16 Şubat 2014
Öğrenciliğimden
beri kahvelerde vakit geçirmeyi severim. Kahve derken şu yeni usul kafelerden
bahsetmiyorum. Dev fincanlarda sunulan sulu kahveleri, üniformalı çalışanları
ve fabrikadan çıkma pastaları ile hepsi birbirine benzeyen bu mekanlardan pek
hoşlanmıyorum. Benim sözünü ettiğim, amaçsız bir şekilde dolaşan aşıkların mola
vermek için uğradığı, öğrencilerin sözleşmiş gibi her gün aynı masada buluştuğu
ve rate yazarlarla şairlerin bir fincan kahve eşliğinde saatler geçirdiği basit
ama güzel yerler.
İstanbul’da
onlardan çok azı hayatta kaldı. Çay bahçeleri gibi şehrin kahveleri de yavaş
yavaş tarihe karışıyor.
Bir
yerin müdavimi olmak duygusunu ilk kez Hisar Kahve’de tatmıştım. Öğrenciyken
zamanımın çoğunu geçirdiğim Ali Baba’nın kahvesinde genellikle kalabalıklar
halinde oturulur, uzun uzun konuşulur ve kalın su bardaklarıyla çay içilirdi. Okkalı
sade kahveyi tercih etmediyseniz tabii. Her zaman oturup konuşmak zorunda
değildiniz elbette. Ama herkes birbirini tanırdı. Onlarla uzun uzun sohbet
etmiyor olsanız bile, tanıdığınız insanlarla çevrili bir mekanda oturmakta
rahatlatıcı bir şeyler vardı. Eve misafir geldiğinde konuşmaları dinleyerek divanda
uyuyakalan çocukların huzuru olurdu insanın üzerinde. Her gün gidip aynı masaya
yerleşir, bazen isimlerini bile bilmediğiniz kişilerle göz ucuyla
selamlaşırdınız. Sonra da denize bakarak düşüncelere dalabilirdiniz. Hem de saatlerce.
Boğaz’a
bakmanın bedava olduğu yıllardı.
Ali
Baba’da tekbaşına oturanlara kimse ilişmezdi. Ama dörtlü beşli masalar kahvenin
değişmez manzarasıydı. Kimi zaman bu gruplar büyür, sesler yükselirdi. O zaman
Ali Baba duvara dayadığı sandalyesinden kalkar, gönülsüzce ayar verirdi. Onu
dikkate almamak mümkün değildi. Son dönemde akıllara durgunluk verecek boyutlara
ulaşmış göbeği, her an düşebilirmiş gibi duran bol pantolonu ve hafifçe
sararmış atleti ile ikinci sınıf bir suç filminin bıçkın karakterlerinden biri
gibiydi. Konuşması bile öyleydi sanki. Masaların arasında dolaşıp “Hadi, çaya
pasif kalmayalım,” diye seslenişi hala kulağımda.
Kahvenin
yerinde artık yeller esiyor. Önce el değiştirdi, ardından da tamamen kapandı.
Zaten Ali Baba memleketine döneli çok olmuş, kahve kahvelikten çıkmıştı. Sonraları
iyice sevimsiz bir yer oldu. Şimdi kapısında lüks arabalar park ediyor. Yazları
ferahlayasınız diye sizi arada bir spreyle ıslatıyorlar. Çok garip bir adet.
Kendinizi ot gibi hissediyorsunuz. O mekana gidiyorsanız muhtemelen öylesiniz
zaten.
Neyse,
kahve yok artık. Çok canımı sıkıyor bu durum. Önünden geçerken bile başka
tarafa bakıyorum.
Fakat
kahvesiz yaşamak mümkün değil tabii. Ben de kendime yeni bir yer buldum. Birkaç
senedir gittiğim bu kahveyi, Calamity Jane dobralığı ile Adile Naşit anaçlığı
arasında gidip gelen orta yaşlı bir kadın işletiyor. Kahvenin çalışanları da
müşterileri de genellikle öğrencilerden oluşuyor. Eski çay bahçeleri ile
yarışamaz belki. Ama kendine göre bir sevimliliği ve canlılığı var. Arka
plandaki çatal bıçak takırtısı, insan sesi ve müzikten oluşan karışım tam
olması gerektiği gibi. Ne dikkati dağıtacak kadar yüksek, ne de insana kendini
yalnız hissettirecek kadar cılız. Üstelik kahvesi lezzetli, çayı demli, hatta
ev yemeği bile var. Şehrin en kalabalık noktalarından birinde gerçek bir vaha
yani.
