Wednesday, November 20, 2013

Stephen King'i neden seviyorum?

BirGün Pazar
17 Kasım 2013


M is for Magic” adlı öykü kitabının önsözünde Neil Gaiman şöyle diyor:

“Doğru yaşta okuduğunuz öyküler sizi asla tamamen terk etmezler. Yazarın ya da öykünün ismini unutabilirsiniz. Hatta bazen olayların akışını bile tam olarak hatırlamayabilirsiniz. Ama öykü size dokunduysa eğer, hep sizinle kalacak, zihninizin kuytu köşelerini ele geçirip yakanızı bırakmayacaktır.”

Stephen King’in son kitabı Doktor Uyku’yu okurken bunun ne kadar doğru olduğunu düşündüm. Bir yazar eğer çocukken sizi tavladıysa, ondan kurtulmak mümkün olmuyor.

Herkesin gizli zevkleri vardır. Benimki de Stephen King. Çocukluğumdan beri hemen her romanını okudum. Küçükken annem görmesin diye gizli gizli okuyordum. Korku romanı okumamı doğru bulmuyordu çünkü. Yetişkin olunca da edebiyat dünyasında itibar görmeyen bir yazarı okuyor olmanın utancı ile sakladım. Ukalalık işte. Oysa, King dünyanın bir numaralı korku romanı yazarı. Muhtemelen ileride Edgar Allan Poe’nun varisi olarak anılacak kişilerden biri. Ama Poe gibi ona da kendi çağında tepeden bakılıyor, yazdıklarının edebi değeri ve kalıcılığı sorgulanıyor.

Ben King’in öykülerini her zaman çok sevdim. Çoğunu dönüp yeniden okudum, derslerimde kullandım, arkadaşlarıma anlattım. Fakat doğruyu söylemek gerekirse, romanların hepsini beğenmedim. Hatta bazılarını düpedüz sıkıcı ve yavan buldum. Kimilerinin finalinin beceriksizce yapıldığını düşündüm ya da olay örgüsünün tavsadığı hissine kapıldım. Ve azımsanamayacak kadar büyük bir kısmını elimden fırlattım. Ama mutlaka son satırına kadar okuduktan sonra. Çünkü King her seferinde beni etkisi altına aldı.

Aslında Stephen King ile ilişkimi “çocukluk aşkı” olarak değerlendirip bir köşeye koyabilirdim. Böylesi çok daha kolay olurdu. Neticede bütün gençlik hikayeleriyle gurur duymaz insan. Ama önüme gelen her kitabı oburca okuduğum o yıllarda beğendiğim birçok romancıyı, yetişkin olduktan sonra hiç tereddüt etmeden çöpe yolladığımı düşünürsek, King’in üzerimdeki etkisini sadece bununla açıklamak mümkün değil. Onun için, son romanını okurken, senelerdir sadakatle takip ettiğim bu yazara bu sefer alıcı gözle bakmaya karar verdim.

Doktor Uyku’yu okuyanlar biliyorlar, bu kitabın özel bir durumu var. Sadece beni değil bütün King okuyucularını, hepimizin sevgilisi olan romanlardan birine, Medyum’a (The Shining) geri götürüyor. Medyum’un çocuk kahramanı olan Danny (Dan Torrance), bu romanda sanrılar içinde yetişkin bir adam olarak karşımıza çıkıyor. Babası gibi onun da bir türlü baş edemediği bir alkol problemi var. Üstelik çocukluğundan beri peşini bırakmayan hayaletlerle hesaplaşması devam ediyor. Kitaba adını veren “ışıltı”sı da tabii.

Bana kalırsa, Stephen King’in de bir yazar olarak “ışıltısı” sürüyor. Kelimeleri kullanmadaki ustalığını, gerçeklik duygusu uyandırmadaki becerisini ve dramatik kurgu konusundaki maharetini düşünmek bile bu karara varmak için yeterli aslında. Birçokları gibi bu roman da, hiçbir engele takılmadan, asla bir sahtelik hissi vermeden ve okuyucuyu hızla hikayesine ortak ederek akıp gidiyor.


