Tuesday, October 30, 2012

Orta Yaş

BirGün
28 Ekim 2012

Üniversitedeki ilk öğrencilerim artık otuzlu yaşlara geldiler. Otuz yaşında olmak zordur. Bir ipi bırakıp bir başkasını tutmak gibidir bazen. Her zaman dengede duramaz insan.

Benim öğrencilerden bazıları da havada kalmış olsalar gerek ki, şu aralar göçmen kuşlar gibi etrafımda uçuşuyorlar. Biri geçen gün bana şöyle dedi: “Hocam, kendimi bir roman karakteri gibi hissediyorum.” “İyi ya!” diyecek oldum, susturdu beni. “Yok öyle değil,” diye atladı hemen. “Ben başarısız bir roman karakteriyim. Kitabın ortasına geldik, hâlâ bir numara yok.” Kendinden ne tür bir numara bekliyorsa artık, bir müddet sessizce oturdu. Sonra da fırlayıp gitti.

Aynı hafta içinde, kendine has karakteriyle beni hep gülümsetmiş olan bir başkası şunu söyledi: “Siz beni harika biri zannediyorsunuz ama öyle değilim. Sizi bile hayal kırıklığına uğrattım.” Bunun üzerine oturup bir güzel ağladı. Ağlayana hiç dayanamam. Hele sevdiğim biriyse. Dolayısıyla, ikinci kupleden sonra ben de ona eşlik ettim.

Bir diğeri de beni ziyaret etmek için okula kadar gelip, “Hepimiz öleceğiz!” dedi ve gözlerini açıp bana uzun uzun baktı. “Bir çay daha ister misin?” dedim ben de.

Gençliğin sona ermesi hüzünlüdür. Bu konuda benden beklenen kılavuzluğu yapabiliyor muyum, emin değilim. Üstelik kendi gençliğimle daha yeni yeni vedalaşabilmişken. Yine de her birini gönülden sevdiğim bu genç insanların bana anlatmaya çalıştıkları şeyi anladığımı düşünüyorum.

Gençken sınırsız olasılıklarla dolu bir dünyada yaşadığımıza inanırız. Gitmediğimiz bütün yollar hâlâ açık bir şekilde önümüzde durmaktadır. Hayat sürprizlerle doludur ve bizi beklemektedir. Ancak öyle bir gün gelir ki, bir şeylerin ortasında olduğumuzu hissederiz. Artık olayların başladığı yerde değilizdir. Sonsuz zamanımız yoktur. Seçmediğimiz olasılıkların silikleşip yok olduğunu, gitmediğimiz yolları bir daha asla yürüyemeyeceğimizi anlarız. Önümüzde daha önce farkına varmadığımız bir ufuk çizgisi belirir. Bunu düşündükçe irkiliriz.

Kendi sonluluğumuzla yüzleştiğimiz andır bu. Sonrası çorap söküğü gibi gelir. Dünyanın artık bize ait olmadığı hissine kapılırız. Okulda oturduğumuz sıraları başkaları doldurmuştur. Parklarda başkaları dolaşmaktadır sevgilileriyle. Bizim zamanımız geçmiş gibidir. Tanıdık yüzler birer birer yok olur. Başarılarımız, küçük kazanımlarımız önemsizleşir. Acaba bir şeylere geç mi kalmışızdır? Acaba bir şeyleri eksik mi yapmışızdır?

“Hiç Gitmediğim Yer: Kahramanın Yolculuğu” adlı kitabında Thomas Van Nortwick, Gılgamış’a olanın tam da bu olduğunu söyler. Efsaneye göre, Uruk Kralı Gılgamış yakın dostu ve kardeşi saydığı Enkidu’nun ölümüyle derinden sarsılır. Günlerce arkadaşının ölüsünün başında bekleyip onun kendisiyle konuşmasını bekler. Ancak Enkidu karanlığa karışmıştır, bir daha geri dönmeyecektir. Sayısız zaferler kazanmış, tanrılara kafa tutmuş ve o ana kadar sonsuz olduğunu düşündüğü gücünün tadını çıkarmış olan bu büyük kahraman, böylece “sınır”la tanışmış olur. Enkidu’yu geri getirmek mümkün değildir. Üstelik, ölüm denen bu felaket belli ki onun da başına gelecektir. Bunun üzerine, Gılgamış sahip olduğu her şeyi bir kenara bırakır, ölümsüzlüğün sırrını aramak üzere sonunu kestiremediği bir yolculuğa çıkar.

