Sunday, April 24, 2011

Hayalet Ağrı


BirGün
24 Nisan 2011

Burada benden çok daha uzun zaman geçirmiş bir arkadaşım var. Geçenlerde hepimize memleket hasreti basmışken öyle oturaklı bir laf etti ki neye uğradığımı şaşırdım. “Türkiye hayalet kol gibi bir şeydir,” dedi, “kendisi ortada olmasa da ağrımaya devam eder.”

Hayalet (fantom) ağrı diye bir şey var, duymuşsunuzdur. Fantom ağrı, kesilen bir uzvun sanki yerinde duruyormuş gibi hissedilmesine deniyor. Bu durum, genellikle kol veya bacak kesilmesinden sonra ortaya çıkıyor. Uzvunu kaybeden hasta, onun yerinde olduğu hissiyle yaşıyor ve gerçek bir organ ne tür hisler yaşatıyorsa eli kolu varmış gibi bunları birer birer tecrübe ediyor.

Bu benzetme beni çok sarstı. Kendi kısacık tecrübemi bir tarafa bırakıp uzun süre memleketten uzak kalmış olanları düşündüm. Sürgünde olanlar, değişik sebeplerle ülkeye dönemeyenler ya da Türkiye’de olmasına rağmen yabancı muamelesi görenler.

Geçenlerde bir konferans için Los Angeles’a gittik. Orada bizi bir Ermeni arkadaşımızın babası karşıladı. Aile bir zamanlar Maraş’ta yaşıyormuş. 1915’te mezalim başlayınca Kudüs’e sığınmışlar. Oraya doğru giderken yolda kundaktaki bebeklerini, soğuktan donan parmaklarını ve umutlarının büyük bir kısmını bırakmışlar. Ama çileleri bununla bitmemiş, İsrail kurulduktan sonra oradan da Beyrut’a sürülmüşler. Beyrut karıştıktan sonra da Marsilya’ya göç etmişler. Los Angeles son durakları gibi görünüyor. Yine de bilinmez tabii.

Amcamız bir rahip. Almanya’da ilahiyat okumuş. Ermenice, Arapça, Fransızca ve İngilizce biliyor. Ama bizimle anlaşmak için Türkçe’yi tercih ediyor. Babasından duyarak öğrendiği kırık dökük bir Maraş şivesiyle konuşuyor. Lafları ağzında şeker gibi gibi yuvarlayarak söylüyor. Hiç Türkiye’de yaşamamış. Ama Türkiye’den “vatanım” diye bahsediyor. O böyle dedikçe, ne diyeceğimizi bilemiyor başımızı önümüze eğiyoruz.

Utanmamız boşuna değil. Bizi uzun süredir görmedikleri akrabaları gibi karşılıyorlar. Ne ikram edeceklerini, neleri göstereceklerini bilemiyorlar. Bütün gece konuşuyoruz. Durup durup Los Angeles’ın güzel bir yer olduğunu ama insan ilişkilerindeki mesafeye donukluğa bir türlü alışamadıklarını söylüyorlar. Oysa senelerdir orada yaşıyorlar. Üç çocuklarından biri Amerika’da doğmuş, yaşamlarının büyük bir kısmını bu ülkede geçirmişler.

Yemeklerden, adetlerden, şarkılardan bahsediyoruz. Hassas meselelere dokunmamaya çalışıyoruz ama olmuyor. Gecenin sonuna doğru soruyorum, İstanbul’a bizi görmeye gelecekler mi? Amcamız acı acı gülüyor. O gelmiş zaten. Sadece İstanbul’a mı? Maraş’a kadar gitmiş. Köylerini görmeye. Belki yine gidecek. Ama karısını ikna edebileceğimizi sanmıyor.

Karısı ninesinin yanında büyümüş. “Ninem ömrü boyunca her gün ağladı,” diyor bana, “gördükleri yakasını hiç bırakmadı çünkü.” Konuşmakta zorlansa da, yutkuna yutkuna anlatmaya devam ediyor: “Hep eve dönmekten bahsederdi ama bir türlü olmadı. Türkiye’den getirdiği çiçekleri otları doldurduğu bir kesesi vardı, onu koklar dururdu. Öldüğünde o keseyi de yanına gömdük.”

Bu hikayeyi duyunca gözyaşlarımı tutamıyorum. “Benim içinse durum farklı,” diyor teselli etmek ister gibi. “Evim olmadı ki özleyeyim!”

Bunun ardından bir süre sessizce oturuyoruz. Söylenecek pek bir şey yok gibi.

İkimiz de biliyoruz ki, insan en çok sahip olamadıklarının ağrısını çeker. Koparılmış bir kolu parmak uçlarına kadar hissedenler en fenasıdır. Onlar acıların en beterini yaşar. Kimse olmayan bir şeyin ağrısını dindiremez çünkü.

O zaman, arkadaşımın da dediği gibi, Türkiye böyle bir hayalet ağrıdır. Kayıp bir kolun ağrısı.

