Sunday, October 30, 2011
Kara Pelerin
BirGün
30 Ekim 2011
Dino Buzzati’nin “Pelerin” adlı öyküsü, uzun süredir cephede savaşan bir askerin bitmek bilmeyen bir bekleyişin ardından eve dönüşünü anlatır.
Asker gelip de evinin kapısını çaldığında, annesi masayı topluyordur. Kapıyı açtığında, kara bir pelerine sarınmış oğlunu karşısında görünce şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırır. Oğlan kendini annesinin kollarına bırakır. Biraz solgun, biraz utangaç kendini onun sevincine teslim eder. Kadın telaş içinde ona bir şeyler yedirmeye çalışır. İster ki rahat etsin, ayaklarını uzatsın ve dinlensin. Halbuki oğlu üstündekileri çıkarmaya yanaşmaz. Fazla kalmayacağım, der annesine. Eliyle pencereyi işaret eder. Dışarıda bir aşağı bir yukarı dolaşarak bekleyen siyahlar içinde biri daha vardır.
Buzzati, kapının önünde bekleyenin kimliğini hemen hissettirir bize. Anne ise başında neler olduğunu farkedemez. Oğlu ucundan kan damlayan pelerinine sarınarak çıkıp gittiğinde ardından bakakalır önce. Ama sonra o da, oğlunu yanına katıp götüren bu uğursuz kişinin kim olduğunu anlar.
Bunun üzerine, “yüreğinde, hiç bir şeyin yüzyıllar boyunca bile dolduramayacağı bir boşluk açıldı,” der bize Buzzati.
Garip bir hikayedir bu gerçekten. Buzzati, “dünyanın efendisi” diye tarif ettiği ölümün, bir dilenci gibi kapıda beklemesine göz yumar. Hayatın acıları karşısında ölümün bile eğildiği bir anın hikayesini kurar. Onun gözünde ölüm, acımasız biri değildir. Tam tersine, acıları dindirecek olandır.
Asker de farkındadır bunun aslında. Ölmüştür o artık. Acıları sona ermiştir. Onu üzen tek şey, arkasında bıraktığı insanların halidir. Kendi ölümünden çok annesinin neşesi dokunur ona. Sevgilisinin lafı geçtiğinde irkilir. Kardeşi ile odada yalnız kaldıklarında konuşacak bir şey bulamaz bir türlü.
Ölüm zalim değildir. Tam tersine, ailesine veda edebilmesi için askere son bir şans tanımış, ona karşı sabırlı ve şefkatli davranmıştır.
Zalim olan hayatın kendisidir. Ölüme rağmen devam ettiği için böyledir bu. Kargaşa, acı ve mücadele sona ermemiştir. Bunda saygısızca bir şey vardır.
Etrafımızın ölümlerle çevrildiği bu kötü zamanda, bana Buzzati’nin öyküsünü hatırlatan da bu duygu oldu.
Onlarca genç insanın hayatını kaybettiği çatışmaların etkisini üzerimizden atmaya fırsat kalmadan, Van’daki depremle bir kez daha sarsıldık. Önce ben de herkes gibi sandım ki, bu şerden bir hayır gelecektir. Bu ülkenin insanları, böyle bir felaket karşısında, bütün ayrılıkları unutacak ve birbirine sahip çıkacaktır.
Fakat anlaşıldı ki, kimileri ölüm kadar bile şefkatli değiller. Yaşıyor olmanın hoyratlığıyla, geride kalmış olmanın kibriyle, düşündükçe utanacağımız laflar ettiler. Öyle şeyler işittik ki, hepsini derhal unutmak istedik.
Bu insanları ölümün karşısında bile nefretle ayağa kaldıran nedir? Ölüm bütün ayrılıkların kaybolduğu yerdir halbuki. Şefkati de bundan değil midir? Farklılıkları yok ettiği için müşfiktir ölüm. Hiç ayırmadan hepimizi kucağına kabul ettiği için yücegönüllüdür. Kılığımıza kıyafetimize, hangi sınıftan geldiğimize, ırkımıza, dilimize, inancımıza, hatta yaşımıza bile bakmadan alır bizi. Adildir onun için.
Adaletsiz olan ölüm değil hayattır. Kürtlerle Türkleri öldükten sonra bile yanyana koyamayan zihniyet, tamamen burasıyla ilgili bir şeydir. Varlıklı olanlar depreme dayanıklı evlerinin keyfini sürerken, yoksulları kötü binalarda oturmaya mahkum eden koşullar da öyledir. Ya o apartmanları yaparken malzemeden çalan müteahhitler? Onlar da hayatın meselesidir. Ölümün değil.