Eski okuyucular bütün bunları hatırlayacaklardır. Ama dahası var. King’in benzersiz mizah duygusu da hâlâ olduğu gibi duruyor. Bir yazar olarak hinliğinden bir şey kaybetmemiş. Lafı fazla dolandırmadan, “poker suratı”nı hiç bozmadan, ya da zevzeklik etmeden eğlenceli olabiliyor. Aklı bin çeşit muzipliğe çalışıyor. Karakterleri de bu garip mizahtan nasibini alıyor. Özellikle de kötü adamlar. Bu da onların okuyucuya aynı anda hem korkunç hem de tanıdık görünmelerini sağlıyor. Zaten iyisiyle kötüsüyle her zaman son derece inandırıcı karakterler yaratmasıyla meşhur bir yazardır, King. Hem de bu kadar inanılmaz hikayeler anlatıyor olmasına rağmen.

Stephen King’in başka bir meziyeti de, bir yazarın en büyük sermayesinin çocukluğu olduğunu fark etmiş olmasıdır bence. Doktor Uyku’da da sadece kendi çocukluğunu ve anılarını değil, çocuklarla ilgili ayrıntıları akıl almaz bir incelikle kullanıyor. Ceset ve “O”dan beri böyle bu. Stephen King, yazarlığının bu erken döneminden beri, unutulmaz çocuklar ve gençler yaratıyor. Çünkü büyümek ve yetişkin olmakla ilgili sorunları çok ciddiye alıyor. Carrie ve Christine’i okuyanlar, ergenlikle ilgili meselelerin onun romanlarında ne kadar merkezi bir yer tuttuğunu hemen hatırlayacaklardır.

Bir de hiçbir zaman okuyucuyu hafife almaz, olayları basitleştirmez, küçük incelikleri nasıl olsa fark edilmez diye düşünerek “es” geçmez. Bunun için Stephen King’e hep minnet duymuşumdur. Okuyucuyu aptal yerine koyan yazara çok gıcıklanırım. King onlardan değildir. İyi bir gözlemci olmasına rağmen, buna sırtını dayayıp tembellik etmez. Araştırmasını dikkatlice yapar ve bunu metne güzelce yerleştirir. O kadar güzel dokur ki, dikiş izlerini göremezsiniz. Ukalalık ediyor ya da ders veriyor diye de düşünmezsiniz. King sadece anlatıyordur işte. O da gerektiği kadarını. Doktor Uyku’da karavanlarla, oyuncak trenlerle, olayların büyük bir kısmının geçtiği yaşlılar evi ile ilgili ayrıntılara dikkat ederseniz, ne kadar haklı olduğumu göreceksiniz.

Ama korku edebiyatında bunca yazar varken, King’i  gönlümüzün “kralı” yapan nedir diye sorarsanız, onun her zaman zayıfların, kaybedenlerin, toplumun kıyısında yaşayanların yanında durmasıdır, derim. Bunda yoksulluk içinde geçen çocukluğunun ve ailesinin geldiği işçi sınıfı geçmişinin payı olsa gerektir. Doğaüstü olaylara dair yazıyor olsa da, King’in asıl derdi sıradan insanın meseleleridir. Dışarıdaki tehlikelerden çok, içimizdeki canavarlarla ilgilenir. Bunlar bazen basit şeyler olabilir. Ama bu bizi yerle bir etmeleri için yeterlidir. Doktor Uyku’nun ana karakteri de birkaç kez yerle bir olmuştur. Alkol bağımlılığı ile mücadele eden mutsuz bir adam olmasına şaşırmayız. Duygusal sorunlarla boğuşan Dan Torrance “başarılı” biri değildir. Ama iyi biridir. Ona kendimizi bu kadar yakın hissetmemizin nedeni de budur aslında. Başarsın isteriz. Başarmak sadece alkolden ve hayaletlerden uzak durmak anlamına gelse bile.

İşte bu King’in çok iyi anlattığı şeylerden biridir. Kendi şeytanlarıyla yüzleşmeye cesaret eden karakterlerin hikayelerini yazar o. Korkudan aldığımız zevk bir yana, sadece bunun için bile okunabilir.

Aşk Sağlığı Enstitüsü


BirGün Pazar
10 Kasım 2013

Oğuz Atay, Tutunamayanlar’ın sona yakın bölümlerinden birinde uzun uzun hayal ürünü bir enstitüden söz eder. “Aşk Sağlığı Enstitüsü” adını verdiği bu kurumun Türkiye’nin bozuk ve sağlıksız aşk hayatını düzeltebileceğinden dem vurur. Her zamanki müstehzi diliyle, beş senelik kalkınma planları yapılsa bir miktar da olsa mesafe kaydedilebileceğini iddia eder. Sonra da bu düzmece kurumun ağzından ülkedeki aşki meşki faaliyetlere dair raporlar yazar, istatistikler verir.