Yerinden yurdundan edilmiş tüm Ermeniler için.

Sunday, April 17, 2011

Taşra yolları taşlı...

BirGün
17 Nisan 2011

Nurdan Gürbilek, “Yer Değiştiren Gölge” adlı kitabındaki hepsi birbirinden güzel makalelerinden birinde taşraya ve onunla birlikte gelen ruh haline yepyeni bir anlam atfeder: “Taşra sıkıntısı adını verelim buna; taşra sözcüğüne yalnızca mekana ilişkin bir anlam yüklemeden, yalnızca köyü ya da kasabayı kast etmeden; onları da, ama onların ötesinde, şehirde de yaşanabilecek bir deneyimi; bir dışta kalma, bir daralma, bir evde kalma deneyimini, böyle hayatları ifade etmek için...”

Gürbilek’in bu tanımından sonra, “taşra” sadece kentin dışında kalan hayatı tanımlayan bir sözcük olmaktan çıkar. Taşralılık mekandan bağımsızlaşır ve bir ruh halinin ifadesi gelir. Gürbilek bu tartışmanın devamında, bütün yoksunlukları ve hassasiyetleriyle çocukluğu da hayatın taşrası olarak görür mesela.

Memleketi terkettiğimden beri, ben de çocukluğun taşrasına geri dönmüş gibiyim. Hala kurallarına alışamadığım bu yeni dünyada, kendinden emin yetişkinler arasına karışmaya çalışan ve bunu başaramadıkça hırçınlaşan bir çocuk gibi saçlarım dimdik duruyorum. Bütün bunlar bana Rilke’nin ‘Malte Laurids Brigge’nin ağzından söylediği bir şeyi hatırlatıyor: “Çocukluğumu yeniden bulabilmek için dua ettim ve sonunda geri geldiğinde farkettim ki, her şey eskisi kadar zordu ve büyümenin hiç bir faydası olmamıştı.”

Büyümenin bana da pek faydası olmamış ki, işte hala aynı divanın üzerinde oturmuş pencereden dışarı bakıyorum. Dünya orada duruyor. Ama dokunamıyorum. Her şey önümden büyük bir hızla akıp gidiyor. Bense çocukluğun o yalnız ve sıkıntılı öğleden sonralarından birinde sıkışmış bekliyorum.

Divandan kalkmaya cesaret ettiğim zamanlarda da, dışarıdaki dünyayla ilişki kurabildiğim söylenemez. Hatta onu olduğu gibi görmekten bile acizim galiba. Şöyle ki: San Francisco’ya yolu düşen her Türk, bir ara ‘Golden Gate’e bakıp “Aynı bizim Boğaz Köprüsü gibi!” der. Tamam. Bunu hepimiz yapıyoruz. San Francisco dik yokuşlarıyla, tramvaylarıyla ve renkli kalabalığıyla biraz iyiniyetli bir şekilde bakarsak İstanbul’u andırıyor gerçekten de. Fakat benimki orada bitmiyor ki! Berkeley tepelerine çıkıyoruz, ‘Aaaa, tıpkı Güzelbahçe,” diyorum; Colorado nehrinin kıvrımlarında dolaşıyoruz, Düden şelalesini anlatıyorum; kızılçam ormanlarına dalıyoruz, yanımdakine dönüp “Kaçkarları gördün mü sen?” diye soruyorum.

Bütün bunlar kabul edilebilir belki. Memleket özlemi ile açıklanabilir hatta. Ama sonunda öyle bir noktaya geldik ki, karşımızdaki parkta şarkı söyleyip dans eden Meksikalıları sıra gecesi yapan Urfalılara benzetince, silkinip düşünmek zorunda kaldım.

Taşralılık mı bu? Evet. Hem de en hasından.

Melankoli taşranın şanındandır. Benim için tanıdık bir şey. Çocukluğumdan beri peşimi bırakmayan bir dışarıda kalma, geç kalma, eksik olma duygusu. Buralara gelirken tepeme çullanacağını biliyordum. Belki yine aynı nedenle, dünyayı kalın bir camın arkasından seyrediyor olmak da beni hiç şaşırtmadı. Orada durmaya alışığım.

İyi de bu memleketçilik nedir şimdi? Kendimden böyle bir tutuculuğu beklemezdim işte. Sonra yavaş yavaş farkettim ki, bu yaygın bir hastalık. Sebepleri de açık aslında. Bir şeylere hayret ediyor olmak taşralılığın bir numaralı işareti olarak görülüyor. İnsanın duygularını göstermesinin çocukluk olarak addedilmesi gibi. Ne kadar ifadesiz bir suratınız varsa o kadar yetişkin sayılıyorsunuz mesela. O zaman, çocukluğun ya da yabancılığın taşrasını terketmenin, yani ciddiye alınmanın yolu pek bir şeye şaşırmamaktan geçiyor. “Aynısından bizde de var” aslında tam da bu anlama geliyor. “Mevzuya hakimim, dünyayı biliyorum,” demiş oluyorsunuz.