İşte bu yolculuğa orta yaş krizi diyoruz. Yani bir açıdan bakınca öyle.

Yolculuğun sonunda ölümsüzlük yoktur. O, bize verilmemiştir. Onun yerine teselli ödülü olarak elimize tutuşturulan şudur: Hayatın ortasına geldiğimizde, sınırlarımızı görmüş, neyi yapıp neyi yapamayacağımızı daha iyi anlar olmuşuzdur. Artık kim olduğumuza dair bir fikrimiz vardır. Yirmili yaşların sersemliği ve bulanıklığı dağılmış, görüş mesafesi artmıştır. Böylece yepyeni bir farkındalık kazanırız.

Nortwick bunun için şöyle diyor: “Artık neysek oyuzdur; ne yapabileceksek sadece onu yaparız. Kendimizi ya da başkalarını, eksik kalmış tanrılar gibi görmek yerine, kusurlu ama gerçek insanlar olarak algılarız.”

Bu kabulleniş, acı verici olsa bile, duygusal olgunluğa ulaşmak için gereklidir. Çünkü bunun gerçekleşmediği koşulda, kendimizi asla olduğumuz gibi bilemeyiz. Bundan sonra yürüyeceğimiz yolları seçemeyiz.

Halbuki bir şeyin ortasına geldiyseniz eğer, daha gidilecek yollar var demektir. Hâlâ bir takım olasılıklar durur önümüzde. Bunlardan seçip ayıklayıp hayatımızın geri kalanını ortaya çıkarmamız gerekir.

O zaman bu bilgiye kucak açmakta fayda vardır. Ölümsüzlükle boy ölçüşemez belki. Ama yine de işe yarayabilir.

Wednesday, October 24, 2012

Açlık Ustası

22 Ekim 2012
BirGün


“Açlık Ustası,” Franz Kafka’nın ölmeden önce yazdığı son hikâyelerden biridir. Viyana’da bir sanatoryumda, bütün vücudunu ele geçirmiş olan tüberkülozla mücadele ederken tamamlamıştır bu hikâyeyi.

Kafka’yı yatağında son düzeltmeleri yaparken hayal ediyorum. Sinsice ilerleyen hastalık artık son evresine girmiş ve yazarı neredeyse tümüyle tüketmiştir. Bir süredir yemek yiyemediği için yavaş yavaş erimekte, her gün biraz daha ölüme yaklaşmaktadır. Sesinin duyulacağına inancı yoktur. Duyulsa bile anlaşılacağına ihtimal vermez. Daha bir süre önce umutsuzluğa kapılmış ve sevgilisi Dora’dan bütün kitaplarını yakmasını istemiştir. Ancak yine de bu hikâyeyi düzeltip baskıya hazırlamaktan alamaz kendini.

Karakterleri gibi mükemmeliyetçi ve titizdir Kafka. Onlar gibi inatçıdır. Kolay vazgeçmez. Ölümün eşiğindeyken bile. 

“Açlık Ustası,” halkın gözü önünde kırk gün kırk gece kendini aç bırakan bir adamın hikayesidir. Onun sanatı budur. Kasaba meydanında bir kafesin içinde sessizce tutar orucunu. Çocuklar, yetişkinler, hatta yürümekte zorlanan yaşlılar bile gelip bu müthiş ustayı görmek isterler. Çoğu onun sabrına ve inadına hayret eder. Kimileri açlık ustasının gizlice bir şeyler yediğini düşünse de, hepsi bu gösteriyi merakla izler.