“Aşk sağlığı enstitüsünün bültenine göre, bir yıl içinde sadece on iki bin yedi yüz on altı muhallebicide buluşma, yedi bin sekiz durakta buluşma (bunun bin sekiz yüz yirmi beşi gerçekleşmemiş), bin dört yüz altmış iki çeşitli açık yer gezintisi (parklar, kırlar, adalar v.s.) ve yalnız altı yüz on iki sinema locası olayı tespit edilmiş. Buna gizli aşkları da ekleyin (bültende Selim’in adına rastlanmadığı için, bunu gizli aşk olayları arasında düşünebiliriz.) Gizli aşk sayısının da, ihtimal hesaplarına göre dört bin altı yüz kadar olduğu tahmin ediliyor. Emniyet genel müdürlüğünün tespit ettiğine göre de (yuvarlak olarak) yüz yirmi altı bin sekiz yüz bakıp da iç geçirme, kırk dört bin otobüs ya da dolmuşta hafifçe temas, dört bin iki yüz peşinden gidip de vazgeçme, sekiz yüz elli eve kadar izleme ve on beş bin yedi yüz uzaktan âşık olma ve sadece
(bu sayı kesin) sekiz yüz on dört ümitsiz aşk olayı kaydedilmiş. Bu arada, park bekçileri, seksen iki bin kadar çifti düdük çalarak, tabanca çekerek ve benzeri tehditlerle korkutmuş. Parklar, bahçeler ve kırlar genel müdürlüğüne göre de, altmış bin papatya sevgi falı için koparılmış ve âşıkların üzerinde uzandığı yirmi sekiz bin metrekarelik bir sahanın çimleri ezilmiş. Tahmini zarar, yarım milyon lira
civarında.”

Başbakan Erdoğan’ın Gezi’nin en büyük bileşeni olan öğrencilere bir sürpriz hazırlığında olduğunu uzun süredir hissediyorduk. Kendisi de bunu ima etmiş, aşk ve umut içinde geçirdikleri yazın hesabını gençlerden soracağının işaretlerini vermişti. Onun için belki de Başbakan’ın ve İçişleri Bakanı’nın “kızlı erkekli” durumlara dair açıklamalarına şaşırmamamız gerekiyor. Madem ki, binlerce papatya sevgi falı için koparılmış ve âşıkların üzerinde uzandığı çimler ezilmiş, o zaman yapacak bir şey yok! Bu aşklar meşkler ve kızlı erkekli ortamlar böyle devam edemez. Devlet halkın ahlakını ve bir de çimleri korumak zorundadır.


Düpedüz komik aslında. Yine de Muammer Güler “kızlı erkekli evlerin terör örgütleri tarafından kullanılması”ndan söz ederken insanın neşesini koruması zor oluyor. Bu açıklamaların üzerimizde en hafif ifadesiyle “bunaltı” yarattığını söylemek lazım. Haberin bütün televizyonlarda bangır bangır yayınlandığı günün ertesinde bir arkadaşım şöyle dedi: “En kötü kabuslarımın saklandıkları köşeden çıkmış üzerime geldiğini hissediyorum.”

Bu konuşmanın üzerine, ben de aynı şeyi düşündüğümü fark ettim. Öğrenciliğimin kötü anıları birbiri ardından kopup geliyordu. Erkeklerle konuşuyorum diye beni babama şikayet etmeye kalkıp sonra kendisi “çıkma” teklif eden mahallenin delikanlı abisi. Okula giderken bindiğim belediye otobüsünde edep yerlerini hayasızca orama burama dayamaya çalışan adamlar. (Aynı adamlar, sevgilinizle kol kola oturuyorsanız sizi ayırmak için ellerinden geleni artlarına koymazlardı.) Önce “Öğrenciye ev yok!” diyen, sonra “Buluruz bir yolunu,” diye göz kırpan emlakçı. “Kaç kişi kalıyorsunuz?” bizi sorguya çeken kapıcı. Eski kiracısının açtığı davayı düşürebilmek için, bizi polis çağırmakla tehdit ederek korkutup kaçırmaya çalışan ev sahibi. İkametgah almak için gittiğimde, “İsminiz ‘gururlu kadın’ anlamına geliyor, ama bir bakmamız lazım gerçekten gururlu musunuz,” diyerek yılışan mahalle muhtarı.