Bunu düşününce babamın sevdiği bir fıkra geldi aklıma: Trakyalının köyden amcaoğlu geliyor. Birlikte Istanbul’u dolaşmaya çıkıyorlar. Birden karşılarına boyunlarında çanlarıyla rengarenk püskülleriyle ağır ağır ilerleyen develer çıkıyor. Köyden gelen hayretler içinde kalıyor. Akrabasına develeri gösterecek ama adını da bilemiyor. Sonunda çareyi ‘Neylere bak neylere?’ demekte buluyor. Öteki de hayatında ilk kez deve görüyor ama şehre kapağı atmış bir kere, cahilliğini açık edecek değil ya! Bir müddet ıkınıp sıkındıktan sonra, elini savurup ‘Öyledir onlar beya!’ deyiveriyor.

Uzun lafın kısası, ben de bu Amerikaları çözdüm artık. Böyledir buralar beya!

Monday, April 11, 2011

Tehlikeli Yakınlıklar



BirGün
9 Nisan 2011

Edebiyat sahnesinde herkesin bir ustalığı vardır. Psikolojik gerilim romanlarının uzmanı da Amerikalı polisiye yazarı Patricia Highsmith’dir. Highsmith, 1950’de yayınlanan ilk romanı ‘Trendeki Yabancılar’la yarım asrı aşkın kariyerinde neyle uğraşacağının işaretini vermiştir: istenmeyen yakınlıklar.

Yakınlıklardan korktuğumu daha evvel yazmıştım. Fakat insanlara yakınlık ilham eden biri olduğumdan söz etmiş miydim, bilmiyorum. Nereye gidersem gideyim, kiminle tanışırsam tanışayım insanlar bana hayatlarını anlatmak için sıraya girerler. Böyle zamanlarda hep Highsmith’i ve ‘Trendeki Yabancılar’ı yad ederim. Suratımda herkesin içindeki itirafçı damarı harekete geçiren bir ifade var diye düşünüyorum. Sadece bir kaç saat önce tanıştığım insanlar bile kendilerine dair en özel şeyleri art arda sıralayabilirler.

Bir zamanlar sadece bu nedenle otobüs yolculuklarından korkar olmuştum. Halbuki otobüse binmeyi severim aslında. Sırtınız tutulur, uykusuz kalırsınız ama yine de yolda olmak iyidir. Yolculuğun güzelliği insana düşünecek zaman vermesindendir. Gece yolculuğunun üstüne hiç bir şey tanımam. Bir derdiniz varsa, ilk yapmanız gereken şey budur: Bir otobüse atlar ve penceredeki yansımanızla kafa kafaya verip düşünürsünüz. Bir tür hipnoz hali gibidir bu. Her dakikası saatlere bedeldir. Böyle yarı baygın bir şekilde bir süre gidersiniz. Sonra bir de bakarsınız ki, ilk molada meseleyi halledip hafiflemişsiniz.

Yanınızdaki izin verirse tabii. Benim şansıma hep çenebaz kadınlar düşerdi. Hani şu yanınıza oturur oturmaz ‘Yolculuk nereye?’ diye soranlardan. Yahu, İstanbul-Ankara otobüsünde yolculuk nereye olabilir? Ankara’ya işte! Bunu diyemezsiniz. Siz diyemedikçe, karşınızdakinin konuşacağı tutar. Böyle gide gide Ankara’ya varırsınız. Yorgun ve tükenmiş. İçiniz dışınız bilmek istemeyeceğiniz bir dolu hikayeyle dolmuş. Kadıncağızın ilk kocasının hangi hastalıktan öldüğünden tutun da, oğlunun kaçıncı dönemde hangi dersten kaldığına kadar bir sürü şeyi dinlemiş, bir kaç numara aptallaşmışsınızdır. Pencereye doğru döndürdüğünüz yüzünüzü her seferinde yeni bir konu başlığı ile kendinden tarafa çevirmeyi başaran koltuk arkadaşınız ise asla yorulmamış, aksine gitgide artan bir iştahla aile hikayelerinin en canalıcı bölümlerine doğru ilerlemeye başlamıştır. Esnersiniz, uyuklarsınız, kitap okur gibi yaparsınız, nafile. Bu kadınlara hiç bir şey işlemez.

Öğrenciyken bu durumla baş edebilmek umuduyla kimi yöntemler geliştirmiştim. “Nerelisin?” diye muhabbete girene “Sana ne!” diye cevap veremeyeceğim için, kendimce bir takım çözümler bulmuştum. İlk başvurduğum yöntem turist taklidi yapmaktı, ama daha çok ilgi çektiğini görünce bunu derhal terkettim. Sağır-dilsiz oyunu da uzun sürmedi, çünkü kadınlar dilleriyle yapamadıklarını bu sefer elleriyle anlatmaya çalışıyordu.