Geçen
gün yine orada çalışıyordum. Arkada hafif hafif bir şeyler çalıyordu. Galiba
eski şarkıları çalan bir radyo kanalını açmışlardı. Bir ara dikkatim dağıldı,
başımı kaldırıp etrafımdakilere şöyle bir baktım. Neredeyse bütün masalarda tekbaşına
oturan insanlar vardı. Ben de dahil olmak üzere herkes önündeki bilgisayara
bakıyordu. Arkadaki köşeye genç bir çift yerleşmişti. Onlar da birbiriyle
konuşmuyordu. Geriye doğru kaykılmış, ellerindeki telefonlara kitlenmişlerdi.
Hisar
Kahve’deki kalabalık masalar, kahkahalarla bölünen konuşmalar, birbirine
sarılarak girip çıkan insanlar geldi gözümün önüne. Oradan buraya nasıl ve ne
zaman gelmiştik acaba? Bu kadar büyük bir değişikliğin kendisine mi şaşayım,
yoksa bunun bir parçası olmama mı hayret edeyim bilemedim. Bu yalnızlık bile
değildi artık. Daha çok öksüzlük gibi bir şeydi. Hepimiz birer makineye
sarılmış oturuyorduk. Ne acayip şeydi aslında! Benim dizüstü bilgisayarı
kordonundan çekiştirdim bir süre. Bir tepki vermesini bekler gibi. Sonra bu
görüntünün garipliğini unutup yeniden işe daldım.
Bir
daha kafamı kaldırdığımda, tabak çanak seslerinin üzerine radyoda çalan Hey
Jude eklenmişti. Bir Beatles şarkısı eksikti şimdi, diye düşündüm. Bari duruma
uygun bir şey çalsalardı. Bu kadar yalnız insana, Eleanor Rigby iyi giderdi
mesela. Ama işte Paul McCartney’in çok şekerli iyimserliği ile baş başaydık. Hey
Jude’un ha bire gaz veren sözlerine kulak verdim. McCartney yıllardır yaptığı
gibi yine aynı şeyleri söylüyordu. Moralini bozma diyordu, düzeltebilirsin
diyordu, sana yakın olmasına izin ver diyordu.
“Nah
düzeltirsin!” dedim kendi kendime. Şuraya bak! Sevgililer bile birbirinin
yüzüne bakmıyor. Sokakta kimse kimseye gülümsemiyor. Komşularımı tanımıyorum,
benimle aynı katta çalışan insanların isimlerini bilmiyorum ve işte ben de
diğerleri gibi burada yapayalnız oturuyorum. Durup dururken hüzünlendim.
Omuzlarım hafifçe çöktü.
Ben
bunları düşünürken, şarkının finalindeki nakarat kısmına geldik. Aaa, bir de ne
göreyim! Herkes elindeki telefonu, ipad’i falan bırakmış, bir ağızdan “Nah nah
nah nah nah nah, nah nah nah, hey Jude” diye bağırıyor. Önümde ders çalışan
çocuk eliyle masada tempo tutuyor. Bir iki kişi bulunduğu yerde sallanıyor. Ben
bile hafif hafif mırıldanıyorum. Şarkı bitince, köşedeki çiftin oğlanı
kollarını kaldırıp “Hey Jude!” dedi. Karşısındaki kız da onun komikliğine güldü
biraz.
Ben
de kendimi gülümserken buldum. Belki de düzeltebilirdik gerçekten. Hüzünlü bir
şarkıyı alıp her şeyi daha iyi hale getirebilirdik. Kısa bir süre için buna
inandım. Bütün dünya Hey Jude oldu.
Ama
biraz sonra içerideki ışık değişti. Garson çocuk dolaşıp çay dağıttı. Dışarıdan
korna sesleri geldi. Bir adam diğerine ağız dolusu küfretti. Kahvede başlar
birer birer eğildi. İnsanlar bilgisayarlarına geri döndüler.