Monday, May 13, 2013

Görmek

BirGün Pazar
12 Mayıs 2013


Uruguaylı yazar Eduardo Galeano, Ateş Anıları Üçlemesi’nin son kitabı olan Rüzgarın Yüzyılı’nda, Amerikalı romancı James Baldwin ile ilgili bir hikâye anlatır:

Öğlen saatleridir ve James Baldwin bir arkadaşı ile birlikte Manhattan’ın caddelerinden birinde yürümektedir. Kırmızı ışıkta dururlar.

‘Bak,’ der arkadaşı kaldırımı göstererek.

Baldwin bakar. Hiçbir şey göremez.

‘Bak, bak!’

Bir daha bakar. Kaldırımda bulanık bir su birikintisinden başka hiçbir şey yoktur.

Arkadaşı israr eder. “Bak! Görüyor musun?”

O zaman Baldwin dikkatlice bakar ve bu sefer görür: Su birikintisinin üzerinde yayılmakta olan bir yağ lekesi vardır. Sonra hepsini birer birer görür. O yağ lekesinin ortasında beliren gökkuşağını, su birikintisinin biraz daha aşağısında hareket eden caddeyi, caddede yürüyen insanları: talihsizleri, delileri, büyücüleri, sürekli bir devinim içindeki dünyayı, dünyada yansıyan sayısız dünyalarla dolu akılalmaz bir dünyayı. Baldwin görür. Hayatında ilk kez görür.

Yazabilmek için öncelikle görmek gerekir. Hiç şüphe yoktur ki, Baldwin bu beceriden kendine düşen payı almıştır. Bütün iyi yazarlar gibi o da, dünyayı yepyeni bir ışık altında görmüş ve onu bize anlatacak cesareti kendinde bulmuştur.

Biz sıradan insanlar ise, çoğu kez o çamurlu su birikintisinin karanlığında yaşarız. Hayatı dinlemeye kalktığımızda duyduğumuz şey genellikle yoğun bir statik sesidir. Esas şey o tekdüze sesin altındadır. Fakat onu bir türlü duyamayız. Hayatımız bildik bir tempoda akar gider. Her gün aynı yollardan geçerek döneriz eve. Aynı otobüslere biner, aynı insanlara selam verir, aynı apartman dairesine gireriz. Aynı tavana bakarak uyuruz geceleri.

Bu durum günlerce, aylarca, hatta senelerce böyle devam edebilir. Ta ki algımızda bir delik açılana kadar. Böylece daha önce görmediğimiz şeyleri fark eder oluruz. Bu farkındalık için mutlaka kuvvetli bir duygu gerekmez. Çoğu kez hafifçe yer değiştirmek bile yeterlidir.

İşte o zaman, o bulanık suyun içinde bir yerlerde bambaşka bir hayat olduğunu fark ederiz. Parazitin arkasındaki sesi duyar gibi oluruz. Nesneler şekil değiştirir. Ya da bize öyle gelir. Belki sadece ışık farklı bir açıdan düşer üzerlerine. Ama sonuçta, bunun bir önemi yoktur. Önemli olan, daha önce görmediğimiz bir dünyaya bakıyor olduğumuzdur.

Geçenlerde, eve dönerken yine trafik sıkıştı. Otobüsün camına başımı dayayıp senelerdir teptiğim bu okul yolundan kim bilir kaç kez gidip geldiğimi düşündüm. Sonra da bu düşüncenin bu yoldan geçerken kim bilir kaç kez aklımdan geçtiğini. Ardından da bunu düşündüğümü kaç kez düşünmüş olabileceğimi. “Yaşlanıyorum,” dedim kendi kendime, “Yaşlı biri gibi listeler yapıyor, kayıt tutuyor, dünyanın envanterini çıkarmaya çalışıyorum.”

