BirGün
Üniversitede
bir arkadaşım kızın birine sırılsıklam aşık olmuştu. Kendi sınıfından
olmayan birine vurulanların yaşayacağı kırgınlıkla karışık hayranlığı
taşıyordu ona karşı. Kızı arada bir kantinde görüyorduk. Uzun sarı
saçlarını savurarak önümüzden geçiyor ve biz çaylarımızı bezgin bezgin
yudumlarken, kasaya yaklaşıp kahvesini alıyordu.
Çok
alımlı, çok güzeldi gerçekten. Hayatta hiç yokluk çekmemiş olanların
özgüveniyle yürüyordu. Kalçasına dayayarak taşıdığı kitapları, yarı inik
gözkapaklarının altından kayıtsızca bakan gözleri ve o dönemde bir
fetiş nesnesi sayılan şık süet montuyla kusursuz görünüyordu. O, kahvesi
elinde salınarak çıkıp giderken biz arkasından bakakalıyorduk.
“Sütsüz içiyor,” diyordu arkadaşım içini çekerek. “Bu kızlar böyledir. Sade kahve içerler.”
Sonra
oturup “bu kızlar”a dair konuşuyorduk. Arkadaşımın bu konuda bir
teorisi vardı. Kimi insanlar o kadar tamdılar ki, hiçbir şeyin eksikliği
onları etkilemiyordu. Daha baştan tam yaratılmıştı onlar. Doğru yere
doğmuşlardı. Bir de hayata bir şeyin eksikliği ile adım atmış olanlar
vardı – bu noktada “yani bizim gibi,” deyip bana manalı manalı bakıyordu
– işte onları bütünlemek asla mümkün olmuyordu. Kendilerini ne kadar
tamamlamaya çalışırlarsa çalışsınlar, her zaman biraz eksik, biraz güdük
kalıyorlardı. Onun için bizim bu kızın “sade kahve”li varoluşuna
ulaşmamız olanaksızdı. O kız tanım olarak “tamam” olduğu için, asla bir
şeyin yoksunluğunu duymayacaktı. Biz ise ne zaman sade kahve içsek,
onun “sütsüz” olduğunu düşünerek kendimizi bu eksiklik üzerinden
tanımlayacaktık. Asla gerçek bir “sade kahve insanı” olamayacak, her
zaman gizli gizli sütlü kahvenin daha iyi olabileceğini düşünecektik.
Her şey çok basitti. Aradaki fark buydu. “Bu kızlar” tam da bu nedenle ulaşılmazdı.
Seneler sonra, Zizek’in kitabı “Less Than Nothing: Hegel and the Shadow of Dialectical Materialism” (Hiçten de Az: Hegel ve Diyalektik Materyalizmin Gölgesi)
elime geçtiğinde, yukarıda anlattığım hikayeyi yeniden hatırladım. Acı
bir gülümsemeyle hem de. Çünkü Zizek’in bu kitapta değindiği diyalektik
tanımı, arkadaşımın varlığımızı “eksiklikler” üzerinden anlatma gayreti
ile birebir örtüşüyordu. Hem de verdiği örneğe kadar.
Zizek bu kitapta
olumlayan bir şey olarak düşünülmesi gereken “yokluk” kavramı üzerinde
duruyor. Hegel’in diyalektik anlayışının bu kavrama dayalı olduğunu
anlatırken de, Lubitsch’in Ninotchka adlı filmindeki bir sahneye gönderme yapıyor.
Ninotchka’nın bir yerinde, filmin kahramanı kafeteryaya girer ve şöyle der:
“Kahve istiyorum. Kremasız olsun, lütfen!” Garson da öteden seslenir:
“Kusura bakmayın! Kremamız kalmadı. Sütsüz olsa olur mu?”
Bu basit şakanın
altında önemli bir gerçek vardır, der Zizek. Bu adam her iki koşulda
da kahvesini sade içecektir. Ancak, kahveyi neyin eksikliğinin
tanımladığı önemlidir. Biri kremanın yokluğu üzerinden tanımlanmışken,
öteki sütün eksikliği ile belirlenmiştir. Ve bu ikisi asla aynı şey
değildir. Çünkü farklı yoklukların izini taşırlar.
Yukarıdaki
örnek, yokluğun varlığı tanımlıyor olduğunu anlatması açısından
ilginçtir. Zizek haklıdır. Diyalektik süreci anlamanın yolu olumsuzluğun
bu süreçteki rolünü kavramaktan geçer. Kişi kendini tanımlayan
yoksunluk/eksiklik üzerinden büyür, dönüşür ve şekillenir. Hiçbir eksiği
olmayan -ya da bunun olmadığı hissiyle yaşayan- şahıs ise olsa olsa
kerameti kendinden menkul biri olarak hep aynı yanılsamanın içinde
kalacaktır.