Fakat yılmadım. Orta sınıf, orta yaşlı ve orta boylu bu kadınları korkutacak ne varsa, oturup bir listesini çıkardım. Bunlar tahmin edeceğiniz gibi ‘ortalamanın’ dışında şeylerdi. Sonunda bunları alt alta dizdiğimde artık elimde yeni kişiliğim vardı. Evet, tehlikeli yakınlıklar hala bir meseleydi. Ama ilişkinin tehlikeli tarafı bendim artık. En ısrarcı teyzeleri bile başarılı bir şekilde bertaraf edebiliyordum. Işın kalkanı gibi bir şey icad etmiştim. Gururluydum.

Bu küçük oyun neticesinde bizim memlekette en çok korkulan şeylere dair bir fikrim oldu. Hepsini anlatıp sizi sıkmak istemem. Zaten çoğu şaşırtıcı şeyler değildi. Bu kadınların çoğu o kadar tutucuydu ki, bir iki küçük detay onları kaçırmaya yetiyordu. Bir keresinde, okuduğum romanın kapağındaki yarı çıplak kadın resmini beğenmediği için yerini değiştiren birine bile rastladım. Siyaset konuşmak da riskli bir iş olarak algılandığı için bazılarını püskürtmekte işe yarıyordu. Ama asıl hatrımda kalan herkesin yoksulluktan nasıl öcü gibi korktuğu oldu. Onun için en iyi işleyen numara, kalacak yer arayan muhtaç biriymiş gibi davranmaktı. O zaman bütün bu şirinlik muskası kadınlar birden sus pus olup önlerine bakıyor ve yol boyunca bir daha ağızlarını açmıyorlardı.

Bu sayede ne güzel ne sakin yolculuklar yaptım. Ne korkulu yakınlıkların ihtimali geldi geçti de, bana mısın demedim. Fakat bu sinsi riyakarlık aklımın bir köşesine takıldı. Hala da o takıldığı yerde duruyor.

Not: Bu yazı iki seyahat arasında telaş içinde yazıldı. Nasıl olduysa, Patricia Highmith'i İngiliz yapmışım. Kitaplarını okumuş biri için çok saçma bir hata. Fakat bazen insanın aklından geçenle elinden çıkan aynı olmuyor. Özür dilerim.

Ruhumuzun Ayarı

BirGün
2 Nisan 2011


Doğu’dan çıkıp gelen herkes gibi ben de, Batı ile ilişki kurmanın şöyle sakin aklıbaşında bir yolu olmadığını sonunda idrak ettim. Ya yaka silkiyor, ya ayılıp bayılıyor, ya da -- Allah göstermesin -- ikisini birden yapıyorsunuz. Her şey uçlarda yaşanıyor. Dengeli, düzgün, makul bir ilişki yok.

Çok tanıdık bir hikaye bile olsa kendiniz yaşayınca, sanki yeni bir şeymiş gibi tecrübe ediyorsunuz. Öyle garip bir durum ki, iki omzunuzda iki şeytan oturuyor sanki. Biri Batı’nın sunduğu her kolaylığı körü körüne beğeniyle karşılıyor ve her cümlesini “abi, adamlar yapmış işte” diyerek bitiriyorsa; öteki de, “ama bizde de insanlık var, kardeşim” diye devam ederek habire “memleket güzellemesi” yapıyor. Birincisi bizi sağlıksız bir hayranlığa ve teslimiyete davet ederken, ikincisi de gizliden gizliye milliyetçiliğe ve muhafazakarlığa göz kırpıp duruyor. Birinden kaçarken öbürüne tutuluyor, bu iki uç arasında savrulup gidiyorsunuz.

Hikayeye başından başlamak gerekirse, önce şunu söylemeliyiz: yolu Batı’ya düşen her Doğulu, ister araba fabrikasında bant işçisi olarak çalışmaya başlasın, ister bir konferansta makale sunacak olsun, önce “medeniyet” denen o yekpare duvara bütün şiddetiyle toslayıp – afedersiniz – kaba etlerinin üzerine bir güzel oturur. Almanya’ya çalışmaya gidenlerin yakınlarına yolladıkları fotoğrafları bilir misiniz? Yarı mağrur yarı tedirgin bir takım insanlar suç üstü yakalanmış gibi garip bir şekilde gülümserler hani? Tedirginlikleri yere düştüklerinde içlerine oturan acıyı unutmadıklarındandır. Mağrur durmaları da, en azından medeniyete kafayı koydum ya, diye içten içe sevinmelerinden gelir.

Sonuçta herkes dünyayı fethetmenin yolunun Batı’ya “başvurmaktan” geçtiğini bilir.

Ancak, Batı kollarını açmış sizi beklemiyordur elbette. Kim olursanız olun, sizi taşradan gelen uzak bir akraba gibi karşılayacaktır. Önceleri, tanıdıklarınıza sıkıntı vermiş gibi hissedersiniz. İlla ki bir yanlış yaparsınız. İlla ki utanırsınız. Oysa bilmemek ayıp değildir. Öğrenmemek ayıptır. Öyle söylemişlerdir size. Olsun yine de çekinirsiniz. Birileri bir yerlere sizden önce gitmiş, sizden fazlasını görmüş, sizden daha büyük binalar yapıp daha esaslı romanlar yazmıştır.