Ölüm bütün bunların yanında, görevini kusursuzca yerine getiren titiz bir memur gibidir. Soğukkanlı, vazifeşinas, dikkatli. Ama kalpsiz değil.
Kalpsiz olan bu felaketlerin ardından nefret söylemleriyle ortaya çıkanlar, Van’a yardım yerine taş ve odun yollayanlar, ya da en hafif haliyle “Yardım edelim de utandıralım” diyerek ırkçılığın değişik tonlarında fütursuzca dolaşanlardır.
Buzzati’nin öyküsündeki askerin, kara pelerinli ölümün peşinden kül rengi ufka doğru dörtnala gidişini hayal ediyorum. Nedense bu resim bana çok huzurlu görünüyor.
Ölülerin huzurunu kıskandığımı farkedince irkiliyorum.
Hayat bu derece hoyratlaşmış demek ki!
Tuesday, October 25, 2011
Meçhul Vatandaş
BirGün
23 Ekim 2011
Upuzun bir yazı yazmıştım. ‘Mehmedin Kitabı’ndan alıntılar vardı içinde. Nadire Mater’in harika işlerinden biridir o kitap. Güneydoğu’da savaşmış askerlerin tanıklıkları ile doludur. Bir kere okuyunca unutamazsınız.
O bile kurtaramadı yazdıklarımı. Hepsini sildim. Ne dediysem hep sathi, sahte ve anlamsız göründü. Klişelerle dolu bir sürü laf.
Her gün sürüsüyle yazılıyor böylesi.
Herkes gibi ben de kötü bir hafta geçirdim. Hakkari’de öldürülen 24 çocuğun hayaleti ile birlikte.
Peşimde onlarla caddelerde yürüdüm, parklardan geçtim. Her zaman gittiğim lokantaya uğrayıp tavuk çorbası içtim. Onlar gazetelerden, televizyon görüntülerinden bana bakarken boğazımdan geçmedi. Akşam pantolonumu sandalyenin üzerine asıp pabuçlarımı yatağın ucuna bıraktığımda hala oradaydılar. Aklımda onların hikayeleri ile yatağa girip yorganı üzerime çektim.
Evine dönemeyen bir sürü çocuk. Hepimizin başucunda uykumuzu bekleyen 24 ölü çocuk.
Bununla beraber yaşayabilecek miyiz?
Dışarıdan gelen sesleri dinledim bütün hafta. Sloganlar, lanetlemeler, bağırış sesleri. Sabahları arabalarına atlayıp korna çalarak sokakları dolaşan protestocuların arasından geçip derse gittim.
Vatandaştılar. Öfkeliydiler. Daha çok savaş istiyorlardı.
Oysa ölenler onların çocuklarıydı.
Sınıfa girdiğimde, etrafımdaki genç yüzlere bir bir baktım. Hakkari’de öldürülen askerlerle aynı yaşta oldukları geldi aklıma. Eve döndüklerinde onları karşılayan kardeşlerini, hastalandıklarında sırtlarına havlu ısıtıp koyan annelerini, akşam dışarı çıkacakları vakit ‘Harçlığın var mı?’ diye soran babalarını düşündüm.
Sokakta korna çalanlar belki de onlardı.
Mailleri, mesajları, insanların beğenip birbirlerine yolladıkları yazıları okudum. Hepsi kendinden emindi. Çoğu daha fazla kan istiyordu. Bazıları çıkıp intikam alacağız, diyordu.
Halbuki bunlar bir zamanlar barıştan söz eden insanlardı. Birbirine barış çiçekleri böcekleri yollayanlar, güvercinler falan gönderenlerdi. Aralarında arkadaşlarım vardı. Tanıdığım insanlar. Tanıdığımı sandıklarım. Çiçek çocuğu şarkıları söyleyenler vardı. Yurtta sulh, cihanda sulh, diyenler vardı.
Barış zamanı barıştan söz etmek kolaydı tabii. Zor olan savaş zamanında barış istemekti. Bu da arabaya atlayıp kornaya basmaya benzemezdi. Profil resmini değiştirip kan damlayan silah fotoğrafı koymaya benzemezdi.
Savaş zamanı barış istemek, yatağın başucuda bekleyen hayaletlerin yüzüne bakmaya cesaret etmek demekti.