Hepsini birden hatırlayınca hastalanır gibi oldum. Bir süredir ufak ufak yoklayan mide bulantısı iyice kendini hissettirdi.

Anladım ki arkadaşım haklıydı: Bu adamlar ve onların temsil ettiği zihniyet hep oradaydı aslında. Yüzeydeki medeniyet cilasının hemen altında. Biraz kazıdığınız zaman hemen görebilirdiniz onu. Biz kadınlar görmek için pek uğraşmadık. Zaten gözümüze sokuldu. Hissetmek için alim olmaya gerek yoktu. Çarşılarda, mağazalarda, sokaklarda sürekli fırsat kollayan eller, kollar, bacaklar, bizi bekliyordu. Hiçbiri olmasa üzerimize yapışan bakışlar peşimizi bırakmıyordu.

Öfkemi bir tarafa bırakıp sakin bir şekilde düşünmeye çalıştım. Sonunda şu karara vardım: Bu vakte kadar kuytularda gizlenmiş bir canavar artık bütün cüssesi ile karşımızdadır. Bu hükümetin yalnızca kadınlara değil, iyi ve güzel olan hiçbir şeye (aşka, umuda, neşeye) tahammülü yoktur. Üstelik artık bunu açık açık beyan etmektedir.

Dahası, kimilerinin sandığı gibi, bu müdahalenin ve onun yüreklendirdiği taciz hikayelerinin nesnesi “bazı” kadınlar değildir. Aslında sadece kadınlar bile değildir. Hangi koşullarda yaşarsa yaşasın, hangi sınıfın ayrıcalıklarından yararlanıyor olursa olsun, ya da bedenini ne kadar örterse örtsün, bu zihniyet sürdükçe her kadın tacize maruz kalabilir. Bunu bütün kadınlar bilir. Ama bu müdahalenin etki alanı bundan daha geniştir. Erkekler de ondan paylarını alacaklar ve yaşam alanlarının daraldığını fark edeceklerdir.

Başbakan Erdoğan’ın “kızlı erkekli” hamlesinin açılımı bence budur. Hükümet bu vakte kadar gizli gizli tutucu olmuş bu topluma kendi işini kolaylaştıracak bir şekil vermeyi aklına koymuştur. Bu vakte kadar sokaklarda gelişigüzel bir şekilde yaşanan bu başıbozuk muhafazakarlık, anlaşılan artık devlet eliyle ve birtakım kurumlar marifetiyle derlitoplu bir şekilde icra edilecektir.

Hayatın edebiyattan esinlendiği söylenir. Buna her gün biraz daha inanasım geliyor. Aşk Sağlığı Enstitüsü’de, beş senelik kalkınma planları da, “muhafazakar demokrat” hükümetimizin bundan sonraki icraatları arasında olacak gibi görünüyor.

Yukarıda alıntıladığım bölümün sonunda, gözaltında yaşanan bu aşkları bir bir sıraladıktan sonra, şöyle der Oğuz Atay, “ Uzun sözün kısası, nefes alışın bile izleniyor Selim.”

Hakikaten öyle be, Selim! Nefes alışımız bile izleniyor.

Saturday, November 09, 2013

Bûka Baranê: Gökkuşağının Çocukları




BirGün Pazar
2 Kasım 2013


Geçen sene eski bir öğrencim bana ulaştı. “Hocam bizim filmimiz çıktı. Haber vereyim dedim,” dedi.

Bûka Baranê ile böyle tanıştım. Ve bir zamanlar öğrencim olmuş genç bir adam hakkında aslında ne kadar az şey bildiğimi de böylece anlamış oldum.

Kürtçe’de Yağmurun Gelini (yani gökkuşağı) anlamına gelen Bûka Baranê, 1989 yılında Hakkari’nin Yüksekova ilçesinin Befircan ya da Türkçe adıyla Karlı köyünde ilk okul öğrencilerinin okul bahçesinde çektirdikleri bir fotoğraf ile başlıyor. Ardından, güleç yüzleriyle gökkuşağının altında poz veren çocukların yanından ayrılıyor ve bu olaydan 23 sene sonraya gidiyoruz. Bu çocuklardan biri, yine o fotoğraftaki bir başkasının düğünü için köye dönüyor ve hikaye açılıyor.