Ne kadar zaman geçirirseniz geçirin, hep biraz yabancı kalacaksınızdır. Sonuçta uzun bir misafirliktir sizinki. Oradasınızdır ama dahil olamazsınız. Bir türlü rahatlayamazsınız. Siz kendinize itiraf etmeseniz bile – Cemal Süreya’nın lafıyla – hep bir “güvercin kuşkusu” içinde yaşarsınız.

Sonra bir gün artık rabıtalı davranamadığınızı hissedersiniz. Onlar gibi konuşmaya, gülmeye, kendi adınızı bile anlaşılsın diye eğip bükerek söylemeye başlamış olabilirsiniz. Ne de olsa uyum sağlamanın en kolay yolu taklit etmektir. Ama bunu yapmadıysanız, hemen sevinmeyin. Henüz darbe almadan bu işten sıyrılmış sayılmazsınız. Bu sefer de öteki şeytanın eline düşmüş olabilir misiniz? Bütün bunları bir tür hafiflik olarak görüyorsanız muhtemelen öyledir. İçinizdeki itiraz sesinizin tonuna, ağzınızın kıvrımlarına sinmeye başlar. Üzerinize bir kibir gelir oturur. Buna kendiniz bile şaşırırsınız. Sesiniz alaycı çıkar. Bazen de öfkeyle yükselir. Bir de bakarsınız ki, herkesten daha fazla konuşur olmuşsunuz. Efendinin hoşuna mı gitmek istiyorsunuz? Orası belli değildir artık. Daha çok rahatı bozulsun istersiniz.

Bu öfkede bir hastalık gizlidir. Öyle bir hastalık ki, kimi zaman insanı tamamen sakatlayabilir. James Baldwin “Yerli Bir Çocuğun Notları” adlı otobiyografik öyküsünde, Harlemli bir rahip olan babasının beyazlara beslediği hınca teslim olarak nasıl yavaş yavaş aklını yitirdiğini anlatır. Karaderililere yönelik ırkçılık yüzünden, hayatı boyunca kendi memleketinde bir yabancı gibi yaşamaya mahkum edilmiş bu adam sonunda dengesini tamamen kaybetmiştir. Her şeyde bir sahtelik kokusu alır. Her davranışta inceden inceye bir düşmanlık sezer. Bir “sahicilik” inadı tutturmuş gidiyordur. Ama belli ki kimse yeterince sahici değildir, kimseye sonuna kadar güvenilemiyordur. Sonunda ailesinden bile şüphelendiği için zehirlenme korkusuyla yemek yemeyi reddeder ve kimbilir hangi zihinsel işkenceler içinde ölür gider.

Demem o ki, efendinin rahatı öyle kolay kolay bozulacak bir şey değildir. Onun rahatı bozulmasin diye koca bir medeniyet yaratılmıştır.

Bozulan şey olsa olsa sizin ruhunuzun ayaridir.

Bu dosyayı silmek istediğinizden emin misiniz?



BirGün
27 Mart 2011

Yasak kitaplar listesi sürprizlerle doludur. Aralarında kuramsal metinler, araştırmalar, romanlar, hatta çocuk kitapları bile bulabilirsiniz. ‘Alice Harikalar Diyarı’ insan gibi konuşup davranan hayvan figürleri tasvir ettiği için Çin’de, ‘Küçük Kara Samba’ milli duyguları zedelediği gerekçesiyle Japonya’da, Roald Dahl’ın ‘Cadılar’ adlı harika hikayesi de herhalde cadıların duygularını incittiği için Amerika’da bir süre yasaklanmıştır. Yine de hatırladığım en garip örnek, içindeki kimi tanımların genç zihinleri zehirleyeceği korkusu ile Amerikan okullarında bir dönem yasaklanan Merriam Webster sözlüğüdür.

Bu konuda ufak bir araştırma yaparsanız, kütüphanenizde başköşede duran, defalarca okuduğunuz, hatta hayatınızı değiştirmiş bir çok eserin değişik dönemlerde itinayla ortadan kaldırıldığını görürsünüz. Kafka’nın ‘Dönüşüm’ü Nazi iktidarı sırasında yakılmış, Lillian Hellman’ın oyunları McCarthy döneminde toplatılmış, Orwell’in ‘1984’ü de Stalin idaresindeki Rusya’da imha edilmiştir mesela.

Siyasi kariyerini Amerika’da komünistlere yönelik nefret ve korku üzerinden inşa etmiş olan McCarthy’nin yürüttüğü kitap avcılığının tarihteki yeri ayrıdır. Nazilerden sonra en çok kitap toplatan yönetim herhalde onunkidir. Hükümetin politikalarını ve bitmek bilmez paranoyasını mükemmel bir şekilde özetlediği için, akla gelen ilk örnek Arthur Miller’in ‘Cadı Kazanı’ olacaktır. Onyedinci yüzyılda Salem’de geçen akılalmaz bir cadı avını hikaye eden bu oyun, “ruhu şeytanlar tarafından ele geçirilmiş bir takım insanların ettiği hastalıklı laflara” yer verdiği için derhal toplatılmış ve yasaklanmıştır.

