BirGün Pazar
22 Mart 2015
Bu sayfayı takip
edenler, hemen her zaman aynı kahvede oturduğumu biliyorlar. BirGün Pazar için
yazdığım yazıların çoğu bu kahveden çıkıyor. Hatta hikayeler bu kahvede
geçiyor.
“Hey Jude”
çalarken şarkıya kaptırıp “Nah na naaaa nanana naaaa!” diye bağıranlar
buradaydı mesela. “İyi notlar, küçük kardeşler ve ayak parmakları” yazısının
kahramanı küçük Melis de bu kahvenin müdavimlerinden biriydi. Hatta
karşısındaki ufak tefek sarışının gözlerini yakalamaya çalışarak “Peki sence, maddede boşluk var mı?” diye soran oğlan da pencere önündeki
masalardan birinde oturuyordu.
Başka bir yazıda
söylemiştim, bu kahveyi Calamity
Jane dobralığı ile Adile Naşit anaçlığı arasında gidip gelen çok tatlı bir
kadın işletiyor. Kahvenin çalışanları da müşterileri de genellikle
öğrencilerden oluşuyor. Eski çay bahçeleri ile yarışamaz belki. Açık hava alanı
yok çünkü. Ama kendine göre bir cazibesi var. Arka plandaki çatal bıçak
takırtısı, insan sesi ve müzikten oluşan karışım tam olması gerektiği gibi. Ne
dikkati dağıtacak kadar yüksek, ne de insana kendini yalnız hissettirecek kadar
cılız. Üstelik kahvesi lezzetli, çayı demli, hatta ev yemeği bile var. Bu
haliyle Beyoğlu’nun göbeğinde gerçek bir vaha sayılır.
Bir de burada başınıza çok acayip şeyler gelebiliyor.
Mesela yemeğinizi tabağınızda bırakırsanız, o yemeği yapan hanım üzülebiliyor. Mecburen
oturup hepsini yiyorsunuz. Bir başkası, kahvaltı ısmarladığınızda “Peynir
yalnız kalmasın diye yanına biraz portakal reçeli de koydum,” diyebiliyor. Kuru
kuru iki çay içip kalkan bir öğrencinin cebine fırından yeni çıkmış poğaçadan
tıkıştırdıklarını görüyorsunuz. “Okula gidiyor, aç kalmasın. Belki parası
yoktur,” diyor Adile Naşit. Ona hak veriyorsunuz. Belki yoktur hakikaten. Hastaysanız
ıhlamur yapıyorlar, elinizde ağır bir şey varsa “Bununla dolaşmayın, sonra
gelip alırsınız” diyorlar, portakal reçelini sevdiyseniz küçük bir kavanoza
koyup yanınıza veriyorlar. Hatta tuvalete diye kalkıp geri döndüğünüzde
masanızda iki tane mandalina bulabiliyorsunuz. “Yahu yapmayın!” diyecek
oluyorsunuz. “Çalışıyorsun, hocam! Vitamin lazım!” diye cevap geliyor.
Geçen hafta
öğrendim ki işte bu kahveyi kapatacaklar, bu kadınları buradan çıkaracaklarmış.
Bir sabah geldiğimde bunun gerçekleşmemesi için imza topluyorlar ve herkese bir
bir dertlerini anlatıyorlardı. O kadar afalladım ki, önce duyduğum şeyi
anlayamadım. Sonra elime tutuşturdukları broşürü okumaya başladım.
Beyoğlu Kent
Savunması Esnaf Komisyonu tarafından hazırlanan bu broşürde, Beyoğlu’nda
önümüzdeki ay içinde birçok dükkanın kapanacağı, bunların arasında bu bölgenin
sembolü haline gelen tarihi birtakım mekanların da bulunduğu yazıyordu. Beyoğlu Kent Savunması, “6098 sayılı Türk
Borçlar Kanunu'nun 347. maddesinde yer alan "10 yılını dolduran kiracının
tahliye edilebileceği" maddesi ile 6306 sayılı afet riski altındaki
alanların dönüştürülmesi hakkında kanunların gerekçe gösterilerek tahliye
edilmesine” tepki olarak bir inisiyatif başlatmış ve bölgedeki küçük esnafın
planlı bir şekilde yok edilmesine karşı mücadeleye girişmişti.