Dilek Gökçin'in yönettiği ve gökkuşağının altındaki çocuklardan biri olan gazeteci İrfan Aktan'ın metin yazarlığını yaptığı Bûka Baranê’yi izlerken, bu ülkede bazı çocukların zamanından önce büyümek zorunda kaldığını bir daha anlıyoruz. 90’lı yılların başında Irak sınırındaki bu köyde yaşayan ve daha küçücük birer çocukken savaşla, kayıplarla ve ölümle tanışan bu genç insanların yanına götürüyor bu film bizi. Her gece çatışma seslerini dinleyerek uyumaya çalışan, bilmedikleri bir dilde ders görüp sınava giren bu çocukların hayatta (başka bir yerde akan uzak bir hayatta) tutunabilmek için verdikleri mücadeleye şahit oluyoruz.

Filmden çıkınca, çocukların gökkuşağının altındaki ışıl ışıl yüzlerine bir daha baktım. Herhangi bir okul fotoğrafından farkı yoktu. Bütün ilk okul fotoğrafları gibi bu da biraz hüzünlü ve biraz komikti. Yakalar kaymış, façalar bozulmuş, bir kız çocuğu muhtemelen annesi öyle tembihlediği için hırkasını çıkarmamıştı. Kimi öğrenciler futbol takımı gibi çömelmiş, kimileri arkada mahçup bir şekilde durmuştu. Öğrencimin yüzünü onların arasında buldum. Küçük muzip bir çocuk. Seneler sonra karşıma çıkan kendinden emin genç adamın ifadesini bu yüzde bulur gibi olup sevindim. Ama ben onu bilememiştim işte. Nerelerden geldiğini, neler yaşamış olabileceğini hiç kestirememiştim. Bunu düşünmek ağır geldi.

Filmden sonra bir kez daha konuştuk. “Çok karanlık bir dönemdi,” dedi bana. “Ve umutsuzluk doluydu. Siz bile bilmiyordunuz ki, hocam. Siz bile anlamazdınız ki!” Bunu duyunca üzüntüm daha da arttı. Ama ikimiz de biliyorduk ki, haklıydı. Filmi seyrettikten sonra bunu daha iyi anlamıştım. İnsanların her gün ölümle burun buruna yaşadığı bir coğrafyada büyümemiştim ben. Çocukluğum bambaşka bir iklimde geçmişti. Geri dönmeyi isteyebileceğim bir kaygısızlık ve haytalık içinde hem de. Bir çocuğun yaşaması gerektiği gibi.

Bu hafta gazetelere yansıyan bir haberle beraber içim burularak seyrettiğim bu filmi ve gökkuşağının çocuklarını bir kez daha hatırladım: Hakkari'nin Şemdinli ilçesinde, iki küçük çocuk arazide buldukları ve oyuncak zannettikleri bir el bombasıyla oynamaya başlamışlardı. Bombanın patlaması sonucu sekiz dokuz yaşındaki Tayfun Can yaralanmış, sekiz yaşındaki Behzat Özer ise hayatını kaybetmişti. Habere eşlik eden fotoğrafın bir köşesinde Behzat’ın cansız bedeninin sarıldığı bir battaniye duruyordu. Diğer tarafta ise acıdan büzülmüş ve ne yapacağını bilemeyen bir adam vardı.

Cumhuriyet Bayramı kutlamalarıyla ilgili haberlerin arasından çıkan bu fotoğrafa uzun uzun baktım. Arkadan korna sesleri gürültüler geliyordu. Beşiktaş’taki Cumhuriyet Konseri başlamış olmalıydı. Gün boyu sokakta hareket bitmemiş, hükümet yetkilileri ve halk ayrı ayrı bayram kutlamış, galiba şimdi de fener alayı hazırlıkları yapıyorlardı. Benim gözümün önünde ise artık başka bir geçit töreni vardı:  Lice'de hayvanlarını otlatırken meydana gelen patlamada hayatını kaybeden Ceylan Önkol ile Uludere’de öldürülen ve yaşları 12 ile 19 arasında değişen 20 çocuğun başını çektiği bir geçit töreniydi bu. Şimdi aralarına Behzat Özer de katılmıştı. Bütün bu ölü çocuklar. Bu ülkenin çocukları. Gökkuşağının çocukları.