Anlaşılan Miller’ın oyunu, Katolik bir ailenin çocuğu olan muhafazakar ve milliyetçi McCarthy’nin her iki hassasiyetine birden dokunmuş, siyasi imalarının yanı sıra bir de dindar bir cemaati anlattığı için onu canevinden vurmuştur.

Yine de, bu “hassas” ve yasakçı iktidarlardan hiç biri, bir kitabı henüz basılmadan, daha bir taslak halindeyken yasaklamayı akıl edememiştir. Fakat biz birinciliği kimseye bırakır mıyız? Hele böyle gurur duyulmayacak bir konuda.

Dün gazetede okuduğum haberlere göre, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan gazeteci Ahmet Şık’ın ‘İmamın Ordusu’ adlı kitabının dijital kayıtlarına İthaki Yayınevi ve Radikal Gazetesi’ne yapılan polis operasyonuyla el konulmuş ve kopyaları silinmiş. Henüz basılmadığı için, kitap değil de “örgütsel döküman” olarak muamele göreceği ifade edilen bu metnin “taslağını elinde bulundurup teslim etmeyen herkesin örgüte yardım suçundan gözaltına alınacağı” da ek olarak duyurulmuş.

Henüz günyüzü görmemiş bir kitabın ortadan kaldırmasındaki ironiye hiç girmeyeceğim. Böylesine edebiyatta bile nadir rastlanır.

Fakat bu metinle teması olan herkesi sindirmek için ne gerekiyorsa yapan yönetimin kararlılığının çok şaşırtıcı olduğunu söylemeden edemeyeceğim. İnsan elinde olmadan merak ediyor tabii. Bu kitapta ne var ki, daha ortaya çıkmadan imha ediliyor? Polis kuvvetlerini seferber edecek, bilgisayarların peşine düşüp dosyaları birer birer sildirecek kadar önemli olan şey nedir?

Ahmet Şık’ın eşi Yonca Şık’a “elinde kitabın bir örneği varsa teslim etmesi” yönünde tebligatta bulunan, Radikal Gazetesi yazarı Ertuğrul Mavioğlu’nun bilgisayarından kitabın kopyalarının silinmesi emrini verenlerden bir an durup düşünmelerini rica ediyorum.

Bu dosyayı silmek istediğinizden emin misiniz?

Bu kadar korktuğunuz şey sonuçta bir kitaptır, hanımlar ve beyler. Binlercesi, yüzbinlercesi gibi sadece bir kitap. Ortaya çıkmış olsa bir çok benzerinin arasında kaynayıp gidecek, belki de dikkatimizden kaçacak bir metin.

Oysa şimdi her gün biraz daha güçleniyor. Çünkü o artık hepimizin bildiği bir kitap. Tek tek her dosyayı imha etseniz de, varlığından haberdar olduğumuz bir kitap. Hiçbir bilgisayarda hiçbir kopyası kalmasa bile, bizim için hep orada olacak bir kitap.

Şimdi bize “örgütsel doküman” olduğunu söylüyorsunuz. Onu bütün kayıtlardan “silmek” istiyorsunuz.

Tamam, diyelim ki bütün dosyaları birer birer sildiniz. Peki ya zihnimizde yarattığınız soruları da silebilecek misiniz?

Kahkahanın İktidarı


BirGün
19 Aralık 2010

Bütün çocukluğunuzu ‘arka sıradaki gözlüklü kız’ olarak geçirdiyseniz, sınıftaki zorbalarla nasıl baş edileceğine dair bir kaç şey öğrenmişsiniz demektir. Zorbalar her zaman yanıbaşınızdadır. Öğretmenin görmediği zamanlarda saçınızı çekecek, gözünüzün içine baka baka yemeğinize tükürecek, hatta harçlığınıza bile göz koyacaklardır. Onlardan kaçarak kurtulamazsınız. Bunu size kimi büyükler de söyler: “Ne korkuyorsun, evladım? Sen de yapıştır bir tane.” Kolaysa sen yapıştır, dersiniz içinizden. Zorbalar her zaman sizden daha kuvvetlidir. Onun için zorba olmuşlardır zaten. Cepheden yüzleşmek işlemez. En iyi ihtimalle dayak yersiniz. Daha kötü ihtimalle, diğerlerinin dikkatini çekersiniz. Çünkü, bütün gözlüklü kızların bildiği gibi, her zaman başkaları olacaktır.

