Tuesday, March 03, 2015

RÜYA

BirGün Pazar
22 Şubat 2015






“Ne olur bu bir rüya olsun!” demiş Nuh Köklü. Kalbine saplanan bıçaktan hemen sonra. Özgecan Aslan da öyle demiştir herhalde. “Bu bir kabus olmalı,” demiştir. “Bitsin artık!” demiştir. Onu da bıçakladılar biliyorsunuz. Bir de ellerini, o güzel ellerini…

Bu hafta korkunç bir haftaydı. Ben çoğunu uyuyarak geçirdim. Mutsuz uzun uykular. Kabuslardan uyanıp başka kabuslara daldım. Uyanık olduğum zamanlarda da hayaletlerle uğraşıp durdum. Özgecan’la birlikte katledilmiş bütün kadınların suretleri geri döndü. Baktığım her yerde, Güldünya’nın, Ayşe’nin, Mehtap’ın yüzlerini görür oldum. Bana bir şey söyleyecek gibi duruyorlardı.

Halbuki hayaletlerle konuşarak vakit kaybetmemem gerekiyordu. Oturup yazı falan yazmam gerekiyordu. Bir keresinde neredeyse bir sayfa kadar yazdım. Ama sonra hepsini sildim. Geçmişten bir şeyler çıkıp gelmişti. Ve geçmişten gelen şeyler her zaman iyi olmuyordu. Ben de oturup hepsini sildim. Keşke her şeyi böyle silebilsek diye düşündüm sonra.

Sizi bilmiyorum ama erkeklerle de uzun uzun konuşamadım ben bu hafta. Kötü bir niyetim olduğundan değil. Dayanamadığım için. Onlar da dinlemeye çok niyetli değillerdi zaten. Daha çok kendi kendilerine konuştular. Ders verdiler, akıl verdiler, tahlil yaptılar. Eğitimli olanlar, onları yabancılaştıracak şekilde davranmamamız gerektiğini hatırlattı. Diğerleri, bazı ihtiyaçları olduğunu ama bunları “iyi aile kızları” üzerinden tatmin etmemeleri gerektiğini söyledi. Bazıları da “Sizin yanınızda durmak istiyoruz ama izin vermiyorsunuz,” diye darılıp gittiler. Ben bunlara dayanamadım. Bu hafta dayanamadım.

Nasıl barışacağım diye düşündüm. Ben bu dünya ile nasıl barışacağım? Zalimlerin cinsiyeti olmazmış. Öyle diyorlardı. Her şeyi ama her şeyi biliyorlardı. Bense emin değildim artık. Hiçbir şeyden emin değildim.

Bunları düşüne düşüne uyuduğum gecelerden birinde garip bir rüya gördüm. Rüyamda hangar gibi bir yerde dikilmiş duruyorum. Karanlık kötü bir yer burası. Bayağı pis kokuyor üstelik. Bir bankonun önünde sıraya girmiş bekliyorum. Eğer sicilim temizse beni içeri alacaklar. Nereye? Emin değilim. Ama oraya gitmek istiyorum. Göçmen gibi bir şeyim galiba. Elimde küçük bir çıkınım var. Bakıyorum herkesin elinde bir tane var onlardan. Pek bir şey götürmemize izin yok anlaşılan. Ama bunu dert etmiyorum. Mutluyum. Herhalde göçüyorum, diyorum kendi kendime.

Böyle beklerken beklerken sonunda sıra bana geliyor. Tam bankoya yaklaşacakken önüme bir adam dikiliyor. Eliyle beni göstererek “O giremez,” diyor. Ben yaşlarda bana benzeyen bir adam bu. Saçı gözü kara. Ben kara değilim halbuki. Ama yine de bana benziyor. Ya da ben öyle düşünüyorum. Meğer adam Ermeni imiş. Onun da elinde bir çıkını var. Çıkından pabuçlarına kan damlıyor. Adamın pabuçları kan içinde. Bunu neden daha önce fark etmedim? Korku içindeyim. “Ben yapmadım,” diyorum görevlilere. “Benim hiç suçum yok.” Bunun başıma geldiğine inanamıyorum. Gerçekten suçsuzum ben. Bunun üzerine, adam çıkınını alıp çekiliyor. Görevliler bana inandı. Yolu açıyorlar. O güzel ülkeye gidebilirim. O adamı bir daha hiç düşünmeyebilirim.