Bunu düşününce aklıma Auden’ın bir şiiri geldi:
“Modern birinin ihtiyacı olan her şeye sahipti aslında,
Bir gramofon, bir radyo, bir buzdolabı, bir de araba,
Kamuoyu araştırmalarına göre her zaman makul bir adamdı,
Barış varken barıştan yana oldu; savaş zamanı, gidip savaştı.”
Şiirin adı “Meçhul Vatandaş”tı.
Etiketler:
Meçhul Vatandaş,
Mehmedin Kitabı,
Nadire Mater,
W.H. Auden
Monday, October 17, 2011
Orta Sahanlıkta Karakter Tahlili
BirGün
16 Ekim 2011
Ne yalan söyleyeyim, okulla beraber hayatıma neşe geliyor. Bu kadar uzun bir aradan sonra derslere yeniden başlayınca keyfim yerine geldi.
Derslerden birinde edebi metinleri incelerken kullanabileceğimiz araçlardan söz ediyorum. Bu tür mevzulara genelde “Karakter nedir?” sorusuna cevap arayarak girilir. Ben de öyle yaptım. Değişik roman ve öykü kişilerinden örnekler vererek bir karakteri nasıl derinlikli bir şekilde kavrayabileceğimizi anlatmaya çalıştım.
Ders eğlenceli geçti. En azından benim için. Yeni bir sınıfla karşılaşmak her zaman heyecanlı bir şeydir. Fakat Raskolnikov’dan, Anna Karenina’dan, Çehov öykülerindeki kişilerden falan bahsederken, nasıl oldu da birden Örümcek Adam’a karakter analizi yapmaya başladık, orasını anlayamadım. Dersin sonunda Örümcek Adam 3’den örnek veren çocukla, Batman’in bir karton karakter olmadığı konusunda ısrarcı olan başka bir öğrenci uzunca bir tartışmaya giriştiler. Benim dışımda herkes konuya hakim gibi görünüyordu. Kendimi çok yalnız hissettim.
Daha çok film seyretmeliyim. Bu Batman’lerle Örümcek Adam’lardan toplam kaç tane var acaba?
Neyse, işin esas eğlenceli tarafı biraz eşeleyince ortaya çıktı. Öğrencilerin bir kısmı, öykü denen şeyi hızlıca akan ve biraz da entrika barındıran olaylar bütününden ibaret görüyor ve karakter derinliğini tamamen gereksiz buluyordu. Onlara göre, hikayenin kahramanı diye biri olurdu, o da kahraman biri olurdu. İşte o kadardı.
Her sene işim biraz daha zorlaşıyor. Ama ben kolay yılacak biri değilim. Hele böyle bir meselede. Önce biraz afalladım gerçi. Fakat kendimi hemen toparladım ve aralarından birine, her gün otobüste karşılaştığı kişilerin nasıl insanlar olduklarını merak edip etmediğini sordum. Önce ne gerek var ki, der gibi baktı. Sonra yüzüne bakınca anlaşılır, diye kestirip attı.
Oysa karakter tahlili, otobüste kendine yer bulmak isteyen biri için bulunmaz bir araçtır. Çok da incelikli bir iştir üstelik. Birinin yüzüne bakıp geçmekle işin içinden çıkamazsınız. Otobüsün tümüne hakim olabileceğiniz bir yerde, tercihan orta sahanlıkta, bir köşeye çekilip uzun uzun etrafı incelemeniz gerekir.
Bazıları sportif ve enerjiktir. Herkesten önce koşup otobüste yer kaparlar. Bazıları da uyanık ve hoyrattır. Arkada olsalar bile öne geçmenin bir yolunu bulurlar. Benim gibi yavaş ve dalgın biriyseniz, hayatta kalmak için karakter tahlilinden başka hiç bir şansınız yoktur. Yoksa hep ayakta seyahat edersiniz. Belediye otobüslerinde ayakta gitmekse çok üstün atletik beceriler gerektirir.
Siz de otobüsün diğer sakinlerini göz hapsine alır, ufak tefek ipuçlarını değerlendirerek bir sonuca varmaya çalışırsınız. Neden? Çünkü kimin önce kalkacağını, hangi koltuğun daha evvel boşalacağını anlamaya çalışıyorsunuz. Buna göre o koltuğa yakın bir yere konuşlanacak ve sizden çok daha hızlı ve çevik olan rakiplerinize karşı avantaj kazanacaksınız.
