14 Nisan 2013
Dün bir
arkadaşımla oturuyorduk. Giderayak bir çocukluk hikayesi anlattı. Bir seferinde yemek yerken üstünü başını iyice
berbat etmiş. Galiba yağlı bir şeymiş yediği. Belki de çikolatalı pasta falan
gibi şekerli bir şey. Sonuçta kollarına kadar yağa ya da şekere bulanmış halde
bir komşu teyze tarafından yakalanmış.
Teyze belli
ki otoriter biriymiş. Benim arkadaşı bir köşeye dikmiş. Ellerini havaya
kaldırmasını ve kendisi dönene kadar yerinden kıpırdamamasını söylemiş. Sonra
gözlerine bakarak “Söz mü?” demiş ona. O da çaresiz kafasını sallamış.
Kadın
çıkınca, bizimki elleri havada öylece kalakalmış. Oyalanmak için sağa sola bakınmış.
Bir iki ayak değiştirmiş. Ama zaman geçmek bilmemiş. Teyze bir türlü geri
dönmemiş. Belki birileriyle konuşmaya dalmış. Ya da başka bir işe girişmiş. O
kadarını bilemiyoruz. Sonuçta mutfaktaki çocuğu unutup ortadan kaybolmuş.
Arkadaşım
bunu anlatırken, hâlâ o anın korkunçluğunu yaşar gibiydi. “Dışarıdan diğer
çocukların sesleri geliyordu. Onlara katılmak için can atıyordum. Ama söz
vermiştim. Yapacak bir şey yoktu. O kadar uzun süre bekledim ki, sonunda
kollarım ağrımaya başladı. Ellerimi birazcık oynatırsam, ne olur diye düşünmeye
başladım. Dünya yıkılır mıydı acaba?”
Bunları
dinlerken içim ezildi. İnsanı bir çocuğun çaresizliği kadar üzen başka hiçbir
şey yoktur.
Arkadaşımın
söylemek istediği bu değildi gerçi. Bu anıyı aslında kurallara riayet eden biri
olduğunu söylemek için anlatıyordu. Oysa bence hikayenin ana fikri bu değildi. Bana
kalırsa esas mesele, yukarıdaki soruyu sormuş olmasıydı. Yani hikayedeki çocuk
aslında otoriteyi sorgulamaya başlamış biriydi. Bu hikayeyi itaat ederek ve
bekleyerek bitirmiş olabilirdi. Fakat bir dahaki sefere köşede sessizce beklediğini
hiç sanmıyorum.Yoksa şimdi tanıdığım insan haline gelemezdi. Çünkü arkadaşım,
kurallara ne kadar saygı duysa da, haksızlık ya da kaba kuvvet karşısında
sinecek biri değildi.
Birer
birey olarak otorite ile kurduğumuz ilişkide temel kaide de budur bence. Bir
toplum olarak hayatımızı sürdürebilmek için kurallara uymak gerekiyor olabilir.
Ancak, her zaman aklımızda tutmamız gereken şey şudur ki, bir gün bütün o kuralları
yeniden yazmak ihtiyacı doğabilir. Onun için demokratik bütün sistemler (ve de vicdanlı
komşu teyzeler), bireylerden koşulsuz bir itaat beklemek yerine, onların içinde
yaşayacakları dünya üzerinde söz hakkına sahip oldukları bir modeli tercih
etmelidir. Kurallara uymak ile kayıtsız şartsız itaat ediyor olmak arasındaki
fark da budur zaten.
Bunlara
dair kafa yorarken, arkadaşımla yaptığımız konuşmanın Emek Sineması eyleminin hemen
ertesine rast gelmesinin garip bir tesadüf olduğunu fark ettim.
Sinemanın
hikayesi malum. Fakat hala duymamış birileri kaldıysa kısaca yeniden anlatalım.
Emek Sineması’nın 2009 yılında kapatılmasından ve yıkımını içeren projenin
kamuoyu ile paylaşılmasından bu yana bir dizi protesto eylemi yapıldı. Hepsi
barışçıl birer gösteri olan bütün bu eylemlerde, sinemanın bir kültür mirası
olduğu dile getirildi ve olduğu gibi korunması talep edildi. Buna cevap olarak
iddia edilen ise şuydu: Emek Sineması yıkılmayacak, var olan haliyle yeni
yapılacak alışveriş merkezinin üst katına ‘aynen’ taşınacaktı.
Ancak, iki
hafta önce sinemanın içine giren tanıkların çektiği fotoğraf ve videolarla
sinemanın yıkılmaya başlandığı kayıt altına alındı. Bunun üzerine, bir grup
sinemasever geçtiğimiz Pazar günü yeni bir yürüyüş düzenledi ve İstanbul’un en eski ve görkemli salonu olan
Emek Sineması’nın mevcut haliyle restore edilerek korunması gerektiğini barışçı
yöntemlerle dile getirmek istedi.
Sonrasını
biliyorsunuz: Televizyonlara yansıyan görüntülerden de anlaşılacağı gibi,
aralarında yerli yabancı sinemacıların da bulunduğu bu grup, polisin biber gazı
ve tazyikli su içeren müdahalesi ile karşı karşıya kaldı. Dört kişi gözaltına
alındı. Şehrin en kalabalık yeri olan İstiklal Caddesi birden savaş yerine
döndü. Sinemalarını korumak üzere sokağa çıkan ve barışçı bir şekilde gösteri
yapan yüzlerce insan, şehrin göbeğinde en akıl almaz biçimde polis şiddetine
maruz kaldı.
Bu
durumda şunu sormak gerekmez mi? Emek’i savunanlar hangi kuralı ihlal
etmişlerdir de böyle bir muameleye maruz kalmışlardır? Yaptıkları, şehrin en
önemli sinemalarından biri olan bir binanın yıkılmasını engellemeye
çalışmaktır. En temel demokratik haklarını, yani “Hayır” deme seçeneğini,
kullanmaktadırlar.
Fakat
polis marifetiyle susturulduklarına bakılırsa, onlardan beklenen bu değildir.
Peki o zaman, istenen nedir? Kamuoyunu “tamirat” hikayeleri ile oyalayan ve
sonra sinemayı iş makinaları ile dümdüz eden bu zihniyetin karşısında ne yapmak
gerekir? Bir köşede sessizce durup olan biteni izlemek mi?
Anlaşılan,
birileri bizi şehrin bir köşesinde tek ayak üzerinde tutmak konusunda
kararlıdır. Onlara cevabımız şudur:
Aslında
bir kamu mülkü olan ve isminin de ima ettiği gibi bir “emekçi” sineması olarak
belleklerimizde yer etmiş bu mekanın, kamunun fikri sorulmadan yıkılması kabul
edilebilir bir şey değildir.
Emek
yıkılırken, bir köşede ellerimizi kaldırıp “hiçbir şeye dokunmadan” duracağımızı
düşünenlere, o yaşı çoktan geride bıraktığımızı hatırlatmanın zamanıdır.
Not: “Emek Bizim” grubu, 14 Nisan Pazar günü saat 16.00’da, İstanbul
Film Festivali’nin kapanış programının Emek Sineması önünde yapılacağını
duyurdu. Bu Pazar orada görüşmek umuduyla.