Ancak zamanla halkın ilgisi azalır. Gün gelir kimse açlık ustasının yüzüne bile bakmaz olur. Böylece, iyice gözden düşen bu adam, çeşitli hayvanların teşhir edildiği bir sirkte bulur kendisini. Fakat günler geçse de, kimse onun varlığını fark etmez. Herkesin derdi günü sirk hayvanlarını görmektir. Halkın ilgisi ve merakını çekmek bir yana, tamamen yalnız kaldığını anlayan açlık ustası yine de orucunu bırakmaz, sonuna kadar inatla devam eder. 
                                                                                                          
“Açlık Ustası,” bir çok farklı şekilde okunabilecek zengin metaforlarla dolu çarpıcı bir hikâyedir. Ben bu hikâyeyi daha çok, Kafka’nın okurlarına yazdığı bir son mektup gibi okumayı tercih ederim. Sesinin duyulmayacağından emin olsa da, seslenmeye devam eden birini hatırlatır bana bu metin. Fark edilmeyeceğini bilmesine rağmen gösterisine devam eden açlık ustasının da yazarın bir yansıması olduğunu düşünürüm.

Fakat bu sefer beni bu öyküye götüren şey, bir süredir cezaevlerinde devam eden açlık grevlerinin artık tehlikeli bir dönemece girmiş olması oldu. PKK ve KCK davalarının tutuklu ve hükümlülerinin 12 Eylül’de başlattığı süresiz açlık grevi, 58 cezaevinde 483 tutuklu ve hükümlü tarafından 38 gündür sürdürülüyor. Bu, Türkiye hapishanelerinde yaşanan ilk açlık grevi değil. Gazetelere göre, 1980 yılından bu tarafa cezaevlerinde 144 kişi açlık grevleri ve ölüm oruçları nedeni ile yaşamını yitirmiş. Eğer Kürt sorunun çözümünde yapıcı bir adım atılmaz ise, bu eylem de oraya doğru gidecek gibi görünüyor.

Ölüm orucuna yatanların, anadilde savunma ve eğitim hakkının tanınması gibi bir takım demokratik talepleri var. Ama en temelinde, özgürlük istiyorlar. Buna ulaşamazlarsa başka şeylerle oyalanamayacaklarını, özgür olmadıkları sürece ölümü yeğ tutacaklarını söylüyorlar bize. Aradıklarını bulamazlarsa, sonsuz bir inatla oruçlarına devam edecekler. Kamuoyunun ilgisizliğine rağmen, başka türlüsü artık mümkün olmadığı için açlık grevlerini sürdürecekler.

Kafka’nın “Açlık Ustası”na geri dönersek, öykünün sonuna doğru onu, herkesin önünden kayıtsızca yürüyüp geçtiği o demir kafeste yavaş yavaş yok olurken görürüz. Seyircinin ilgisini çekememiştir belki ama inatla orucuna devam etmiştir. Günün birinde sirkin çalışanları onu samanların altında neredeyse açlıktan eriyip bitmiş halde bulurlar.

“Neden oruç tutuyorsun?” diye sorarlar ona. “Çünkü başka türlüsü mümkün değil,” diye cevap verir, açlık ustası. “Peki, neden mümkün değil?” der bekçiler biraz da dangalakça. “Çünkü aradığım yiyeceği bulamadım,” diye fısıldar açlık ustası son nefesini verirken, “bulabilseydim eğer, inanın bana ben de sizin gibi sofraya atılır tıka basa doldururdum midemi.”

İçerdiği şiddeti ve olası sonuçlarını düşününce, açlık grevlerini onaylamak mümkün değil. Ancak, tutukluları ölüm orucuna götüren nedenleri görmezden gelemeyiz. Hayata sırtını dönmek kolay değildir. Fakat özgürce ve insanca yaşama hakkından mahrum edilen birinin, bunu yapmasına şaşırabilir miyiz? En temel gıdasından yoksun kalmış kişinin, onun dışındaki her şeyi reddetmeye hakkı yok mudur? Yokluğunu çektiği şeyi bulana kadar hiçbir şey yememeye karar vermiş olamaz mı?

Açlık ustasının yaptığı gibi. 