Trafik açılacak gibi görünmüyordu. Bunun üzerine, küçük bir oyun oynamaya karar verdim. Bir sonraki duraktaki detayları bir bir hatırlamaya çalıştım. Sonra onları zihnimde evirip çevirdim ve sokakta olmaları gereken köşelere yerleştirdim. Durağın arkasında küçük bir büfe var, köşede içerlek bir yerde kuaför, onun yanında renkli lambalar satan mağaza, karşıda da şu eski pastane. Bunun gibi bir şeyler işte.

Zaman geçmek bilmiyordu. Otobüs akşam trafiğinde adım adım ilerledi. Durağa yaklaştıkça her şeyi yerli yerinde bulacak mıyım diye meraklandım. Olduğum yerde kıpırdanmaya başladım.

Huzursuz bir şekilde sağa sola bakarken, şoförün yanındaki aynadan yansıyan görüntüler ilişti gözüme. Onların arasından bir kadını seçer gibi oldum. Saçlarını ensesinde üstünkörü toplayıvermiş, ellerini kucağındaki çantasının üzerinde birleştirmiş, gömleğinin bir yakası kazağından dışarı fırlamış orta yaşlı bir kadındı bu. “Hayat ona iyi davranmamış,” diye düşündüm önce, “Ne derbeder bir kadın!"


Başımı biraz daha çevirince, kadınla göz göze geldik. Aynadan bana bakan büyük yorgun gözleri tanıyınca nefesimi tuttum. Hayretle geri çekildim. Kadın da geri çekildi. Sonra ikimiz de durup yakamızı kazağımızın içine soktuk. Sanki bu her şeyi düzeltecekmiş gibi.

Hiçbir şeyi düzeltmedi.

Demek bu yorgun bakışlı kadın bendim. Ne zamandan beri, diye sordum kendi kendime. Bir cevap gelmedi.

Başımı cama dayadım. Pencereden dışarıya baktım. Durağa gelmeye daha çok vardı. Zaten artık ne fark ederdi ki? Ben göreceğimi görmüştüm. Derken statik yeniden başladı. Belki motorun sesiydi. Ya da şehrin uğultusu. “İki istasyon arasındayım,” diye düşündüm, “Radyodaki gibi.”

Sunday, May 05, 2013

Pembe çiçekli bir meyve ağacı...

28 Nisan 2013
BirGün Pazar



“Deniz Feneri” bence Virginia Woolf’un en dokunaklı romanıdır. Bu romanda Woolf, İngiliz dilinde yazılan en güzel metinlerden birini ortaya çıkarmakla kalmamış, yepyeni bir zaman algısı yaratarak annesinin ölümüyle birdenbire sona eren çocukluğunu da geri getirmek istemiştir.

Romanın ortalarında bir yerde, annesini örnek alarak yarattığı ve yoğun bir şefkatle sevdiği karakteri Mrs Ramsey’in ölümünü okuyucuya tek bir cümleyle haber verir:

“Mr. Ramsey, bir karanlık gece, koridorda tökezleyerek kollarını uzattı, ama Mrs Ramsey bir gece önce ansızın öldüğü için, uzatılmış oldukları halde, kolları boş kaldı.”

Bu sahne bana hep dokunmuştur. Woolf, eşlerden birinin ölümünü diğerinin duyduğu eksiklik hissi üzerinden anlatmayı tercih eder. Tek bir cümle ile ifade edilmiş olsa bile, Mr. Ramsey’in çektiği acıya kayıtsız kalmak mümkün değildir. Karısı olmadan ayakta bile duramayan, onun yokluğunda hayatı sonsuz bir tökezleme haline gelecek olan bir adamın resmidir bu. Oysa o ana kadar Mr. Ramsey’e sempati duymamızı gerektirecek bir durum yoktur. Sert, bencil ve hatta anlayışsız bir adama benzer daha çok. Ancak karısının ölümünden sonraki çaresizliğinde sevmeye başlayabiliriz onu. Acı çekerken gözümüzde daha evvel hiç olmadığı kadar insanlaşmıştır çünkü.

