25 Mayıs 2014
Yorgunuz hepimiz.
Üzgünüz. Gündelik hayatın gereklerini yerine getirmekte zorlanıyoruz. Bu kadar
adaletsizlikten, bunca kayıptan sonra hayatımızın rengi soldu. Bir yerde hala ışıklı
bir köşesi kaldıysa eğer, onun da üzerinde kara bulutlar dolaşıyor.
Sokaklarda
gölgeli yüzler görüyorum. Kimi başını eğmiş hızlı hızlı yürüyor. Kimi bir banka
çöküp oturmuş. Yüzünü avuçları arasına almış düşünüyor. Otobüste bazen biri o
kadar dalmış oluyor ki, inmesi gereken durağı kaçırıyor. Sonra şoföre
bağırıyor. Şoför de ona. Kavga çıkmasın diye birileri araya giriyor. Gönülsüzce
yapıyorlar bunu. Çok mecbur kalmadıkça kimse hareket etmiyor. Bezgin bezgin
sıraya giriyoruz. Markette, durakta, bankada. Sessizce bekliyoruz. Biri bize
seslenene kadar yerimizden kıpırdamadan. Sonra bir rüyadan uyanır gibi silkinip
ilerliyoruz.
Benim de yüzümde
gölgeler var. Biliyorum. Herkes gibi ben de hayatı erteleyip duruyorum. Sadece
yapmam gerekenleri yapıyorum. Dersler, kağıtlar, yazılar, notlar. Hayattaki sorumluluklarım.
Onları yerine getirmeye çalışıyorum. Bunun dışında kalan her şey sarkıyor. Ya
da sessizce geçiştiriliyor. Yaşamın mutlu olayları, mezuniyetler, doğumlar,
yıldönümleri. Küçük başarılar, kutlamalar, buluşmalar. Hiçbiri olması gerektiği
gibi değil. Hepsinin içi boşalmış, rengi solmuş.
İki arkadaş yan
yana gelince susuyor bazen. En kötüsü de bu. Konuşacak bir şey olmadığı için
değil. Artık söylenecek laf kalmadığı için. Bir masaya kollarını dayayıp
oturuyorlar. İkisi de ötekinin söze başlamasını bekliyor. Ama yapamayacağını
biliyor. Onun için susuyoruz.
Bu kadar acı
varken, hala yaşıyor olmak garip geliyor. Zaten çoğumuzun ağzını bıçak açmıyor.
Devam etmek için mecalimiz kalmadı. Hayattayız elbette. Hayatta kaldık çünkü
biz. Başkaları ölürken. Ama yaşıyor muyuz, orası şüpheli. Yaşarmış gibi
yapıyoruz daha çok. Laflarımız, gülümsemelerimiz, sarılmalarımız hepsi havada
asılı duruyor. En güzel anılarımızın bile seyircisi olduk artık. Hiçbir anın
içinde değiliz. Tam olarak değiliz. Her şeye mesafe aldık. Bir misafir gibi
köşede oturuyor ve sessizce hayatımızın akıp gitmesini izliyoruz.
En çok
beklediğimiz şeyler gerçekleşiyor halbuki. Özlediğimiz insanlar geliyor,
çocuklarımız büyüyor, hastalarımız iyileşiyor. Sevinemiyoruz. İçimizden gelerek
sevinemiyoruz.
Soma’nın hemen
ertesinde, bir öğrencim uzun süredir beklediği doktora programına kabul
aldığını söylemek üzere odama geldi. Suratından düşen bin parçaydı. “Sevinmedin
mi?” dedim. “Hocam, işte…” dedi. Birbirimize baktık. Söyleyecek bir şey
bulamadık.
Aynı hafta sonu,
çocukluk arkadaşlarımla buluşmak üzere İzmir’e gittim. Ayağımı sürüyerek yaptım
bunu. Söz vermiştim. Plan yapmıştık. Aylardır bunun hesabını yapıyorduk.
Bazılarını 30 senedir görmemiştim. Birbirimizi bulduğumuzda kucaklaştık,
sarıldık, kimileriyle güldük kimileriyle ağlaştık. Ama üzerimizde hep aynı
gölge vardı. Aynı suçluluk duygusu. Birbirine artık sarılamayanların,
kavuşamayacak olanların gölgesi.
Bu ülkede her gün
cinayet işleniyor. Biz her cinayetle biraz daha soluyoruz. Her ölümle
hayatımızdan bir parça daha eksiliyor.
Eskiden olduğu
gibi yaşamamız mümkün değil artık. Yürümemiz, koşmamız, bahar gelince
sevinmemiz falan mümkün değil. Sevgilimizin elini tutacak oluyoruz, aklımıza
belki de bir kızın elini bile tutmadan ölmüş gençler geliyor. Ali İsmail
geliyor, Ethem geliyor, Medeni geliyor. İnsanlar çocuklarına bile istedikleri
gibi sarılamıyorlar artık. Evlatlarının yüzlerinde, Berkin’in gözlerini
görüyorlar çünkü. O kocaman çocuk gözlerini. Soma’dan sonra huzurlu bir sofraya
oturabilen var mı peki? Lokmaları boğazına dizilmeden yemek yiyebilen? Gece
olup yatağa girdiğinde, sedyeyi kirletmemek için çizmelerini çıkarmak isteyen o
maden işçisini düşünmeden uyuyabilen var mı?
Sahi, uyuyabilen
var mı artık?
Hepimiz
bekliyoruz şimdi. Kuyruklarda, istasyonlarda, otobüs duraklarında… Konuşmadan,
dokunmadan, çoğu kez birbirimizin yüzüne bile bakamadan. Sabırla bekliyoruz.
Bu açgözlü
iktidar ise bir türlü doymak bilmiyor. Her gün biraz daha küstahlaşıp
arsızlaşıyor. Biz yeter artık dedikçe, başka canlara kastediyor. Hayatlarımızın
rengini ışığını emiyor, onu kasvetli ve soğuk bir bekleme odasına çeviriyor.
Bizse bekliyoruz.
Sabrediyoruz. Şimdilik.
Photo: Nejla Osseiran