Yüzüne bakıp anlarmışız. Yok öyle yağma! Keşke hayat o kadar basit olsaydı. Evet doğru, bazısı ineceği durağa yaklaşınca kapıya doğru bakmaya başlar. Hatta kimileri bütün bedenleri ile kalkacaklarının işaretini verirler. Torba hışırdatanlar, çanta kucaklayanlar, boyunlarını birer kaz gibi pencereye doğru uzatıp hangi durakta ineceklerini kestirmeye çalışanlar. Bunlar çocuk oyuncağıdır. Ama hepsi böyle olmaz ki!
Geçen gün 559C'de bir sabah yolculuğu yaptım, bütün otobüs poker suratlılarla doluydu. Hiç bir yüzde tek bir umut ışığı yoktu. Herkes son durak yolcusu gibi görünüyordu. Muhtemelen bir çoğu öyleydi. Ama işte ustalık tam da bu noktada başlar. Biri mutlaka Beşiktaş’ta inecektir. Hadi bilemediniz Levent’te. Fakat Beşiktaş’ta inecek olanla Levent’te inecek olan bir olur mu hiç? Tam bu noktada, başka detaylar devreye girer. Kılık kıyafet, topuğu yenmiş pabuç, yarım yamalak yapılmış makyaj, elde evirilip çevrilen cep telefonu ya da belki kitap, hatta kemirilmiş tırnaklar ile dana yalamış gibi taranmış saçlar bile birer ipucu olabilir.
Göz hapsine aldığınız kişi, plazalara kadar gidecek bir ofis insanı mıdır, Beşiktaş’ta inecek bir memur mudur, yoksa son durağa kadar devam edecek bir öğrenci midir?
Orta sahanlıkta karakter tahlili yapmadan bunu bilemezsiniz. Bunu bilemezseniz de hep ayakta kalırsınız. Otobüste ve hayatta.
Sunday, October 09, 2011
Bir atmosfer yaratmak
BirGün
9 Ekim 2011
Rus hikayeci ve oyun yazarı Anton Çehov, ‘Doktor’ adlı kısa öyküsüne derin bir sessizlik içinde duyulan bir sinek vızıltısını anlatarak başlar. Taşrada yoksul bir evin yatak odasıdır burası. Yatakta bir çocuk ateşler içinde yatmaktadır. Annesi oğlunun başında sessiz sessiz gözyaşı döker. Doktor ise pencereden dışarı bakarken, umutsuz bir şekilde cama çarpıp duran sineği görür. Onunla birlikte biz de sineğin yeniden ve yeniden cama vuruşunu izleriz.
Bu küçücük sahne ilk anda gereksiz gibi görünebilir. Ama bütün öyküyü anlamamızı sağlayacak detay budur aslında. Öykü açıldıkça, yatakta ölmekte olan çocuğun kendi oğlu olduğundan şüphelenen ama bundan bir türlü emin olamayan doktorun kısılmışlığını fark ederiz. Odadan koşarak çıkmak istediğine hiç şüphe yoktur. Ama bu şüphe onu ömrü boyunca kovalayacak, o küçük ve bunaltıcı odada yaşananlardan hiçbir zaman kaçamayacaktır. Bu açıdan, kafasını umutsuzca cama vuran o sinekten hiçbir farkı yoktur aslında.
Bir öykünün atmosferi işte böyle kurulur.
Çehov bu meselenin feriştahıdır. Atmosfer yaratmakta üzerine yoktur. Bu becerisiyle hayranlık uyandırır insanda. Alıştığınızı, anladığınızı zannedersiniz ama sonra önünüze öyle bir sahne ile çıkar ki, her seferinde bir kez daha şaşırır kalırsınız.
İyi hikayecilerin hepsi bu hassayı taşırlar. Çünkü sonsuz zamanları, sonsuz mekanları yoktur. Hepsi sınırlı bir alan içinde tek bir hikaye anlatıyor olduklarının farkındadırlar. Hiçbir fazlalık hoşgörülemez. Bunu bilirler. Onun içindir ki, laf söylemek konusunda biraz cimrice davranırlar. Ama bize anlatmadıkları şeyler, en az anlattıkları kadar önemlidir. Onları bulup çıkarmak da okuyucunun işidir.
Çehov’dan devraldığı mirası layıkıyla taşıyan yönetmen Nuri Bilge Ceylan da, bu anlamda hikayeciliğinin doruğuna ulaşmış. “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı çekerken kullandığı sinema diline aşinayız elbette. Bunu daha önceki filmlerinde de gördük. Ama kendi adıma konuşmam gerekirse, onu bu kadar mahirce kullandığına ilk kez tanık oluyorum. Öyle ki, her bir detay incelikle düşünülmüş planlanmış: yalnızca imgeler değil kişiler, diyaloglar, hatta sessizlikler bile atmosferi oluşturacak (ya da güçlendirecek) şekilde düzenlenmiş.
Hıncal Uluç’un “kesin atın, kimse fark etmez” diyerek veryansın ettiği yuvarlanan elma sahnesine dair Ali Arıkan “Gökten Bir Elma Düştü” başlığı altında harika bir cevap yazmış. O sahnenin nasıl filmin bütününe ışık tuttuğunu gayet güzel anlatıyor. Onun için bu ayrıntıya burada bir daha değinmeye gerek görmüyorum.
Fakat en az onun kadar önemli ve onun kadar uzun bir başka sahneden söz etmek isterim. Filmin ortalarına doğru bir yerde, Komiser Naci (Yılmaz Erdoğan), Savcı Nusret (Taner Birsel) ve Doktor Cemal (Muhammet Uzuner), bir cesedin nereye gömüldüğünü bulmaya çalışırken, bir ara umutsuzluğa kapılıp yanlarındaki cinayet zanlılarıyla birlikte bir köyde mola veriyorlar. Hepsi yorgun, aç ve uykusuz. Yemekten sonra kalkacakları anı beklerlerken, üzerine gecenin karanlığı çökmüş bu adamların tepesinde bir ışık beliriyor. Bir süre sonra anlıyoruz ki, bu ışık onlara çay getirmek için gelen muhtarın kızıdır.
Nuri Bilge Ceylan, katilinden savcısına bütün karakterlerin bu meleksi kızın elinden çay alırkenki ifadelerini gösteriyor bize. Uzun yakın planlar bunların hepsi. Pırıl pırıl parlayan idare lambasının ışığında gördüğümüz yüzlerde ayrı birer hikaye okuyoruz. Bu gencecik kız filmdeki aydınlık tek şey, onu anlıyoruz. Her biri değişik mutsuzluklarla boğuşan bu adamlara çay değil umut dağıtıyor sanki. Oysa umut etmeyi çoktan bırakmış onlar. Bu kız unuttukları şeyleri hatırlatıyor. Hatırlamak da can acıtıyor.
Hani bir şiir okurken herkes başka bir şey düşünür ya? Kimi geride bıraktığı sevgilisini, kimi toprağa verdiği bir yakınını, kimi işlediği günahları, kimi ise işlemediklerini. Bu sahne de işte öyle bir şiir gibi açıyor bütün karakterlerin ruhunu, en derin yerlerine dokunup en saklı şeyleri çıkarıyor. Hem de neredeyse hiçbir şey söylemeden yapıyor bunu.
İnsan hayatta böyle tek bir sahne çekse, huzur içinde ölebilir bence. Uzunmuş kısaymış, kimin umrunda!
“Bir Zamanlar Anadolu’da,”gerek hikayesi gerekse bu hikayenin aktarılış biçimi açısından sinemamızın mihenk taşı olacak filmlerden biri. Sinemayı görsel edebiyat olarak algılayanlardan olduğum için, bu filmin Türk edebiyatının da tarihi anlarından birine işaret ettiğini düşünüyorum.
Sunday, October 02, 2011
İstanbul
BirGün
2 Ekim 2011
İstanbul’a gelince bir senedir özlemini çektiğim rahatlığa kavuşacağımı sanmıştım. Memleketten uzaktayken beni ele geçiren tedirginlik hali sona erecekti. Bunun üzerine ben de eve dönmüş olmanın gevşekliği ile kendimi bırakacak, yakama yapışan yabancılık hissinden kurtulacak ve dünyaya karışacaktım. Bir zamandır bu an gelsin diye bekleyip duruyorum. Nafile.
Onun yerine sık sık şu hikayeyi düşünür oldum: Raoul ve Marguerite maskeli baloda buluşmak üzere sözleşirler. Sonunda gizli bir köşede ikisi de heyecanla maskelerini sıyırdıklarında, birer şaşkınlık çığlığı atarlar: Raoul partnerinin Marguerite olmadığını farkettiği için, Marguerite ise karşısındakinin Raoul olmadığını anladığından.
Fransız mizah yazarı Alphonse Allais’nin maskeli balo paradoksu, birbirinin karşısına yerleştirilmiş iki görüntünün yaratacağı sonsuz döngü üzerine kurulmuştur. Bir şeyin görüntü olduğunu bilebilmemiz için karşısında gerçeğin duruyor olması gerekir. Yoksa referans noktamızı kaybederiz.
Ben de bu hikayedeki gibi referans noktamı kaybetmişim galiba. Bu şehirde hatırladığım teklifsizliği yaşayamıyorum. Ne ben aynı insan olarak geri dönmüşüm, ne de İstanbul yerinde durmuş sanki. Eski sevgilisi ile karşılaşıp onda aradığını bulamayan ve kendisi de karşıdakinin eski sevgilisi haline geldiği için iki kat yabancılaşmış birine benziyorum.
Tanıdık bir şeyler arayarak yollarda yürüyorum. Duraklar kaldırılmış, geçitler açılmış, yeni gökdelenler inşa ediliyor. Kaldırım taşları? Değişmiş tabii. Bunu bekliyordum. Bu şehirde her altı ayda bir kaldırım taşı yenilemek adettendir. Dükkanlar ya taşınmış ya da kapanmış. Şurada küçük bir kahve vardı? Kahvaltı falan da veriyordu? Artık yok. İstiklal’de Emek Sineması vardı? O da artık yok. Demirören adlı alışveriş merkezi var ama. O beni tanımaz, ben onu hiç tanımam. Önünden hızlıca yürüyüp geçiyorum.
Beşiktaş büyük bir şantiye gibi. Geçen gün Alkım Kitabevi’nin tepesinden baktım, tanıyamadım. Koca koca iş makinaları habire kazıp duruyor. Oraya da bir alışveriş merkezi mi yapıyorlar acaba? Ya Taksim’de Park Otel’in olduğu yere? Tamam, oradaki kazulet gibi binayı seviyor değildim. Ama şimdiki durum da pek parlak görünmüyor. Bu kadar hararetli çalışmanın altından süslü sütunlarıyla Yunan tapınağı tadında bir başka alışveriş merkezi çıkarsa hiç şaşırmam.
Bir şehir bir senede bu kadar değişir mi? Belki. Fakat ben de huysuzlaştım belli ki. Sevgilisinin Raoul olmadığını farkeden ama kendisi de artık Marguerite olmayan o kadın gibiyim.
İstanbul da beni tanımakta zorlanıyordur, eminim. Nerede İstiklal Caddesi kalabalığından kıvrak vücut çalımlarıyla bir Salsacı edasıyla sıyrılan o kadın? Nerede şimdiki beceriksiz sersem? Ağır bir operasyon geçirmiş biri gibi yavaş hareket ettiğimi farkedince kendim de şaşırıyorum. Üstelik tereddütlerle doluyum.
Bu şehirde yaşayan herkes gayet iyi bilir ki, tereddütten fenası yoktur. Hemen karar verip harekete geçmezseniz hayatta kalamazsınız. Bense Akbil’imi hangi ekrana okutacağımdan bile emin değilim. Neresi rast gelirse oraya doğru tutuyorum. Bazen işe yaradığı oluyor. Otobüse binmek, karşıdan karşıya geçmek, vapurda istediğim koltuğa doğru ilerlemek, bunların hepsi birer macera artık. Sırada beklemek ise bayağı bir mesele. Hani hiç bir şeyi umursamıyormuş gibi görünür ama bedeninizi küçük adımlarla sürekli ileri doğru itersiniz ya? Hepsini unutmuşum.
Oysa hep sanırdım ki, burada hepimiz bu becerilerle doğmuşuzdur. Daha dünyaya gelmeden böyle bir eğitime tabi tutulduğumuzu ve kimi kitaplardan sınava çekildiğimizi hayal ederdim: Karşıdan Karşıya Nasıl Geçerim: Umutsuzluğu Yenmenin 5 Yolu, Zarifçe Kaynak Yapma Rehberi, Doğru Koltuğun Yanında Dikilme Sanatı: Psikolojik bir İnceleme, Yeni Başlayanlar için Otobüs Sörfü - Belediye Yayınları Beden Eğitimi Serisi.
Artık bunların çoğuna yabancıyım. Vücudum hamlaşmış, reflekslerim yavaşlamış, hedefe kitlenmekte zorlanıyorum. Belli ki her şeyi en baştan öğrenmem gerekiyor.
Hepsi eve dönebilmek için. Hepsi İstanbul beni tanısın, yeniden hatırlasın diye.
Subscribe to:
Posts (Atom)