27 Ocak 2013
Dava sonuçlandı. Mahkeme
Pınar Selek’e ağırlaştırılmış müebbet cezası verdi.
Gidip bir pencere
açtım. Akşam trafiğinde egzoz dumanı ile karışık ıslak havayı içime çekmeye
çalıştım. Ciğerlerime yapıştı kaldı.
1998’de Mısır
çarşısında gerçekleşen patlama sonrası gözaltına alındı Pınar Selek. Aleyhinde
hiçbir delil olmamasına rağmen, o patlamadan sorumlu tutuluyordu. Patlamanın
bir bomba neticesinde ortaya çıktığı bile şüpheliydi. Ama sonuç değişmedi.
Pınar Selek, üzerine atılan suçla hiçbir ilişkisi bulunmamasına rağmen
cezaevinde yattı, işkence gördü ve suçsuzluğunu kanıtlamak zorunda bırakıldı. O
günden bu yana hayatını ipotek altına almaya çalışanlara rağmen umut ve inançla
yaşamaya devam etti.
Peki neden Pınar
Selek? Buna defalarca cevap verildi. Ama bir kez daha yazalım. Çünkü Pınar
Selek adil ve özgür bir dünyanın hayalini kurma küstahlığını gösterdi. Hatta
bunun hayalini kurmakla kalmadı, gerçekleşebileceği durumları mümkün kılmak
istedi. Sokak çocukları ya da travestiler gibi toplumun dışlanan kesimleriyle
ilgilendi; Kürt sorunu ile
ilgili araştırmalar yürüttü. Bütün bunlar kabul edilemez şeylerdi. Sosyolog ise
sosyologluğunu bilmeliydi. Sınırları aşana haddini bildirmek gerekirdi.
Pınar Selek bunun
için seçildi. Devletin emsaller üzerinden hepimizi terbiye ettiği, ibretlik
durumlar yaratıp bize ayar verdiği bir ülkede, belki de bütün bunlara
şaşırmamamız beklenirdi. Ama yine de şaşırdık. Bir ülkenin bütün kurumlarıyla,
suçsuz olduğunu kendisinin de gayet iyi bildiği bir insanın peşine düşmesine ve
onu yeniden ve yeniden mahkeme önüne çıkartmasına hep birlikte hayret ettik.
İşte artık bir hukuk
parodisi haline gelen bu dava bu hafta Çağlayan Adliyesi’nde nihayete erdi.
Neredeyse on beş senedir yargılanan, aynı davadan üç kere beraat eden ve
hakkında suç unsuru teşkil eden hiçbir delil bulunmamasına rağmen ömrünün
neredeyse yarısını mahkeme kapılarında bekleyerek geçiren Pınar Selek, hepimizin
şaşkın bakışları arasında ömür boyu hapis cezasına mahkum oldu.
Dün televizyonda Cüneyt
Özdemir’in onunla yaptığı kısa bir röportajı dinledim. Sesinde her şeye rağmen
umut vardı. Davanın sonucu açıklandıktan sonra babası ile yaptığı telefon
konuşmasından söz etti. Alp Selek, “Bu bir maraton. Daha bitmedi. Koşmaya devam
edeceğiz,” diye cesaret vermiş kızına. O da “Peki baba,” demiş.
O “Peki baba”
bana o kadar ağır geldi ki, evde ne kadar kapı pencere varsa sonuna kadar açmak
istedim.
İçimiz daralıyor.
Nefes alamıyoruz artık.
Çünkü memleket yavaş
yavaş bir büyük bir mahkeme haline geliyor. İçinden çıkamadığımız, kapısını
bulamadığımız, kararlarını ve işleyişini kavrayamadığımız bir mahkeme. Üzerinde
altın harflerle “Adalet Sarayı” yazan büyük çirkin bir bina.
Bu hafta ÇHD’li
avukatların tutuklanması ile başladı, Pınar Selek davası kararıyla sona erdi. Diğer
her şey bildiğiniz gibi: Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi’nin ifadesine
göre, şu anda 875 tutuklu öğrenci var. Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre ise,
cezaevlerinde bulunan lise ve üniversite öğrencisinin toplam sayısı ise 2 bin
824. Gazeteciler, öğrenciler ve avukatlar, sendikacılar da dahil olmak üzere fikirlerinden
dolayı tutuklananların sayısı her gün artıyor.
Türkiye artık budur.
Şunu kabul
edelim: Her sabah kalabalık bir mahkeme salonunun havasızlığına uyanıyoruz. Bir
gıdım temiz hava alabilmek için ha bire uğraşıyoruz. Ama pencereler bir türlü
açılmıyor. Arkadan cılız bir ses, “Alışırsınız,” diyor bize. Bazıları çoktan
alışmış belli ki. “Mahkemeye ikinci ya da üçüncü gelişinizde buradaki bunaltıcı
atmosferi artık hiç hissetmeyeceksiniz,” diyor bir başkası. Ama biz bir türlü
alışamıyoruz. Pencereleri zorlayıp duruyoruz.
Lombozlar,
giyotin pencereler, ispanyoletler hepsi sıkı sıkı kapanmış. Tahtalar şişip
sıkışmış. Bir türlü nefes alamıyoruz. Halbuki biz bütün umudumuzu bir hava
deliği açmaya bağlamışız. En berbat havayı bile solumaya razıyız. Yeter ki mahkemenin
havası olmasın. Ama belki de bu pencereler sadece laf olsun diye
yerleştirilmişler oraya. Belki yargıçlarla kanunlar da adet yerini bulsun diye
konmuş. Her şey yalnızca bir gösteri belki.
Hepimizin aklında
Kafka’nın Dava’sı var. Başka türlüsü mümkün mü?
‘ “Pencere
açılamaz mı?” diye sordu K. “Hayır,” dedi ressam. “Bu sadece basit bir cam,
açılabilmesi olanaksız. O sırada K. bütün o zaman boyunca ressamın ya da
kendisinin ansızın pencereye gidip açabileceklerine umut bağlamış olduğunun
ayırdına vardı. Sisli havayı bile solumaya hazırdı.’
Biz de en kötü havaları
bile solumaya razıyız. Yeter ki bu mahkeme salonundan çıkalım.
Onun için var
gücümüzle yükleniyoruz pencerelere. Bir tanesini açabilsek, sanki her şey
değişecek. Sanki güneş dolacak ciğerlerimize. Onun için her gün bir daha
deniyoruz. Bir daha. Bir daha.
“Peki baba,”
demiş Pınar Selek. Onu sarılıp öperim. Umudunu kesmemiş demek ki.
Biz de kesmedik.
Davası davamızdır.