Tuesday, October 16, 2012

Sütsüz Kahve

14 Ekim 2012
BirGün

Üniversitede bir arkadaşım kızın birine sırılsıklam aşık olmuştu. Kendi sınıfından olmayan birine vurulanların yaşayacağı kırgınlıkla karışık hayranlığı taşıyordu ona karşı. Kızı arada bir kantinde görüyorduk. Uzun sarı saçlarını savurarak önümüzden geçiyor ve biz çaylarımızı bezgin bezgin yudumlarken, kasaya yaklaşıp kahvesini alıyordu. 

Çok alımlı, çok güzeldi gerçekten. Hayatta hiç yokluk çekmemiş olanların özgüveniyle yürüyordu. Kalçasına dayayarak taşıdığı kitapları, yarı inik gözkapaklarının altından kayıtsızca bakan gözleri ve o dönemde bir fetiş nesnesi sayılan şık süet montuyla kusursuz görünüyordu. O, kahvesi elinde salınarak çıkıp giderken biz arkasından bakakalıyorduk. 

“Sütsüz içiyor,” diyordu arkadaşım içini çekerek. “Bu kızlar böyledir. Sade kahve içerler.”

Sonra oturup “bu kızlar”a dair konuşuyorduk. Arkadaşımın bu konuda bir teorisi vardı. Kimi insanlar o kadar tamdılar ki, hiçbir şeyin eksikliği onları etkilemiyordu. Daha baştan tam yaratılmıştı onlar. Doğru yere doğmuşlardı. Bir de hayata bir şeyin eksikliği ile adım atmış olanlar vardı – bu noktada “yani bizim gibi,” deyip bana manalı manalı bakıyordu – işte onları bütünlemek asla mümkün olmuyordu. Kendilerini ne kadar tamamlamaya çalışırlarsa çalışsınlar, her zaman biraz eksik, biraz güdük kalıyorlardı. Onun için bizim bu kızın “sade kahve”li varoluşuna ulaşmamız olanaksızdı. O kız tanım olarak “tamam” olduğu için, asla bir şeyin yoksunluğunu duymayacaktı. Biz ise ne zaman sade kahve içsek, onun “sütsüz” olduğunu düşünerek kendimizi bu eksiklik üzerinden tanımlayacaktık. Asla gerçek bir “sade kahve insanı” olamayacak, her zaman gizli gizli sütlü kahvenin daha iyi olabileceğini düşünecektik. 

Her şey çok basitti. Aradaki fark buydu. “Bu kızlar” tam da bu nedenle ulaşılmazdı.

Seneler sonra, Zizek’in kitabı “Less Than Nothing: Hegel and the Shadow of Dialectical Materialism” (Hiçten de Az: Hegel ve Diyalektik Materyalizmin Gölgesi) elime geçtiğinde, yukarıda anlattığım hikayeyi yeniden hatırladım. Acı bir gülümsemeyle hem de. Çünkü Zizek’in bu kitapta değindiği diyalektik tanımı, arkadaşımın varlığımızı “eksiklikler” üzerinden anlatma gayreti ile birebir örtüşüyordu. Hem de verdiği örneğe kadar. 

Zizek bu kitapta olumlayan bir şey olarak düşünülmesi gereken “yokluk” kavramı üzerinde duruyor. Hegel’in diyalektik anlayışının bu kavrama dayalı olduğunu anlatırken de, Lubitsch’in Ninotchka adlı filmindeki bir sahneye gönderme yapıyor. 

Ninotchka’nın bir yerinde, filmin kahramanı kafeteryaya girer ve şöyle der: “Kahve istiyorum. Kremasız olsun, lütfen!” Garson da öteden seslenir: “Kusura bakmayın! Kremamız kalmadı. Sütsüz olsa olur mu?”

Bu basit şakanın altında önemli bir gerçek vardır, der Zizek. Bu adam her iki koşulda da kahvesini sade içecektir. Ancak, kahveyi neyin eksikliğinin tanımladığı önemlidir. Biri kremanın yokluğu üzerinden tanımlanmışken, öteki sütün eksikliği ile belirlenmiştir. Ve bu ikisi asla aynı şey değildir. Çünkü farklı yoklukların izini taşırlar. 