Ama ayaklarım beni götürmüyor. Olduğum yerde dönüyorum. Adamı arkada bir yerde kalabalığın içinde görüyorum. Ailesi ile bir köşeye oturmuş. O da benim gibi sırasını bekliyor. Yürüyüp yanına gidiyorum. Bir süre ne yapacağımı bilemeden öylece duruyorum. Sonra birden önünde diz çöküyorum. Yere öyle hızlı iniyorum ki, dizlerim sızlıyor. Bir şey söylüyor muyum emin değilim. Ama galiba konuşmaya gerek yok. O beni anladı. Biz yaptık. Hepsini biz yaptık. Ben de diğerleri kadar suçluyum. Kendi payımı kabul ediyorum. Adam oturduğu yerden kalkıyor. Beni çekip yanına oturtuyor. Birisi çıkınından ekmek çıkarıyor. Aynı sofraya oturup yiyoruz. Ben ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorum. Gözyaşlarım elimdeki ekmeğe akıyor. O güzel ülkeye girmişim artık. Biliyorum.

O kadar kabusun içinde bir de bu rüya. Bir süre ne düşüneceğimi bilemedim. Sonunda anladım ki bu Özgecan ile ilgilidir. Bu rüyanın kadın cinayetleriyle ne alakası var diyeceksiniz? Bir büyük haksızlığın başka bir adaletsizliğin yarasını kaşıması şaşırtıcı mı geldi size? Bana hiç öyle gelmiyor. Sonuçta bütün adaletsizlikler aynı yerden besleniyor. Sadece cinsiyetçilik ile ırkçılık arasındaki ilişkiye bakmak bile bunu anlamak için yeter.

Ama bu rüya bence daha önemli bir şey söylüyor: Mağdurların tarafında olduğunuz zaman bir haksızlığa dair fikir yürütmek kolaydır. Ama ya herhangi bir nedenle zalimlerin tarafında kaldıysanız? Dahil olduğunuz sınıf, etnik köken ya da cinsiyet sizi ayrıcalıklıların arasına yerleştirdiyse? O zaman ne olacak? İşte o zaman, önce karşı tarafın acılarını tanımanız gerekir. İleri geri konuşup onlara fikir veremez, yol gösteremezsiniz. Çünkü onların acısında sizin de payınız vardır. Önce durup bunu kabul etmeniz gerekir.

Hafta boyunca erkekler değişik platformlarda şunu sordular: “Sadece biyolojik olarak dahil olduğumuz bir cinsin zalimliğinden sorumlu tutulabilir miyiz?” Onlara göre bu çok büyük bir adaletsizlikti. Onlar bir şey yapmamıştı. Bunların hepsi bir iki münferit olaydı. Saldırganlar belli ki cinsel sorunları olan sapık adamlardı. Hepsi en ağır cezalara mahkum edilmeli, hatta asılmalıydı. Kendileri ise, iyi erkeklerdiler. Böyle taraklarda bezleri yoktu. Onun için, bu tür eleştirilerden muaf olmalıydılar. Kimileri daha karmaşık bir tonda ilerlese de, tartışmaların özü üç aşağı beş yukarı buydu.

Mesele şu ki, kimse kendi cinsine, sınıfına ya da etnik kökenine sadece fiziksel olarak dahil olmaz. Herkes kendi toplumsal kimliğinin avantajlarından yararlanır, onun sağladığı kolaylıkları kullanır. Erkekler de erkek olmanın nimetlerinden faydalanırlar. Daha da önemlisi kadın olmanın getirdiği tehlikelerden ve sınırlamalardan uzak yaşarlar. Kadınlarla aynı koşullarda bulunsalar bile, onlardan çok daha hızlı serpilir ve gelişirler. Erkekler ait oldukları cinsin davranışlarından sorumlu tutulamazlar elbette. Ama kendi cinslerinin sebep olduğu adaletsizliği sorgulamadıkları sürece onu büyütmüş ve beslemiş olurlar. Bu durumu kabul etmedikleri sürece de suçludurlar. Çünkü görmezden geldikleri adaletsizlik sonunda bu katilleri yaratır.

