlıkla hesap soruyor, duygu sömürüsü yapıyor, rakiplerine karşı puan toplamaya çalışıyor. Televizyon da bunun farkında olsa gerek ki, aynı çocuk bir süre sonra bir eğlence programına çıkıyor ve gösterisine ekranda devam ediyor. Kısa bir süre için ünlü olduğunun, zamanını iyi kullanması gerektiğinin tamamen farkında. Televizyon adabını biliyor, pek bir sıkıntısı yok. Kendisine sorulanları bilmiş bilmiş yanıtlıyor, yine sağa sola çatıyor ve sonunda bir de mesaj vererek müsameresini tamamlıyor.
Bu görüntülerin takdirle ya da en azından gülümseyerek izlendiğini biliyorum. Bense, yetişkin dili ve tavrıyla konuşan çocuklar karşısında her zaman hissettiğim gibi, bunu seyrederken de dehşete kapılıyorum. Sınıf başkanı olmak isteyen bu küçük kızın sahne performansını düpedüz korkutucu buluyorum.
Demiyorum ki, bütün yoksul çocuklar Ritsos’un bahsettiği o hüznü taşısın. Biliyorum, yoksulluk kimsenin uzun süre çocuk olarak kalmasına izin vermez. Fakirler çabuk büyür. Ve elbet isyan ederler bir gün. Delik pabuçlarını daha fazla saklamak istemezler. Asıl istedikleri onları pabuçları delik olmayanların kafasına fırlatmaktır. Haksız da değillerdir bunda. Gıcır gıcır ayakkabıların, pahalı çizmelerin, su geçirmez botların yarattığı şiddeti en iyi onlar bilirler çünkü.
Fakat bu küçük kızın öfkesi, bir gösteri haline getirildiği andan itibaren o isyanın ifadesi olmaktan uzaklaşıyor, eğlencelik bir şey olarak karşımıza çıkıyor. Her şey gibi o da paketlenip kucağımıza bırakılıyor. Bu açıdan, çocukların neredeyse müstehcen bir şekilde sunulduğu o ses yarışması programından hiç farkı yok bunun. Oradaki çocuklar kırıtıp kanto yaparken, bu kız da kendi yoksunluklarının üzerinden başkalarının ilgisini istiyor.
Başka şeyler neyse de, küçük kızların bu şekilde pazara çıkarıldığı bir dünyada yaşamak bana ağır geliyor.
Belki de işleri düzeltmeye öncelikle çocukların masumiyeti korumaya çalışarak başlamalıyız.
Tuesday, March 02, 2010
'Kaptan Körk Olmak İstiyorum!'
‘Kaptan Körk olmak istiyorum!’, diye bağırdı küçük kız parmağını deli gibi havada sallayarak. Öteki eliyle de habire gözüne düşen saman sarısı kahküllerini çekiştirip duruyordu. Hemen yanında duran tombul oğlan, ‘I ıh’, dedi, ‘Bugün Atılgan oynamıcaz’. Kızın peşinden koştuğu için nefes nefese kalmıştı. Yanakları kızardı bunu söylerken.
‘Onun adı Atılgan diil, Uzay Yolu’, dedi kız. Sonra ellerini, kendisine birkaç beden küçük geldiği için sıska bacaklarının bir kısmını açıkta bırakan kırmızı pantalonunun ceplerine soktu. Ceplerden birinin üzerinde yıkana yıkana solmuş bir Uçan Fil Dumbo çıkartması vardı. Ellerini yüzünden çekince saçları yine gözüne girdi. Bu sefer burnuna doğru üfleyerek havalandırmaya çalıştı onları.
Dört çocuk, sokağın girişindeki camekanlı evin gölgeli bahçesinde toplanmış, kaldırımı kavuran güneşten kaçabilmek için taş duvarın dibinde sıralanmışlardı: üç oğlan, bir de küçük kız.
Tombul oğlan kızdan yana bir daha baktı. Onun kendisine sırtını döndüğünü farkedince, bıkkın bir şekilde omuzlarını silkti ve cebinden bir paket leblebi tozu çıkarıp yemeye başladı. Hepsinin en büyüğü gibi görünen uzun boylu çocuk, kızı duymadı bile – ya da duymamış gibi yaptı. Bir süredir büyük bir dikkatle, yere eğilmiş toprağı düzeltmekle uğraşan kıvırcık oğlanı izliyordu. Kıvırcık, duvarın dibindeki nemli toprağı önce bir çubukla eşeledi, sonra ufak ama becerikli elleriyle taşları ayıklamaya başladı. Uzun boylu çocuk cebindeki bilyeleri şıkırdatarak onun etrafında dolaştı bir zaman. Sonra gidip sırtını hemen arkalarındaki manolyanın yaşlı gövdesine dayadı.
‘Muhammed Ali şaane, oğlum’, dedi, ‘Dün gece bi yumruk koydu Rusun gözüne, adam hop yerde’.
‘Müslüman ya, ondan’, diye mırıldandı kıvırcık olan. Sonra tombul oğlana dönerek seslendi ‘Bobo, yardım etsene ya!’