Zorbaları onlarla dövüşerek alt edemeyebilirsiniz. Fakat zayıf noktalarını kestirebilirseniz, oyunu kazanmanız işten bile değildir. Nitekim, benim itilip kakılmalar tarihimin şanlı finali, bir sabah okula gitmemek için iyi bir sebep bulmaya uğraşırken, şunu farkettiğimde gerçekleşti: bir zorbanın en çok korktuğu şey gülünç duruma düşmekti. Bu bilgiyle üzerime bir ışık inmiş gibiydi. Yatakta doğrulup ciddi ciddi düşündüğümü hatırlıyorum. Kaybedecek pek bir şeyim yoktu. Bana gülünmesinden korkmuyordum. Bu yeni bir şey değildi. Oysa, onun kaybedecek çok şeyi vardı. Kendini bir tür kahraman sanıyordu. Anladım ki, süperman için kriptonit neyse, benim küçük zorba için de kahkaha oydu. Gücünü elinden alacak şeyi bulmuştum!

Bu olaydan seneler sonra, Rus düşünür Mihail Bahtin’in ‘Rabelais ve Dünyası’ adlı kitabında ‘karnaval kahkahası’na atfettiği anarşist özelliği okuyunca, çocukken farkında olmadan aynı prensibi kullandığımı anladım. Bahtin’e göre, kahkaha iktidarın gücünü elinden alıp kendisine karşı kullandığı için anarşisttir. Zorba ona gülmemizden endişe eder. Çünkü kendini çok ciddiye alır. Çünkü korkudan beslenir. Ona güldüğünüz anda üzerinde durduğu zemini tehdit ediyor olursunuz.

Başbakan Erdoğan’ın ziyareti sırasında yapılan gösteride arkadaşlarının gözaltına alınmasını protesto eden ODTÜ’lü öğrencilerin, geleneksel mücadele yöntemlerini bir tarafa bırakarak birden Uzun Eşek oynamaya geçmelerini seyrederken bunları aklımdan geçirdim. Bahtin’e sorma şansımız olsaydı, bu olayın ‘karnaval kahkahası’nı çağıran popüler şenlikli biçimlerin özelliğine sahip olduğunu söyleyecekti bize. İlk bakışta yalnızca bir oyun gibi görünen bu eylemin aslında derin bir anlam taşıdığını hatırlatacaktı.

Öğrenciler dansın adımlarını değiştirdiler. Polis kalkanlarının önünde Uzun Eşek oynamaya geçtiklerinde, kuralları gücü elinde bulunduranlar tarafından belirlenmiş bir ilişkiyi yeniden tanımladılar. İktidar, öğrencilerin kendilerine yönelen şiddetle aynı yöntemi kullanarak yüzleşmesini beklerken, onlar bu ilişkiyi ters yüz edip bir şenliğe çevirdiler. Öğrencilerin bir çocuk oyununa geri dönmekten korkacak bir şeyleri olamazdı. Oysa polisin en son isteyeceği şey, öğrencilerin elinde ‘oyuncak’ olmaktı– ki ‘yastık’ görevi görmeye başladıkları andan itibaren, bu da gerçekleşmiş oldu.

ODTÜ’lü öğrencilerin eyleminin gücü buradan geliyor. Kahkahanın gücünden. İktidar kendini ciddiye aldığı ölçüde tahammülsüzleşir. Eleştiriyi kaldıramaz. Mizah duygusu zayıflar. Kendi gücünün mutlaklığından şüphe etmez olur. İtibarını korumak için de kaba kuvvete başvurmaktan çekinmez. Ancak giysileri, kalkanları ve coplarıyla etrafa korku saçması gereken kolluk kuvvetleri, önlerinde uzun eşek oynandığı zaman birden ‘korkunç’ olmaktan çıkıp gülünçleşir. Yani dokunulabilir, başa çıkılabilir ve dolayısıyla da alt edilebilir bir şey haline gelir.

Bunun içindir ki, ister arka sırada oturan gözlüklü kız olun, ister ‘orantısız güç’le yüz yüze kalan bir avuç öğrenci, şiddete başvuranlarla başetmenin en akıllıca yolu kahkahadır.

Bahtin’in dediği gibi, kahkaha özgürleştirir. Kendine ‘süper’ güçler atfedeni yeryüzüne indirir, yabancı olanı tanıdık kılar ve böylece korkuyu yok ederek bizi serbest bırakır. İşte o zaman iktidarın kahkahası yerine, kahkahanın iktidarından söz edebiliriz. Bu hafta ODTÜ’de olduğu gibi.

Engin Ardıç'a Açık Mektup

BirGün
12 Aralık 2010


Engin Abi,

Bizim gösteriden sonra, arkadaşlarla oturduk, ‘Orantısız Saçmalık’ adlı yazını okuduk. Aramızda fikir ayrılıkları meydana geldi. Olayı netleştirmek için sana yazıyoruz, abi.

Tam olarak neden rahatsız oldun anlayamadık. Solculuğumuzdan mı, gençliğimizden mi, yoksa hamile kalmış olmamızdan mı?

Biz sana layık bir gençlik olmak istiyoruz, abi. İstersen solculuktan da, hamile kalmaktan da vazgeçebiliriz. Gençlikten vazgeçmek biraz daha zor olur ama, onu da zamanla hallederiz herhalde.