Yukarıdaki soruyu soran arkadaşlara buradan selamlarımı yolluyorum. Ayrılmadan önce onlara sevgili Rakel Dink’in sözünü hatırlatmak istiyorum: “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim!”


 

Her yanık iz bırakır...

BirGün Pazar
15 Şubat 2015


Partileri, büyük buluşmaları, kalabalık toplantıları sevmiyorum. Bunu daha önce de yazmıştım. Ama belki şunu söylememişimdir: Partileri sevmememin bir sebebi de, hepsinden illa ki bir şeyler kaybederek çıkıyor olmamdır. Böyle ne eldivenler, ne şapkalar gitti. Zaten dalgın insanım. Üstüne bir de kalabalığın yarattığı sersemlik eklenince, bir türlü toparlanamıyorum anlaşılan. Peki ya yırtılıp delinenler? Sigara yanıklarıyla zalimce işkence görenler? Bunlar da başımdan eksik olmuyor.

Geçen gün yine böyle kalabalık bir toplantıdan sonra eve geldiğimde, paltomun sırtında bozuk para büyüklüğünde bir delik olduğunu fark ettim. Eve doğru yürürken arkadan arkadan bir serinlik geliyordu. Demek bu yüzdenmiş! Bir ara paltoyu vestiyere asmıştım, o zaman mı delinmişti? Biraz daha dikkatli bakınca bunun bir yanık olduğunu fark ettim. Evet, birisi sigarasına hakim olamamıştı. Hatta sonra birkaç kez daha hakim olamamış olmalıydı ki, delik büyümüş ve bozuk para boyutlarına ulaşmıştı.

Bunun çaresi var mıdır diye düşünürken, Beşiktaş’ta bir ara gözüme ilişen “ÖRÜCÜ” tabelasını hatırladım. Ertesi gün dükkanı elimle koymuş gibi buldum. Nur yüzlü yaşlıca bir adam en fazla üç metre kare kadar bir odacıkta oturuyordu. Paltomu çıkarıp gösterdim. O da bana odanın içindeki ikinci iskemleyi gösterdi. “Otur, üşüme!” dedi. İkimiz birden oturunca oda tamamen doldu zaten. Sürgülü kapıyı itip kapattı. Böylece iki iskemle, bir elektrikli radyatör ve askıda tamir edilmeyi bekleyen bir iki kıyafetten oluşan dekorun parçası haline geldim.

Paltoyu bir süre inceledikten sonra, “Nasıl yaktın bunu?” diye sordu. “Ben yapmadım,” dedim. “Sen yapmışsın işte, hanım abla,” dedi, “Buraya böyle getirdiğine göre.” Sonra da muzip muzip güldü. Alışkın hareketlerle arkaya doğru uzandı, bir yerlerden bir makas çıkardı. Paltonun eteğinden astarını biraz kesti. Oradan bir iki iplik söktü. Sökerken de azıcık söylendi. “Sentetik bunların hepsi,” dedi. “Artık hiçbir şeyin doğrusunu yapmıyorlar. Onun için böyle çıra gibi yanmışsın.”

Burhan amca (konuşurken ismini de öğrenmiş oldum) paltomu onarırken, ben de onu seyrettim. Ellerimi kucağımda bitiştirip kibar biri gibi oturdum. Dükkanın içinde elimi kolumu oynatacak kadar yer yoktu çünkü. “Kendi ipliği ile örmek lazım. Yoksa belli olur,” dedi. “Şimdi belli olmayacak mı peki?” diye sordum. “Eskisi gibi olmaz tabi,” diye cevap verdi, “Her yanık iz bırakır.”

Bu lafın ağırlığı altında susmak zorunda kaldım. Bir süre sessizce oturduk. O çalıştı. Bense uzun uzun pabuçlarımı inceledim.