Yukarıdaki örnek, yokluğun varlığı tanımlıyor olduğunu anlatması açısından ilginçtir. Zizek haklıdır. Diyalektik süreci anlamanın yolu olumsuzluğun bu süreçteki rolünü kavramaktan geçer. Kişi kendini tanımlayan yoksunluk/eksiklik üzerinden büyür, dönüşür ve şekillenir. Hiçbir eksiği olmayan -ya da bunun olmadığı hissiyle yaşayan- şahıs ise olsa olsa kerameti kendinden menkul biri olarak hep aynı yanılsamanın içinde kalacaktır. 

Arkadaşımın anısını tazelemek adına, “bu kızlar” hikâyesine geri dönersek, onların hayatta pek de bir yol kat etmediklerini söyleyebiliriz. Muhtemelen hala bir kafeteryanın köşesinde, bir ellerinde sade kahve, öbür ellerinde kalçalarına yasladıkları birer laptop salınıp durmaktadırlar. Elbette hala alımlı, hala güzeldirler. Hayat dokunmaz böylelerine. Her türlü yoksunluğun varlığından habersiz, bu bilginin yaratacağı bütün gerilimlerden uzak ve yine onun sağlayacağı bütün gelişmelerden muaf yaşayıp giderler.

Arkadaşım maalesef artık hayatta değil. Mümkün olsaydı, ona Zizek’in kitabını hediye ederdim. Bir de elbette şunu sormak isterdim:

Sütün eksikliğini hiç duymamış birinin, sade kahve içmesinin bir kıymeti olabilir mi?

Monday, October 08, 2012

Çehov'un Silahı

BirGün
7 Ekim 2012

Tiyatroda dramatik kurgunun esası olan basit bir ilke vardır: eğer oyunun ilk perdesinde bir silah gösterirseniz, o silahı bir sonraki perdede ateşlemeniz beklenir.

Bunun iki pratik faydası vardır. Birincisi, oyunun ilerleyen aşamalarından birinde silahı patlattığınızda, seyirciyi buna çoktan hazırlamış olursunuz. Seyirci ne de olsa silahı daha evvel görmüş, böyle bir şeyin olabileceğini hissetmiştir. İkincisi ise, yazarın mahareti ile ilgilidir. İyi bir yazar, daha sonra kullanmayacağı bir detayı oyunun içine yerleştirmez, anlamı gereksiz yere çoğaltıp kalabalıklaştırmaz. Bunun yerine, oyunun atmosferini kuvvetlendirecek ya da nihayetine işaret edecek ayrıntıları tercih eder.

Bu prensip ilk kez Rus oyun yazarı Anton Çehov tarafından dile getirildiği için, “Çehov’un Silahı” adıyla anılır.

Bu hafta Suriye ile yaşanan gerginliğin ertesinde, geçtiğimiz perşembe günü, TSK'nın yabancı ülkelere gönderilmesi ve görevlendirilmesine dair hükümete bir yıl süreyle yetki verilmesini öngören tezkere, TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildi.

Bunun üzerine Çehov’un silahını bir kez daha hatırladım.

Çünkü bu tezkerenin meclisten geçmesiyle beraber, Türkiye’nin Suriye ile bir savaşa girme olasılığı da ilk kez bu kadar açıkça dile getirildi. Başbakanlığın sunduğu bu tezkerede, Suriye'de devam eden gerginliğin Türkiye’nin ulusal güvenliğini olumsuz yönde etkilediği ifade ediliyor ve topraklarımıza yönelik saldırgan eylemlerin artmasına karşı tepkisiz kalınamayacağından söz ediliyordu.

AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik ve diğer partililer her ne kadar bunun bir savaş tezkeresi olmadığını söyleseler de, bu cuma Başbakan’ın “Savaştan uzak değiliz” açıklamasıyla böyle bir felaketin olasılığı ile gerçekten baş başa kaldığımızı fark ettik.

