Tuesday, October 16, 2012

Sütsüz Kahve

14 Ekim 2012
BirGün

Üniversitede bir arkadaşım kızın birine sırılsıklam aşık olmuştu. Kendi sınıfından olmayan birine vurulanların yaşayacağı kırgınlıkla karışık hayranlığı taşıyordu ona karşı. Kızı arada bir kantinde görüyorduk. Uzun sarı saçlarını savurarak önümüzden geçiyor ve biz çaylarımızı bezgin bezgin yudumlarken, kasaya yaklaşıp kahvesini alıyordu. 

Çok alımlı, çok güzeldi gerçekten. Hayatta hiç yokluk çekmemiş olanların özgüveniyle yürüyordu. Kalçasına dayayarak taşıdığı kitapları, yarı inik gözkapaklarının altından kayıtsızca bakan gözleri ve o dönemde bir fetiş nesnesi sayılan şık süet montuyla kusursuz görünüyordu. O, kahvesi elinde salınarak çıkıp giderken biz arkasından bakakalıyorduk. 

“Sütsüz içiyor,” diyordu arkadaşım içini çekerek. “Bu kızlar böyledir. Sade kahve içerler.”

Sonra oturup “bu kızlar”a dair konuşuyorduk. Arkadaşımın bu konuda bir teorisi vardı. Kimi insanlar o kadar tamdılar ki, hiçbir şeyin eksikliği onları etkilemiyordu. Daha baştan tam yaratılmıştı onlar. Doğru yere doğmuşlardı. Bir de hayata bir şeyin eksikliği ile adım atmış olanlar vardı – bu noktada “yani bizim gibi,” deyip bana manalı manalı bakıyordu – işte onları bütünlemek asla mümkün olmuyordu. Kendilerini ne kadar tamamlamaya çalışırlarsa çalışsınlar, her zaman biraz eksik, biraz güdük kalıyorlardı. Onun için bizim bu kızın “sade kahve”li varoluşuna ulaşmamız olanaksızdı. O kız tanım olarak “tamam” olduğu için, asla bir şeyin yoksunluğunu duymayacaktı. Biz ise ne zaman sade kahve içsek, onun “sütsüz” olduğunu düşünerek kendimizi bu eksiklik üzerinden tanımlayacaktık. Asla gerçek bir “sade kahve insanı” olamayacak, her zaman gizli gizli sütlü kahvenin daha iyi olabileceğini düşünecektik. 

Her şey çok basitti. Aradaki fark buydu. “Bu kızlar” tam da bu nedenle ulaşılmazdı.

Seneler sonra, Zizek’in kitabı “Less Than Nothing: Hegel and the Shadow of Dialectical Materialism” (Hiçten de Az: Hegel ve Diyalektik Materyalizmin Gölgesi) elime geçtiğinde, yukarıda anlattığım hikayeyi yeniden hatırladım. Acı bir gülümsemeyle hem de. Çünkü Zizek’in bu kitapta değindiği diyalektik tanımı, arkadaşımın varlığımızı “eksiklikler” üzerinden anlatma gayreti ile birebir örtüşüyordu. Hem de verdiği örneğe kadar. 

Zizek bu kitapta olumlayan bir şey olarak düşünülmesi gereken “yokluk” kavramı üzerinde duruyor. Hegel’in diyalektik anlayışının bu kavrama dayalı olduğunu anlatırken de, Lubitsch’in Ninotchka adlı filmindeki bir sahneye gönderme yapıyor. 

Ninotchka’nın bir yerinde, filmin kahramanı kafeteryaya girer ve şöyle der: “Kahve istiyorum. Kremasız olsun, lütfen!” Garson da öteden seslenir: “Kusura bakmayın! Kremamız kalmadı. Sütsüz olsa olur mu?”

Bu basit şakanın altında önemli bir gerçek vardır, der Zizek. Bu adam her iki koşulda da kahvesini sade içecektir. Ancak, kahveyi neyin eksikliğinin tanımladığı önemlidir. Biri kremanın yokluğu üzerinden tanımlanmışken, öteki sütün eksikliği ile belirlenmiştir. Ve bu ikisi asla aynı şey değildir. Çünkü farklı yoklukların izini taşırlar. 

Yukarıdaki örnek, yokluğun varlığı tanımlıyor olduğunu anlatması açısından ilginçtir. Zizek haklıdır. Diyalektik süreci anlamanın yolu olumsuzluğun bu süreçteki rolünü kavramaktan geçer. Kişi kendini tanımlayan yoksunluk/eksiklik üzerinden büyür, dönüşür ve şekillenir. Hiçbir eksiği olmayan -ya da bunun olmadığı hissiyle yaşayan- şahıs ise olsa olsa kerameti kendinden menkul biri olarak hep aynı yanılsamanın içinde kalacaktır. 