‘Bana Bobo deme, keçi’, dedi tombul olan leblebi tozu paketinden çıkan küçük plastik kaşığı tehditkar bir şekilde sallayarak, ‘Uzuna söylesene. Sıra onundu’.
Kaşık ancak bir plastik kaşık kadar korkutucu görünüyordu. Ama tombul oğlan buna aldırmadı. Kaşığı bir kılıç gibi sallamak hoşuna gitmişti. Havaya bir iki daire daha çizdi. Kendi etrafında dönerken ‘vızzt vızzzztt’ diye sesler çıkarıyordu. Kızın küçümser bir bakışla kendisini izlediğini farkedince kaldırdığı toz bulutunun içinde öylece kalakaldı. Utanmıştı.
‘Kaptan Körk olmak istiyorum’, dedi kız bir kez daha.
‘Olamazsın’, dedi Uzun.
‘Neden?’, diye üsteledi kız.
‘Sen kızsın da ondan’.
‘Olsun’, dedi kız. Yüzüne düşen saçları sabırsız sabırsız üfledi yine. ‘Kız Kaptan Körk olurum ben de’.
‘Kaptan Körk benim’, dedi kıvırcık olan.
‘Ben de Muhammed Ali’yim’, diye bağırdı Uzun ve yerinde bir lastik top gibi zıplamaya başladı, ‘Kelebek gibi uçar, arı gibi sokarım’.
‘Sen Spak’sın’, dedi kıvırcık, ‘O da doktor, Doktor Bobo’. Gırtlağına bir düdük yerleştirilmiş gibi kesik kesik güldü.
‘Kıvırcık keççççiiii’, dedi tombul oğlan ‘ç’yi patlatarak. Alınmış gibi görünmüyordu. Yine elindeki leblebi tozuna gömüldü.
‘Zaten bugün Atılgan oynamicaz’, dedi kıvırcık ve tartışmanın bittiğini göstermek ister gibi ayağa kalkıp çamur içindeki ellerini pantalonunun arkasında temizledi. Kemerine bağladığı keseyi çözdü; içinden bilyeleri çıkarıp düzgün bir hat halinde yere dizmeye başladı.
‘Hadi oğlum’, dedi Uzun’a, ‘Meşeleri görelim’.
Uzun, biraz tereddüt ettikten sonra cebinden bir avuç bilye çıkarıp yerdekine uzattı. Kıvırcık, bilyelere şüpheyle göz gezdirdi.
‘Amerikan nerde? Hani geçen gün benden ütmüştün?’
‘Kaybettim’, dedi Uzun ve yine yerinde zıplayıp havayı yumruklamaya başladı.
‘Yalancı’, dedi kız.
‘Sen sus, fare surat’, diye tısladı Uzun.
‘Öteki cebinde’, dedi kız kararlı bir sesle. Sonra ellerini pantolonunun ceplerine tıkıştırıp ağacın dibine oturdu.
‘Valla, kaybettim oğlum ya’, dedi Uzun, ‘inanmazsan bak işte!’ Ceplerini ters yüz edecekmiş gibi yaptı. Sonra da vazgeçmiş gibi yaptı ve kızın bulunduğu yere doğru hiddetli bir bakış fırlattı. Kız da gözlerini şaşılaştırıp dilini çıkardı karşılık olarak.
Tombul oğlan cebinden büyük ve parlak renkli bir bilye çıkararak kıvırcığa uzattı.
‘Keçi, al bu da Amerikan. Baş bu olsun’.
Kıvırcık bilyeyi bir süre inceledi, sonra özenle sıranın başına yerleştirdi. Oğlanlar kimin başlayacağına karar vermek için toprağa bir çizgi çekip atış yaptılar. Sıra tombul oğlana geldiğinde ‘Tavuk götü’, diye bağırdılar hep bir ağızdan. Sonunda Uzun kazandı ve oyun başladı.
Oğlanlar oyuna dalıp onun varlığını unutunca kız yavaş yavaş doğruldu yerinden. Üstünü başını silkelemekle oyalandı bir süre. Belki kendisini farkeden olur umuduyla biraz uzunca tuttu bu temizlik işini. Sonra omuzlarını düşürüp bahçeden çıktı, karşıdaki eve doğru yürümeye başladı.
Aralanmış pencereden dikiş makinesinin ritmik sesi yayılıyordu sokağa. Yaşlı bir kadın gibi bacaklarından eliyle kuvvet alarak aşınmış taş merdivenleri tırmandı, eve girdi. Etrafına hiç bakmadan pencereye doğru yürüdü, alışkın hareketlerle pervaza tırmandı ve çöp gibi bacaklarını demir parmaklıkların arasından aşağıya sallandırdı. Dikiş makinesinin sesi kesildi. Ninesinin, ‘Yine mi oraya tünedin?’, diye seslendiğini duydu ama aldırmadı. Arkasındaki gölgeli küçük odadan dikiş makinesinin huzur verici düzenli tıkırtıları duyuldu yeniden. Sonra ses yine kesildi. Ninesi, yanındaki sedirde dağ gibi yığılmış şeker çuvallarının üzerine bir yenisi fırlattı ve dizinin dibinde duran kumaş topundan bir parça daha kesip makineyi yeniden çalıştırdı.