Beyoğlu Kent
Savunması Esnaf Komisyonu, geçtiğimiz Perşembe günü bu meseleyi duyurabilmek
amacıyla bir basın toplantısı düzenledi. Bu toplantıda Mücella Yapıcı uzun
süredir varlığından haberdar olduğumuz ama boyutlarını hiçbir zaman tam olarak kestiremediğimiz
kentsel dönüşüm projesinden söz etti. Bu proje sadece Beyoğlu'nda değil,
Beşiktaş, Kadıköy ve Şişli'de de uygulanmaktaydı. Amaç insanları bir an önce
yerlerinden etmek ve bu mekanları daha çok rant getirecek şekilde düzenlemekti.
Yasalar bu dönüşümü hızlandırmak üzere kasten getirilmişlerdi.
Beyoğlu Kent
Savunması Esnaf Komisyonu adına konuşan Onur Taş’ın anlattıkları da dikkat
çekiciydi. Taş, bu yasalarla birlikte Beyoğlu’nun tarihi dokusunu ve kültürel
çeşitliliğini kaybetmek tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu hatırlattıktan
sonra, şunları söylemişti:
“Beyoğu esnafı
olarak, bir hanın butik otel yapılmak üzere satıldığını, yükselen kirayı
ödeyemediği için bir berberin kapatıldığını görüyoruz, farkındayız. Beyoğlu,
gözü dönmüş sermaye sahiplerinin bir parça kapabildiği için üşüştüğü büyük bir
pasta. Her gün zincir mağazalara bir halka eklenirken, sinema, bar ve
kafeleriyle Beyoğlu'nu Beyoğlu yapan esnafın yerini yurdunu terk etmesi
isteniyor. Bu bir sürgün, kabul etmiyoruz. Beyoğlu'nun çeşitliliği yok olmadan,
herkese açık kamusal alan olarak savunmaya hazırız. Çünkü artık son
noktadayız.”
Siz de son
noktaya geldiğinizi hissetmiyor musunuz? Berbere gittiğinizde, her yeri kapı
duvar buldunuz. En sevdiğiniz kitapçı çoktan kepeklerini kapattı. Her zaman gidip
dolaştığınız handaki küçük dükkanlar da öyle. Hani girişten ucuza şapka,
eldiven, kaşkol falan alıyordunuz ya? Orası da yok artık. Beşiktaş’taki
kasabınız başka bir yere taşınmak zorunda kaldı. Kaymakçıyı yerinden ettiler,
ağlayarak gitti. Baharatçı, saatçi, peynirci... Hepsi birer birer kapandılar.
Bunların hepsi
bitti gitti. Şimdi benim kahveme göz diktiler.
Ama burası bana insan olduğumu hatırlatan son birkaç yerden biri. Kimsenin kapıları
yüzüme bırakmadığı, omuz atıp önüme geçmeye çalışmadığı, yemeğimi önüme
fırlatır gibi koymadığı tek mekan. Burada bildiğim bir havayı soluyor, her gün
gördüğüm tanıdık yüzlerin arasında oturuyorum. Bu kahve benim İstanbul ile
kurduğum bağın son düğümlerinden biri. Yoksa bu şehirde artık kim olduğumu
bilmiyorum.
Bu da giderse kentin dönüşümü benim için tamamlanacak.
Çünkü artık ben de kendim olmaktan çıkacağım. Bir sabah bunaltıcı düşlerden
uyandığımda, kendimi yatağımda dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulacağım.