BirGün
18 Kasım 2012
Hermann Melville’in “Kâtip Bartleby” adlı hikâyesi, on dokuzuncu yüzyılın sonunda New York’taki bir hukuk bürosunun ofis işlerini yapan garip bir adamı anlatır. Temize çekilmesi ya da kopyalanması gereken resmi yazılar ve üst üste yığılan evraklar arasında sessizce oturan bir kâtiptir Bartleby.
Bu öyküde Melville, Wall Street’in yüzyılın başındaki
karanlık atmosferini çok başarılı bir şekilde aktarır. Bartleby’nin erken
kapitalizmin kurbanlarından biri olduğunu düşünürüz. Ancak bir Dickens
karakteri değildir o. Kendisini bir kurban olarak görmemize izin vermeyecektir.
Aksine etrafını saran bunaltıcı dünyaya iştirak etmemek konusunda inatçı bir
kararlılık gösterecektir. Hikâye boyunca istemediği şeyleri bertaraf etmek için
tekrar ettiği “Yapmamayı tercih ederim” lafı tam da bu kararlılığın ifadesidir.
Öykünün sonunda Melville, edebiyat tarihin sıradışı kahramanlarından biri olan Bartleby’nin geçmişine dair bir ipucu verir bize. Bartleby, bir zamanlar Sahipsiz Mektuplar Dairesi’nde çalışmıştır. Kimsenin istemediği mektupları okumuş ve sonra imha edilmelerini sağlamıştır. Bu mektupların içinden çıkan ufak tefek özel eşyayı ayıklarken, nice insanlık hallerini görüp iç geçirmiştir belli ki.
Sahipsiz
Mektuplar Dairesi karanlık bir yerdir. Böyle bir yerin varlığı bile,
insanoğlunun çabalarının boşa gittiğini, aslında her şeyin anlamsız olduğunu
anlatır gibidir. Artık hayatta olmayan insanların umutla güldükleri eski
fotoğraflara bakarken kapıldığımız hissi hatırlatır bize. Zarfların içinden
çıkan yüzükleri, kol düğmelerini takanlar, birbirlerine aşk dolu satırlar
yollayanlar, pusulalar gönderenler nerededirler şimdi?
Sahipsiz
Mektuplar Dairesi’ndeki mektuplar özlenen insanların eline geçmemiş, pusulalar
yerine ulaşmamıştır. Bir mesaj varsa eğer o kaybolmuş, yolda yitip gitmiştir.
Melville’in
öyküsünün tümü etkileyicidir. Ancak Bartleby ile ilgili bu son detay, yani
Sahipsiz Mektuplar Dairesi’nde çalışan bu garip adamın öyküye damgasını vuran
son görüntüsü, onun sahipsiz mektupların üzerine eğilmiş çelimsiz bedeni,
anlatıcıyı olduğu gibi okuyucu da yerine mıhlar.
İnsanlığın
hikâyesi bu mudur? Hayat, yerine ulaşmayan haberlerden ve netice alınamayan
çabalardan mı ibarettir?
“Ah Bartleby! Ah
insanlık!” diye bitirir Melville hikâyesini. Bu serzenişin içinde, o vakte
kadar gündelik hayatın işleyişinden başka hiçbir şeyi önemsememiş olan
anlatıcının insanlık durumuna dair tespiti vardır. Tek bir kişiyi bile
kapıldığı girdaptan kurtarmaya gücü yetmemiş birinin, bütün bir insanlığın
acıları karşısında eğilişi ve bunun getirdiği çaresizliği kabullenişi vardır.
Hâlâ devam eden
açlık grevleri yüzünden, Bartleby’yi her zamankinden çok daha sık düşünür
oldum. Grevcilerin sessiz direnişi ve geri adım atmamak konusundaki kararlılığı,
insanı başka bir şey düşünmekten ya da yazmaktan alıkoyuyor. Ancak günler
ilerledikçe endişe de artıyor. Biz dışarıdakiler açlık grevleriyle ilgili bütün
çabalarımızın, içeridekilerin sesini duyurmak konusundaki teşebbüslerimizin
boşa gittiğinden korkar oluyoruz. Bu ikincisi bana, Sahipsiz Mektuplar Dairesi’nin
yaydığı umutsuzluğu hatırlatıyor. Mesajların yerini bulmadığını, çağrıların
muhataplarına bir türlü ulaşmadığını düşünüyorum.
Gözümün önüne hep
sahipsiz mektupların üzerine eğilmiş Bartleby’nin kambur gölgesi geliyor.
Açlık grevindekiler,
Bartleby’nin durduğu yerden konuşuyorlar. Onlar da, bütün kurumları ve
araçlarıyla üzerlerine gelen sisteme aynı cevabı veriyorlar: “Yapmamayı tercih
ederim.”
Bu basit ama
etkili yanıtın gücünü anlıyorum. Ama bazen dünyanın karanlığı üzerime çöküyor.
Bütün bunların, insanlık durumuna, eşitsizliklere, adaletsizliklere,
yanlışlıklara bir çözüm olup olamayacağını sorarken buluyorum kendimi. Bu yolda
kim bilir daha ne kayıplar vereceğimizi düşünüp karamsarlığa kapılıyorum.
İşte o zaman, Melville’in
öyküsünün anlatıcısı olan avukatın sesi kulaklarımda çınlıyor: “Ah Bartleby! Ah
insanlık!”
Not. Bunun açlık grevleri için yazdığım son yazı olacağını ummuştum. Hakikaten de öyle oldu. Yazının basıldığı günün grevlerin sona erdiği açıklandı.