Kız, dalgın dalgın pantalonunu sıyırdı ve dizindeki virgül şeklindeki yaranın kabuğunu kaşıyarak sokağı izlemeye başladı. Karşıda, duvarın dibinde oyun devam ediyordu. Oğlanlar namaz kılar gibi eğilip kalkıyor, birbirlerini dürtüyor ve bağırışıyorlardı.
Uzun boylu oğlan, kısa pantalonunun içinden çıkan sıska bacaklarının üzerinde yaylandı. Sonra yere eğilip afili bir şekilde nişan aldı ve kurşun gibi fırlattı bilyeyi. Bilye yuvarlandı – hayır, yuvarlanmadı, uçtu sanki – ve gidip en başta duran parlak Amerikan’ın göbeğinde patladı. Uzun, ‘Baş!’, diye bağırarak havaya zıpladı ve hiç vakit kaybetmeden koşup bilyeleri ceplerine doldurmaya koyuldu. ‘Yine abandın oğlum ya!’, diye vızıldandı kıvırcık olan. Tombul hayalkırıklığı içinde içini çekti. Sonra kıvırcığı yerdeki küçük taşları tekmelerken bırakıp kızın bulunduğu yere doğru seğirtti.
Sokağı koşarak geçti. Kızın oturduğu pencerenin altındaki bir karış gölgeye sığındı. Duvara sırtını dayayıp yere oturdu. Kız, oğlanı görebilmek için başını iyice yana eğdi ama, demir parmaklıkların arasından yalnızca meşin rengi bacaklarının ucunda sallanan mavi bez pabuçlarını görebildi. Pencerenin altından derin derin nefes sesleri duyuluyordu.
‘Leblebi tozu ister misin?’ dedi kızın bacaklarının arasında birden beliriveren kocaman bir kafa.
Kız durdu, oğlanın gözlerinin içine baktı aptal olup olmadığına karar vermek istermiş gibi. Sonra heceleyerek bir kere daha söyledi: ‘Kap-tan Körk ol-mak is-ti-yo-rum ben’.
Oğlan omuzlarını silkti. Cebinden bir leblebi tozu kutusu daha çıkarıp üstündeki ince pembe kağıdı söktü, kaşığı dikkatlice cebine yerleştirdi ve kutudakileri olduğu gibi ağzına boşalttı.
Kız, bir eliyle yanındaki sardunyaların arasına gizlediği hazinesini şöyle bir yokladı. İçinde deniz kabukları, irili ufaklı rengarenk camlar ve gazoz kapakları bulunan bulunan bez torba, birbirinin içine geçmiş sık yaprakların arasında öylece yatıyordu. Ninesi bu torbayı onun için özel olarak dikmiş ve kenarına da eski bir elbiseden söküp çıkardığı vişne rengi sutaşını iliştirmişti. Oğlana şüpheyle baktı. Sonra torbayı iyice kuytu bir köşeye iterek ‘Burası benim pencerem’, diye terslendi.
Oğlan hiç aldırmadı. ‘Teğmen Ufura olabilirfin’, dedi sonra leblebi tozlarını bir bulut halinde püskürterek.
Kız bu öneriyi tarttı bir süre. ‘Uhura zenci ama’, dedi sonunda.
‘Sen sarışınsın’, diye kabul etti oğlan. ‘İstersen uzay canavarı ol’. Leblebi tozuna bulanmış ağzıyla uzun uzun güldü. Bu fikir çok hoşuna gitmiş gibi görünüyordu.
‘Sensin canavar’, dedi kız. Ama o da güldü. Uçları pürtüklü kocaman dişleri ortaya çıkınca hemen eliyle ağzını kapattı.
‘Sana neden fare surat diyorlar?’
‘Fare suratlıyım da ondan’, dedi kız ağzını mümkün olduğu kadar az açmaya gayret ederek. Sonra söylediğini kuvvetlendirmek için başını birkaç kez salladı.
‘Yok. Güzelsin sen.’
Oğlan söylediğinin ayıp bir şey olduğunu farkedince kıpkırmızı kesildi. Yavaşça kayıp pencerenin altına saklandı yine.
Kız yine başını eğip aşağıya baktı. Boş bir leblebi tozu paketinden başka hiçbir şey görünmüyordu. Kocaman bir gülümseme ağzından yanaklarına, oradan da gözlerine doğru yayıldı. Bu sefer eliyle ağzını kapatmadı. Onun yerine, hala dikiş makinası tıkırtılarıyla dolu olan odaya doğru döndü ve ‘Anaaaanee’ diye seslendi, ‘Ben sokağa çıkıyorum’. Sonra çiçeklerin arasındaki torbayı kaptığı gibi odadan fırladı ve merdivenlerden zıplayarak sokağın aydınlığına doğru koştu.
---
Not. Bu eski öykü, Kaptan Körk olmayı isteyip de olamamış bütün kız arkadaşlarım için. 8 Mart vesilesiyle...
Subscribe to:
Posts (Atom)