Bu öğrenciler neyin peşindeler, diye soruyosun. Valla, işte bildiğin şeyler: YÖK kapatılsın, üniversiteler özerkliğine kavuşsun, harçlar kaldırılsın. Bunun gibi şeyler işte. Eğitimle ilgili işler abi. Bizimle doğrudan ilgili meseleler anlayacağın. Onun için biz de düşündük ki, bunları, hani, yüksek eğitimle ilgili bir toplantıda dile getirelim. Rektörler toplantısını düşünmemiz ondandı.

Bizimle açık konuş abi! Erkekçe mertçe söyle. Yani sana uymuyorsa, biz de gidip daha sakin bir yerde kendi kendimize bağırabiliriz. Kuytuda böyle işler daha iyi olur hem. Kimseyi rahatsız etmemiş oluruz. Şöyle terkedilmiş bir arsa falan kaldıysa gösterin, oraya gideriz. Alçak sesle slogan atarız ki, etrafta ev mev varsa, çocuklar uyanmasın.

Çocuklar uyanmasın dedim de, aklıma geldi: son gösteride bizim arkadaşlardan biri bebeğini düşürdü, biliyosun. Polis tekmeledi karnını. İşte bu arkadaşımız hamile kalmıştı utanmadan. Evli bile değil üstelik. Bir de sen kalk gösteriye git! Bunların hepsini yazmışsın gerçi. Kaçar mı? Senelerin gazetecisi tabii. “Hanım hanım, ne işin vardı o halinle orada” diye sormuşsun. (Bizim arkadaş bunu biraz yadırgadı yalnız. Ona sadece pazarcılar ‘hanım’ diye sesleniyormuş öyle dedi.)

“On dokuz yaşında, üniversite öğrencisi ve hamile...” yazıp bırakmışın, abi. En çok bu kısmını tartıştık. Böyle yarım yarım cümleler yazmasan? Tam olarak ne demek istediğini anlayamadık çünkü. Bunun üzerine bazılarımız buna alternatif üçlemeler önerdi: “Beyaz, erkek ve kadın düşmanı” ya da ‘Ellisinde, köşe yazarı ve ahlak zabıtası” ve benim şahsi favorim: “Yaşlı, küskün ve şovenist.”

"Senin birinci sorumluluğun bebeğine karşı mıdır yoksa Kemal Kılıçdaroğlu'na karşı mı? diye sorsak tepki görürüz.” Diyosun. Neden elini korkak alıştırıyosun, abicim? Senin yerinde olsam, bu sarmısaklasak da mı saklasak teraneleri yerine, tırsakiliği bir tarafa bırakır doğrudan yazardım. Bu lafa dayanarak bir kaşık suda fırtına koparmaya çalışanlar, “satmayan gazetelerin okunmayan yazarlarının ‘cirmi kadar yer yakan’ yazıları” olduktan sonra kimin umrunda, di mi?

Bu soruyu bizim arkadaşa sorduk. ‘Benim en büyük sorumluluğum Engin Ardıç abime karşıdır’ diye cevap verdi. ‘Hanım’ lafına da yavaş yavaş ısınıyormuş. Bu olay ona bir ders oldu belli ki. Bundan sonra hanım hanımcık olacak, evinde oturup oya işleyecek. Bi ihtiyacın olursa, hiç çekinme söyle abi! Ne bileyim, yağdanlık tutacağı olur, cop kılıfı olur, akan salyaları silmek üzere mendil olur, ne istersen artık.

Aslına bakarsan, biz hepimiz sayende hizaya girdik. Yazında idam cezası falan demişsin. Biraz tırstık haliyle. Bir daha hiç “taşkınlık” yapmayacağız. Bundan sonra kıyıdan kıyıdan okula gidip geleceğiz. Yumurtaları da atacağız. Tavaya yani. O da sadece kahvaltıda. Valla bak!

Yalnız bir sorun var, “Bak yavrum, sana bir anımı anlatayım da lafı tatlıya bağlayalım: Yıl 1991... Özal'la birlikte Avustralya'dayız...” diye başlayarak bize kendi bayat hayatından ucuz bir provokasyon hikayesi anlatmışsın. Her şey iyiydi de, bunu yapmayacaktın be abi!

Nerede bizim günyüzü görmeden ölen bebeğimiz, nerede senin kirli dünyanın boktan ayakoyunları? Nerede bizim dayak yiyen arkadaşlarımız, nerede senin Özal’ın Avustralyan? Nerede bizim inançlarımız, nerede senin medya hikayelerin? Nerede… Neyse…

Uzun lafın kısası, arkadaşlarla konuştuk, biz seninle lafı tatlıya bağlayamayacağız, abicim.

Haber vereyim dedim.

“Yavrun”

Not: Buraya koymayı unuttuğum bir iki yazıdan ilki bu. Seçici hafızam bunu hatırlamak istememiş herhalde.