Arkadaşımın
anısını tazelemek adına, “bu kızlar” hikâyesine geri dönersek, onların
hayatta pek de bir yol kat etmediklerini söyleyebiliriz. Muhtemelen hala
bir kafeteryanın köşesinde, bir ellerinde sade kahve, öbür ellerinde
kalçalarına yasladıkları birer laptop salınıp durmaktadırlar. Elbette
hala alımlı, hala güzeldirler. Hayat dokunmaz böylelerine. Her türlü
yoksunluğun varlığından habersiz, bu bilginin yaratacağı bütün
gerilimlerden uzak ve yine onun sağlayacağı bütün gelişmelerden muaf
yaşayıp giderler.
Arkadaşım
maalesef artık hayatta değil. Mümkün olsaydı, ona Zizek’in kitabını
hediye ederdim. Bir de elbette şunu sormak isterdim:
Sütün eksikliğini hiç duymamış birinin, sade kahve içmesinin bir kıymeti olabilir mi?
9 comments:
çok çok güzel değinmişsiniz..
ne gariptir şu sütlü kahveler ve çaylar. aslında onlardır insana yakın varlık. "tam", "eksiksiz" ve hiç bir şeyin eksikliğini hissetmemek asıl kusur bu değil mi?
eksikliğini hiç bilmediğin şeyin/kimsenin varlığının da değeri olmayacak ya da farkedilmeyen bir varlık olacak doğal olarak.
Hocam elinize sağlık. Yazınız bana Nihat Genç'in Narlıbahçe Sokağı öyküsünü hatırlattı.
'Neden yoksullar aşka,sevdaya hep en kötü yerinden başlar?'
Butunleri eksik hissettirmeyelim, once refereans noktasi olarak alip sonra da donup elestirirken :)
Yalniz, eksiklerin ya da bir defa eksik hissetmislerin butunluge ermek arzusuyla dunyayi ve insanlari yagmalamak boyutunda agresif davrandiklarina hak verebilirim.
Başkalarını ezip geçerek yükselmek isteyenlerin arayışı bütünlük arayışı değildir. Olsa olsa daha büyük bir boşluğun müjdesi olabilir.
Bu yazıya konu olan arkadaşım bundan o kadar uzaktı ki, bu küçük notu yazmak zorunda hissettim kendimi.
Meltem Hanım yazılarınızı büyük bir okuma iştahıyla takip ediyorum, bekliyorum, özlüyorum. Çok teşekkürler, yazdığınız için !
Bir yanı hep güdük kalmak. Bir şeyin hep eksik kaldığı duygusu.. bütüne ulaşmaya çalışırken peşi sıra hak edilmiş bir çap genişlemesi ve derinlik getiriyor. Uzun vadede bir yanı burukluk işe yarıyor. Benim bildiğim budur.
yazılarınızı sabırsızlıkla bekleyen ve de arkadşlarımla paylaşan eski bir öğrenciniz olarak ufak bir eleştiri : "Her türlü yoksunluğun varlığından habersiz, bu bilginin yaratacağı bütün gerilimlerden uzak ve yine onun sağlayacağı bütün gelişmelerden muaf yaşayıp giderler" biraz kesin hüküm vermemiş misiniz ? Önyargılı yaklaşım olmamıs mı "o" kızlara ?
Önyargı değilse de bir yargı olmuş bu, Başak. Evet. Her yargı gibi biraz acımasız, bunda da haklısın.
Ama bu yargının arkasında duruyorum, onu söylemek zorundayım. Kendisini hayatın merkezinde gören (ve "öteki"nin etkisine açık olmayan) insanlar var. Bu yazıdaki "kızlar" gibi. Onların gelişmesi ve dönüşmesi mümkün olmuyor. Hep aynı "prenseslikte" kalıyorlar.
Ne de olsa mükemmel tekamüle aykırıdır, değil mi?
Bugün tam bir arkadaşımla 'öteki'nin varlığını sorgulamayan insanlardan bahsediyorduk. Ve bu insanlar sadece cafe'de dokunulmaz mükemmeliyetleriyle kahvelerini yudumlayan güzel kızlar arasında değil, aslında entellektüelliğin, iş dünyasının tam içinde de var. Öyle insanlar tanıdım ki, aslında çok şey okuyorlar, ve baktığınızda bir sürü tecrübe edinebiliyorlar. Ama bunları o kadar kendi bildikleri ve kendi doğruları/düşünceleri üzerinden bünyelerine katıyorlar ki, sonunda sadece kendi doğruları daha da doğrulanmış varlıklar oluyorlar. Ve fikirlerini savunurken oldukça kendilerine güvenliler.
Ben de kendi yorumumu ve gözlemimi ekleyeyim istedim.
@pavlov's partner
Elbette. Böyle insanlar karşısındakini dikkate almayan kişilerdir. Karşısındakini yok sayan insan referans noktasını kaybeder. Referans noktasıyla birlikte, gelişme ve dönüşme becerisini de yitirir.
Bu kişiler her yerde olabilir.
Post a Comment