Gidip filmin afişindeki o fotoğrafı buldum. Bir daha bakmak istedim ona. Bazı çocukların bu felaketin arasından sıyrılıp kendilerine bir gelecek kurabileceklerine dair inancımı tazelemek için olsa gerek. Sonra oturup filmin tanıtım sayfasında “Bu filmi niye çektik?” sorusunun altında yazanları bir kez daha okudum. Bir kısmını sizinle de paylaşmak istiyorum:

“Resmi olarak ‘bu ülkenin geleceği’ kabul edilen çocuklar ne yazık ki bu ülkenin her yerinde benzer hayatlar yaşamıyor. Biz Hakkari’nin (Colemêrg) Yüksekova (Gever) ilçesinin Karlı (Befircan) köyünde büyüyen çocukları belgeledik. Nasıl bir baskıya maruz kaldıklarını siz de izleyeceksiniz. Bu köyde yaşananlar istisna değil. Bölgedeki yüzlerce köyde binlerce çocuk benzer koşullarda büyüdü. [...] Kulak verenler neler yaşandığını duysun, ‘terörle mücadele’ adı altında sivil halkın nelere maruz kaldığını anlasın ve bunlar asla bir daha yaşanmasın diye bu filmi çektik.”

Bûka Baranê ekibi, bu filmin Türkiye’de yaşayan halkların birbirini anlamasını kolaylaştırmasını ve demokratik, eşitlikçi, adil bir toplumun oluşmasına katkıda bulunmasını dileyerek sözlerini tamamlıyor. 

Benim de Cumhuriyet’in bundan sonraki yılları için dileğim budur: Bu topraklarda doğan bütün çocukların, gökkuşağının altında kaygısız bir şekilde gülümseyebildiği bir ülkede yaşamak istiyorum.

Arka Kapak Yazıları


BirGün Pazar
26 Ekim 2013


2001’de basılan The War Against Cliché (Klişe ile Mücadele) adlı inceleme ve denemelerden oluşan kitabında, İngiliz yazar Martin Amis, edebiyatın en önemli görevinin sıradanlıkla savaşmak olduğunu söyler.

Kitaba adını veren deneme, James Joyce’un romanı Ulysses’e yazılmış bir övgü kasidesi sayılır. Amis, Joyce’un romanının “klişeye karşı yürütülmüş bir kampanya” sayılabileceğini iddia ettikten sonra şunları söyler:

“En ideal haliyle, yazma eyleminin tümü klişeye karşı bir kampanya sayılır. Sadece kalemden çıkan klişe değil, zihinden ve kalpten çıkan klişe de söz konusudur burada. Bir şeyi eleştirirken, genellikle kullandığı klişelere değinirim. Bir şeyi överken de aksini yaparım: Yani metin tazeliğinden, enerjisinden ve sesinin geride bıraktığı titreşimlerden söz ederim.”

Ne yazık ki klişeler edebiyatın her yanına yayılmış durumdadır. Hatta bu sıradanlaşmış ve kalıplaşmış ifadeler, kitapların içleri kadar dışlarını da tehdit eder.
Kitap tanıtımlarında ve arka kapak yazılarında kullanılan dil bunun en güzel örneğidir.

Geçenlerde, bir kitapçının “Yeni Çıkanlar” rafındaki kitapları karıştırırken, arka kapak yazılarının ne kadar eğlenceli olduğunu fark ettim. Bir süre sonra o kadar hoşuma gitti ki, başka raflara da uzanıp elime geçen bütün kitapların arkasını çevirdim ve tanıtım yazılarını bir bir okumaya başladım.

Birinin arkasında şöyle yazıyordu: “Tarihin acılarından kaçarken aşka tutunan bir kentin çarpıcı öyküsü...” Bu herhalde kabaca şöyle bir şey demekti: Bolca siyasi entrika, birtakım kılıçlı ve miğferli adamlar, karanlık dehlizlerde kovalamaca sahneleri ve uçuşan ipek elbiseleri ile erotik dokunuşlar yaratan soylu kadınlar.