İşi bitince paltoyu bana uzattı. Delik tamamen kapanmıştı. Uzaktan bakıldığında yandığını anlamak mümkün değildi. “Neredeydi ki?” diye sordum. “Bak, burası,” diye gösterdi. Elimi paltonun sırtında gezdirdim. Eskiden yanığın olduğu yerde kumaş kalınlaşmış pütür pütür olmuştu. “Başkası göremez, yalnız sen bileceksin,” dedi bana. Yine aynı muziplikle güldü. Teşekkür edip parasını ödedim. Sürgü kapıyı açtı. Ben toparlanıp çıkarken “Bir daha yakma,” diye seslendi, “Tamiri zor oluyor.”

Onu küçük dükkanında bırakıp çıktım. Ayrılırken arkamdan el salladı. Örgü iğnesini, bir şövalye gibi göğsüne çaprazlama takmıştı.

Dükkandan çıktıktan sonra, ne yapacağımı bilemeden dalgın dalgın yürüdüm bir süre. Paltoyu kurtardığıma seviniyor olmam lazımdı. Ama pek de öyle sevinçli sayılmazdım. Burhan amca paltoyu onarmasına onarmış ama bunu yaparken başka şeyleri yerinden oynatmıştı. Hayatımın pürüzlü yerleri görünür hale gelmişti birden. Hepsi bir biri ardından gözümün önünden geçiyordu.

Bunların birinde, ilk okulda beslenme saatinde elimde yemek çantası ile sıramda duruyorum. Öğretmen çantalarımızı açmamızı söylüyor. Önümdeki sırada dalgalı kumral saçlarıyla çok güzel bir oğlan çocuğu oturuyor. O saçlarla aynı Küçük Prens’e benziyor. Çantamdan bir sandviçle bir de portakal çıkıyor. Portakalı ona uzatıyorum. Yanındaki arkadaşı dürtüp beni gösteriyor. Çocuk dönüp bakıyor. Bahçedeki köpek pisliklerine bakar gibi. Belki de arkadaşının yanında onu utandırdığım için kızgın bana. Elinin tersi ile itiyor portakalı. Yanındaki oğlanla itişip gülüşüyorlar. Küçük Prens bunu yapmazdı. Çocuk gözümden düşüyor. Ama bana bakışını unutamıyorum. Bu kadar güzel biri nasıl böyle zalim olabilir? Anlayamıyorum.

Bir başkasında, zihnime kazınmış bir veda sahnesi var. Çocuk değilim artık, yetişkin biriyim. Otobüs garında genç bir adama sarılmışım. O bana sarılmıyor. Ellerini cebine sokmuş, öylece duruyor. Çünkü biliyor, belki de bir daha görmeyecek beni. Biraz sonra otobüse binip gidecek. Ben zaten çoktan gitmişim. İlişkimiz biteli bayağı bir zaman olmuş. Ama genç olduğumuz için bunu anlayamamışız. Bir süre öyle duruyoruz. Sonra “Ben gideyim,” diyor. Sesi uzun zaman hasta yatmış biri gibi çatallı çıkıyor. Şoför çoktan koltuğuna atlamış, “Ankara yolcusu kalmasın!” diye bağırıyor. Otobüse binerken gömleğimin yakasının sırılsıklam olduğunu fark ediyorum. Ağlamış. Hiç ağlamaz halbuki. O anda dünyanın en zalim insanı benim artık. Platformda kaskatı duruyorum. Otobüs yavaş yavaş manevra yapıyor. El sallamak istiyorum. Ama kollarım kalkmıyor. Daha fazla orada duramayacağım. Arkamı dönüp gidiyorum.

Bunları düşünerek daha ne kadar yürüdüm bilmiyorum. Dolmuş durağına geldiğimde, aklımda en son bu sahne vardı. “Küçük Prens bunu da yapmazdı,” dedim kendi kendime, “Asla yapmazdı.”

Akşam trafiğinde ortalık karışmış, Beşiktaş yine cehennem yerine dönmüştü. Dolmuş durağındaki sıra ip gibi uzamıştı. Uzunca bir bekleyişten sonra bir araba geldi ve bindim. Eve doğru giderken elimle paltodaki pütürlü yeri şöyle bir yokladım. Evet, Burhan amca iyi iş çıkarmıştı. Dışarıdan hiç fark edilmiyordu. Üstü örtülmüş, izleri mümkün olduğu kadar gizlenmişti. Ama ben biliyordum. Yanık orada duruyordu. Ruhumdaki diğer bütün yanıklar gibi.