Arkadaşımın anısını tazelemek adına, “bu kızlar” hikâyesine geri dönersek, onların hayatta pek de bir yol kat etmediklerini söyleyebiliriz. Muhtemelen hala bir kafeteryanın köşesinde, bir ellerinde sade kahve, öbür ellerinde kalçalarına yasladıkları birer laptop salınıp durmaktadırlar. Elbette hala alımlı, hala güzeldirler. Hayat dokunmaz böylelerine. Her türlü yoksunluğun varlığından habersiz, bu bilginin yaratacağı bütün gerilimlerden uzak ve yine onun sağlayacağı bütün gelişmelerden muaf yaşayıp giderler.

Arkadaşım maalesef artık hayatta değil. Mümkün olsaydı, ona Zizek’in kitabını hediye ederdim. Bir de elbette şunu sormak isterdim:

Sütün eksikliğini hiç duymamış birinin, sade kahve içmesinin bir kıymeti olabilir mi?

9 comments:

zehrina said...

çok çok güzel değinmişsiniz..
ne gariptir şu sütlü kahveler ve çaylar. aslında onlardır insana yakın varlık. "tam", "eksiksiz" ve hiç bir şeyin eksikliğini hissetmemek asıl kusur bu değil mi?
eksikliğini hiç bilmediğin şeyin/kimsenin varlığının da değeri olmayacak ya da farkedilmeyen bir varlık olacak doğal olarak.

asudebirisyan said...

Hocam elinize sağlık. Yazınız bana Nihat Genç'in Narlıbahçe Sokağı öyküsünü hatırlattı.
'Neden yoksullar aşka,sevdaya hep en kötü yerinden başlar?'

brownian said...

Butunleri eksik hissettirmeyelim, once refereans noktasi olarak alip sonra da donup elestirirken :)
Yalniz, eksiklerin ya da bir defa eksik hissetmislerin butunluge ermek arzusuyla dunyayi ve insanlari yagmalamak boyutunda agresif davrandiklarina hak verebilirim.

Meltem Gürle said...

Başkalarını ezip geçerek yükselmek isteyenlerin arayışı bütünlük arayışı değildir. Olsa olsa daha büyük bir boşluğun müjdesi olabilir.

Bu yazıya konu olan arkadaşım bundan o kadar uzaktı ki, bu küçük notu yazmak zorunda hissettim kendimi.



Uçan Kaplumbağa said...

Meltem Hanım yazılarınızı büyük bir okuma iştahıyla takip ediyorum, bekliyorum, özlüyorum. Çok teşekkürler, yazdığınız için !

Bir yanı hep güdük kalmak. Bir şeyin hep eksik kaldığı duygusu.. bütüne ulaşmaya çalışırken peşi sıra hak edilmiş bir çap genişlemesi ve derinlik getiriyor. Uzun vadede bir yanı burukluk işe yarıyor. Benim bildiğim budur.

Başak Deliloğlu said...

yazılarınızı sabırsızlıkla bekleyen ve de arkadşlarımla paylaşan eski bir öğrenciniz olarak ufak bir eleştiri : "Her türlü yoksunluğun varlığından habersiz, bu bilginin yaratacağı bütün gerilimlerden uzak ve yine onun sağlayacağı bütün gelişmelerden muaf yaşayıp giderler" biraz kesin hüküm vermemiş misiniz ? Önyargılı yaklaşım olmamıs mı "o" kızlara ?

Meltem Gurle said...

Önyargı değilse de bir yargı olmuş bu, Başak. Evet. Her yargı gibi biraz acımasız, bunda da haklısın.

Ama bu yargının arkasında duruyorum, onu söylemek zorundayım. Kendisini hayatın merkezinde gören (ve "öteki"nin etkisine açık olmayan) insanlar var. Bu yazıdaki "kızlar" gibi. Onların gelişmesi ve dönüşmesi mümkün olmuyor. Hep aynı "prenseslikte" kalıyorlar.

Ne de olsa mükemmel tekamüle aykırıdır, değil mi?

Pavlov s Partner said...

Bugün tam bir arkadaşımla 'öteki'nin varlığını sorgulamayan insanlardan bahsediyorduk. Ve bu insanlar sadece cafe'de dokunulmaz mükemmeliyetleriyle kahvelerini yudumlayan güzel kızlar arasında değil, aslında entellektüelliğin, iş dünyasının tam içinde de var. Öyle insanlar tanıdım ki, aslında çok şey okuyorlar, ve baktığınızda bir sürü tecrübe edinebiliyorlar. Ama bunları o kadar kendi bildikleri ve kendi doğruları/düşünceleri üzerinden bünyelerine katıyorlar ki, sonunda sadece kendi doğruları daha da doğrulanmış varlıklar oluyorlar. Ve fikirlerini savunurken oldukça kendilerine güvenliler.

Ben de kendi yorumumu ve gözlemimi ekleyeyim istedim.

Meltem Gürle said...

@pavlov's partner

Elbette. Böyle insanlar karşısındakini dikkate almayan kişilerdir. Karşısındakini yok sayan insan referans noktasını kaybeder. Referans noktasıyla birlikte, gelişme ve dönüşme becerisini de yitirir.

Bu kişiler her yerde olabilir.