Bir başkası ise, “Ölmeden Önce Okumanız Gereken Binbir Kitaptan Biri!” olduğunu iddia ediyordu. Hem de kalın siyah harflerle. Kitabı elimde şöyle bir evirip çevirdim. Bu haliyle ilk binin içine girmesi imkansız, diye düşündüm. Sıralamaya bin birinci kitap olarak girmiş olsa gerekti.

Elime aldığım bir diğer kitabın arkasında aynen şu yazıyordu: “Philip Roth, Milan Kundera ve James Joyce Esintileri Taşıyan Bir Roman.” Dur ne yapıyorsun, diye sormak geldi içimden. Hem Roth hem Kundera? Bunların üzerine bir de Joyce, ha? Bu üç yazar hangi evrende bir araya gelebilir ki? Hadi onlar geldi diyelim, eğer romancı bütün bunları kitabına koyduysa, kendini nereye sığdırmış olabilir? Bu arka kapak yazısını yazan kişiyi merak ettim doğrusu. Kitabı aynı derecede merak ettiğimi söyleyemeyeceğim.

“Son On Yılın En İyi Çıkış Romanlarından Biri!” diye bağıran kapak yazısı, kafası karışık genç biri tarafından yazılmış kafası karışık genç insanlar hakkında bir roman okuyacağımız duygusunu uyandırırken, “Özgün bir roman!” ifadesi de muhtemelen doğru dürüst bir olay örgüsü olmayan garip bir hikaye ile karşılaşacağımızı ima ediyordu.

Bir diğeri “sıcacık ve yürek burkan bir hikaye” anlattığını söylüyor, bunun “ruhumuza işleyeceğini” iddia ediyordu. Bunu görünce, kitabın küçük bir İrlanda kasabasında geçtiğini, kişilerinin yoksul insanlar olduğunu ve en az birinin öykü esnasında aramızdan ayrılacağını düşündüm. Çünkü daha fazla kişi ölecek olsa, arka kapak yazısını hazırlayan kişi böyle demez, “Sarsıcı bir roman!” “Derinden etkileneceksiniz!” “Unutulmaz bir final!” falan gibi bir şeyler söylerdi herhalde.

“Elinizden bırakamayacaksınız,” “Sırlarla dolu karanlık bir anlatı” ya da “Doludizgin bir macera!” gibi ifadelerle süslü kitapları hızlıca geçtim. Çok satanlar kendilerini hemen belli ediyordu. Ama yazarın samimiyetinden dem vuran bir kapak yazısı görünce, elimde olmadan duraksadım. Aklıma Nabokov’un o şeytani lafı geldi: Eğer bir eleştirmen bir yazarı “samimi” diye tarif ediyorsa, ya eleştirmen safdillik ediyordur ya da yazar.

“Etnik tınılarla süslü bir öykü” diye kitabını tanıtan editöre yüksek sesle bir “Pes!” çektim. Kitabın satış grafiğini yükselteyim derken, onu sonsuza dek lanetlemişti. İyi bir hikaye olsa bile, bu tanıtımdan sonra evrensellik iddiası taşıyamayacak ve büyük ihtimalle “dünya edebiyatı” başlığı altında arka raflarda çürümeye terk edilecekti. “Otantik” ya da “etnik” diye tarif edilen bir kitabın ancak yemek kitabı olarak bir geleceği olabilirdi çünkü.

Yine de arka kapak yazıların insana hiç fikir vermediğini söylemek haksızlık olur. Yukarıda lafını ettiğimiz yazıların her biri bize kitaba dair bir şeyler söyler. Hatta bazıları hızını alamayıp kitabın konusunu olduğu gibi anlatmakla kalmaz, katilin uşak olduğunu da laf arasında kulağımıza fısıldayıverir. Yine de tanıtım yazıları eğlencelidir. Hatta bir gün arka kapak yazılarından oluşan bir roman bile yazılabilir. Onun da arkasına şöyle yazarlar herhalde: “Benzersiz bir roman! Kategorileri zorluyor.”

Fakat bütün iyi okuyucular bilir ki, bir kitaba dair fikir edinmenin en isabetli yöntemi, onu açıp okumaya başlamaktır. İlk birkaç sayfadan sonra hala okumak istiyorsanız, o kitap sizinle gelecek demektir. Kapağında ne yazarsa yazsın.