Şu ana kadar yapılan açıklamalardan öyle anlaşılıyor ki, Başbakan ve AKP’liler, bu oyunun ilk perdesinde silah göstermek konusunda kararlılar. Ortadoğu’da işlerin bu kadar sarpa sardığı, ortalığın iyice ısındığı bir zamanda tansiyonu daha da yükseltecek bu hareket ne derece mantıklıdır bilmiyoruz.

Gerçi mantık, AKP hükümetinin kuvvetli tarafı olmadı hiçbir zaman. Şu ana kadar, yanlış analojiden tutun da (“içkiyi içen, gazı kullanan ödesin”), hatalı nedenselliğe (“Behzat Ç. evlilik dışı ilişkiye özendiriyor”), ya da döngüsel açıklamalara (AKP iyidir çünkü halkın partisidir ve halk iyidir çünkü AKP’yi destekliyor) kadar her çeşit mantık hatası yapıldı.

Bunca yanlış çıkarımdan sonra, bizi bir de totoloji bekliyormuş meğer. Başbakan, savaş olasılığını değerlendirmesini isteyen gazetecilere, ülke içinde ve dışında barış talebini dile getirenleri de dikkate alarak şu cevabı vermiş: “Birileri bize, ‘Yurtta sulh cihanda sulh,’ diyor. ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ sulhun egemen olduğu yerde olur. Bizim can damarımıza bastıkları yerde sulhu konuşamayız."

Yani sulhun olduğu yerde sulh olur, olmadığı yerde savaş olur diyor. Güzel. Ama söz, hiç gereği yokken yinelenip, herhangi bir ek bilgi içermeyen şekilde tekrar kullanılmasaydı keşke. Yani barış barıştır, savaş da savaş demenin kime nasıl bir faydası olabilir? Bunu anlamak mümkün değil. Başbakan genellikle yaptığı gibi, hiç tartışmaya açık olmayan ama hiç de yeni bir şey söylemeyen bir söylemle çıkıyor karşımıza.

Üstelik herkes bilir ki, barış zamanı barışı savunmaktan daha kolay bir şey yoktur. Mesele, savaşın bir olasılık haline geldiği bir durumda hala barışçıl çözümler aramak ve sorunları bu yolla çözmeye çalışmaktadır.

Görünen o ki hükümet, belki de hiç ateşlemeyeceği bir silahı oyunun daha ilk perdesinden sahnenin en görünür yerine koyarak, kısa yoldan itibar kazanmak peşinde.

Ama ya silah patlamazsa ne olacak? O itibarı yitirmeyecek mi?

Daha da kötüsü, sırf sahneye yerleştirdi ve artık geri alması mümkün değil diye silahı ateşlemek zorunda kalırsa? Ya o zaman ne olacak?

Monday, October 01, 2012

"Bir çeşmenin akıp gittiği..."

BirGün
30 Eylül 2012

Duino Ağıtları’nda Rilke der ki, hayvanların insanoğluna karşı bir üstünlüğü vardır. Biz insanlar bakışlarımızı bu dünyaya çevirmiş hayvanları göz hapsinde tutarken, “mahlukat” ise “öteyi” gören gözlerle hep ileriye doğru bakar. 

Biz daracık bir gerçekliğe sıkışıp kalmışızdır. Onun ötesini göremeyiz. Çünkü önümüz sonlu olduğumuzun bilgisiyle kapanmıştır. Ölümün bizi bekliyor olduğunu biliriz. Hangi köşeden çıkacağı belli değildir, ama eninde sonunda bizi yakalayacaktır. Bunun ağırlığıyla hep veda eder gibi yaşarız hayatı. Bizim arızamız tam da buradadır, Rilke’ye göre. 

Kim bizleri böylesine ters çevirmiş,
her ne yapsak yola çıkan
birini andırıyoruz? O nasıl
son tepeden bir daha görünce koyağını,
döner, duraklar ve oyalanırsa-,
öyle yaşıyoruz biz de, vedalaşıyoruz hep.

Hayvanların durumu ise bambaşkadır. Onlar bu bilginin ağırlığını taşımazlar. Ölümün varlığından habersizdirler. Onun için zamansızdırlar aslında. Hiçbir şeyden sakınmamaları belki de bundandır. 