Ne zaman birbirine bağlı bir çift görsem, aklıma hep Mr. Ramsey’in koridorda karanlığı kucakladığı sahne gelir. Korkuyla ürperirim.

Herkes bilir ki, birine bağlanmak dünyanın en tehlikeli işidir. Sadece o kişiye hayatınızı açtığınız, en derin yaralarınızı gösterdiğiniz, ya da onun tarafından sevilmeye olduğu kadar incitilmeye de açık olduğunuz için değil.

Sevmek tehlikelidir, çünkü kaybetmeyi göze almak demektir.

Çok sevdiğim bir çocukluk arkadaşım var. Ayrı şehirlerde yaşadığımız için istediğim sıklıkta göremiyorum onu. Oysa günde bir saat görsem, bir ay neşemi koruyabilirim. Öyle güzel bir insandır. Onunla vakit geçirdiğiniz zaman, nedenini bilmediğiniz bir mutlulukla dolar, eve döndüğünüzde şarkı falan söylemek istersiniz. Işığı bir süre yanınızda kalır, elinizi tutar ve sizi bırakmaz.

İşte o arkadaşım bu hafta büyük bir acı yaşadı. Uzun bir hastalığın ertesinde hayat arkadaşını kaybetti. Halbuki kısa bir süre önce telefonda konuşurken ne kadar umutlu olduğunu anlatmıştı. Bahçesinde açan şeftali ağacının fotoğraflarını çekip yollamıştı. Küçük pembe çiçekleri vardı ağacın.

Onu yeniden arama cesaretini bulduğumda şunu sordu bana: “Kitaplar böyle zamanlarda işe yarıyor mu? Onların bu acıya çare olacak gücü var mı?”

Buna verecek cevabım yoktu. Onunla birlikte ağlamaktan başka. Oturup ağladık biz de.

Arkadaşımın sesi günlerdir kulağımdan gitmiyor. Başka zaman olsa, karanlıkta tökezleyerek yürüyen ve boşluğa kollarını açan Mr. Ramsey’den bahsederdim. Ne var ki, onun için artık bunun hükmü yok. O kendi koridorunda kendi karanlığı ile baş etmeye çalışıyor şimdi. Keşke elini tutabilsem. Ama belli ki o koridorda tek başına yürünüyor.

Evet, edebiyat çok güçlü bir araçtır. Hayatı anlamayı kolaylaştırır. Kimi zaman acıları da hafifletebilir. Ama o bile gidenleri geri getiremez.

Halbuki Woolf, “Deniz Feneri”nde tam da bunu yapmaya çalışmıştır. Yazının gücünü kullanarak zamanı tersine çevirmeye ve bir ölüyü diriltmeye teşebbüs etmiştir. Annesinin imgesinde yarattığı Mrs Ramsey, sonsuz iyi niyeti ve içten gelen ışığı ile o kadar gerçektir ki, kız kardeşi Vanessa Bell, romanı okurken fenalaştığını söyleyecektir. Çünkü annelerinin ölümden döndüğü hissine kapılmış ve heyecanlanmıştır.

Bizim içinse, bütün dillerde yaratılmış en güzel ruhlu karakterlerden biridir Mrs. Ramsey. Küçük oğlu James’in söylediğine bakarsak, “pembe çiçekli bir meyve ağacı”na benzer. Sevgisini kimseden sakınmayan, herkesin birbirini anlamasını kolaylaştıran, uzlaştırıcı ve cömert bir kadındır. Duygularında sahici ve içtendir. Hayatta da edebiyatta da tamamen hakiki olan çok az insandan biridir.

Benim arkadaşım da öyledir. Pembe çiçekli bir meyve ağacı. Ağaçların meyve verdiği kadar kolaylıkla verir etrafına. Hiçbir duygusunu sakınmaz. Aynı doğallıkla sever ve acı çeker.

Soğuk bir rüzgar bütün çiçeklerini döktü şimdi. İnanıyorum ki, bir gün yeniden açacaktır. Kırık dalı koynunda. Hep koynunda.