Hayvan özgürdür. Ölümü arkasında,
Tanrıyı önünde tutar. Ve göçüp gittiğinde akar
sonsuzluğa, tıpkı bir çeşmenin akıp gittiği gibi.

Mahlukatın üstünlüğü işte buradadır. Onlar Tanrı’ya bizden daha yakındır. Gözleri bizim göremediğimiz bir derinliğe bakar. Bizse bunu olsa olsa onların yüzünden okuyabiliriz, diye hatırlatır Rilke. Sonsuzluğu ancak onların gözlerinden yansıdığı kadarıyla görebiliriz. 

Bunun içindir ki, bir hayvanı incitmek bizi Tanrı’ya bağlayan bağı zedelemek anlamına gelir. Onu ölüme terk etmek ise bu kutsallığı yok etmekle eşdeğerdir. Kendini ölümsüz zanneden bir yaratığın ölümünde dayanılmaz bir şey vardır çünkü. İnsanın onuruna dokunan bir şey vardır. 

İstanbul’da hangi caminin avlusuna gitseniz, elinde torbalarla dolaşan yaşlıca birilerini görürsünüz. O torbalar ciğerle, yemek artıklarıyla, ya da (yolunuz iyice yoksul bir semte düştüyse) iyice didiklenip kemik suyuyla papara edilmiş ekmekle doludur. Bunlar o semtin insanlarıdır. Sağda solda dolaşır, mahallenin kedilerini beslerler. Kimse onlara bunu yapmalarını söylemez. Bir amme hizmeti de değildir bu. Bu insanlar kedilerin köpeklerin gözündeki ebediyeti görenler, ona yakın durmak isteyenlerdir.

Kediler ve köpekler de bunu bilir. Size vefa borçlarını ödemek ister gibi nereye gitseniz elinize ayağınıza sarılırlar. Selamsız sabahsız geçeni yoktur. İstanbul’da hangi parkta güneşli bir banka otursanız, bir kedi koşup gelir hemen yanınıza tırmanır. Neşeliyseniz oynar sizinle. Üzgünseniz göğsünüze yaslanıp kederinizi dinler sessizce. Köpekler kafalarını kibarca kucağınıza bırakırlar. Yalnız olmadığınızı bilin diye yaparlar bunu. Tanrının yaratıklarıdır onlar, size onun elleriyle dokunur, gözleriyle bakarlar. 

Aslına bakarsanız, onlarsız bir hayatın olabileceğini hiç düşünmemiştik. Ancak şimdi bu noktaya çok yakınız. Hükümetin evirip çevirip aynı kabul edilemez maddelerle yeniden önümüze koyduğu Hayvan Koruma Yasası taslağı, sokaktaki sahipsiz kedi ve köpeklerin, şehir dışında kurulacak doğal hayat parklarına gönderilmesini öngörüyor. Şu anda yasada adı geçen “hayat parkları” ortada olmadığı gibi, bu hayvanları sokaktan toplayacak “tecrübeli” belediye ekipleri bile yok. Milyonlarca hayvanın toplanma ve yerleştirilme aşamasında yok edileceği, kalanların da açlıktan telef olacağı tahmin ediliyor. 

Sonuçta, “kentsel dönüşüm” saçmalığının bir parçası olması muhtemel bu kararla, şehirlerde sokakta hiç bir hayvanın barındırılmayacağı steril bir hayatın temelleri atılıyor. Bunun için de, sokak hayvanların gruplar halinde katledileceği bir yasaya onay vermemiz isteniyor. 

Bize diyorlar ki, bütün bu önlemler alındıktan sonra “medeni” olacağız. Tertemiz “bal dök yala” şehirlerimiz olacak. Peki ya ruhlarımız? Onlar da pırıl pırıl olacak mı? Başlarına gelecek felaketten tamamen bihaber binlerce masum hayvanı katlettikten sonra, dünyanın geri kalanıyla bağımız aynı kalabilecek mi? 

Bir düşünün.