Ekim 2014
Mitolojik
kökenleri açısından eski bir hikaye olan Doppelgänger,
yani “kötü ikiz” teması, XIX. Yüzyılda Avrupa’da hakim olan romantik edebiyat
geleneği ile birlikte yeniden ortaya çıkan izleklerden biridir. Romantik dönem,
ya da bizi ilgilendiren kısmıyla “gotik romantik” edebiyat, sadece aşk ve romansı
değil aynı zamanda dünyanın “tekinsiz” bir yer olabileceği meselesini de konu
eder. Evet belki güzel ve dokunaklı olanı anlatır, ama bunu her zaman ürkütücü bir
bilinmeyenin karşısına koyarak yapar. Kötü ikiz teması, bu iki özelliği de aynı
anda barındırdığı için gotik yazarlara mükemmel bir malzeme sağlar. Bu izleği
taşıyan hikayeler, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, dahası hiçbir şeyin
kendisi ile aynı kalamadığı, tedirginlik verici bir gerçekliği yeniden ve
yeninden kurarlar.
Almanca bir
sözcük olan Doppelgänger, tam olarak
çevirmek istersek, “çift-gezen” gibi bir anlama gelir. Yani öncelikle birlikte
yürüyen iki kişi ya da birbirinin içine geçmiş iki ayrı benlik hayal etmemiz
beklenir. Korkunçluk da buradan başlar ya zaten. Hikayenin kahramanı, kendisine
tıpatıp benzeyen bir kopya-karakterin varlığına maruz kalır. Onu “içinde” (ya
da “yanında”) taşımaya mahkum olur. “Öteki” bir gölge gibi onunla birlikte
dolaşır, yavaş yavaş hayatını ele geçirir ve sonunda yerini alır. Ben olmayan
ama bana benzeyen şey felaketimdir. Çünkü eşsiz ve tek olmak isterim. Kötü ikiz
teması bu felaketin dile gelmiş halidir. Onunla birlikte iyiler kötülere
dönüşür, ışık karanlıkla ve yaşam ölümle yer değiştirir. Kabuslarımızın en
korkunç tarafı da böylece edebiyatta karşılığını bulur.
Robert Louis Stevenson'ın Dr. Jekyll ve Mr. Hyde adlı kitabına ismini veren kahramanı, Oscar
Wilde’ın Dorian Gray'in Portresi’nin şeytani karakteri “kötü
ikiz” temasının başarılı örnekleri arasında sayılabilir. Aslına bakarsanız,
dönemin edebiyatı, kimi zaman açık kimi zaman da üstü örtülü bir şekilde, tümüyle
bu temanın etkisi altındadır denebilir. Heinrich Heine, bir şiirinde ruhunu şeytana satan ve
gerçekten satıp satmadığından bir türlü emin olamayıp eziyet çeken Peter Schlemihl
adında bir adamdan bahseder. Aynada yansıması olmayan aynı zavallı Schlemihl, Jacques Offenbach’ın komik operası Hoffman’ın
Masalları’nda da
karşımıza çıkar. Fransız
öykücü Guy de Maupassant’ın
meşhur öyküsü Le Horla ise, tek
başına yaşadığı büyük evde hayatını çalmak üzere gelen kötü ikizine karşı
direnmeye çalışan bir genç adamı anlatır.
Amerika’ya doğru
gittiğimizde ise, o dönemde kendi yurttaşları tarafından pek de anlaşılmayan ve
hatta deli muamelesi gören Edgar Allan Poe çıkar karşımıza. Amerikalı öykücü
Poe, klasik doppelgänger hikayelerini
klişelerden ayıklayıp sıradan korku hikayeleri olmaktan çıkarmış ve onlara psikolojik
bir derinlik ekleyerek insan ruhunun karanlığını anlatan unutulmaz metinler
yaratmıştır. Büyük romancı Dostoyevski’nin dünyanın öbür ucundan kalkıp Poe’yu
savunmaya çalışması ve “Bu adam bir dâhidir!” demesinin sebebi de ancak bu
olabilir bizce.
Poe’nun “Gammaz
Yürek” (The Tell-tale Heart), “Kara
Kedi” (The Black Cat) ve “Çan
Kulesindeki Şeytan” (The Devil in the
Bellfry) adlı öykülerinin Rusçada yayınlanmasının ardından yazdığı kitap
yazısında, Dostoyevski “Bay Poe ne yetenekli ve garip bir adam!” diye
başladıktan sonra bu genç yazara duyduğu hayranlığı açık bir şekilde ifade
eder. Ona göre, sıra dışı olayları anlatmasına rağmen Poe asla fantastik
metinler üreten bir yazar değildir. En azından Hoffmann’ın anladığı anlamda
değildir. Hoffmann büyülü bir dünyayı esas alır ve metinlerinde onun
gerektirdiği gerçek üstü olaylardan yararlanır. Poe ise bunu yapmaz. İlginç
olan da budur zaten. Kullandığı gündelik detaylar ve karakterlerini içine
soktuğu karmaşık psikolojik durumlar nedeniyle, Dostoyevski ona neredeyse
gerçekçi bir yazar diyecek olur. Ama sonra vazgeçer ve aşağıdaki tanımı
yapmakta karar kılar:
“[Poe]...
fantastik değil kaprislidir daha çok. Üstelik onun hayal gücünün iniş çıkışları
ne kadar değişken, ne kadar şaşırtıcıdır bazen! Hemen her zaman en inanılmaz gerçekliği
seçer, karakterlerini en sıra dışı en yadırgatıcı durumlara sokar, ondan sonra
da bu kişilerin iç dünyasını müthiş bir incelik ve inandırıcılıkla tarif eder.”
Poe’nun büyük bir
incelikle anlattığı bu iç dünyada tutarsızlıklar ve çatışmalar olması
Dostoyevski’yi rahatsız etmez. Çünkü Poe gibi o da gayet iyi bilir ki, insan
ruhu birbirine zıt eğilimlerden beslenir. Gerçek hayatta olduğu gibi, romanlar
ve öykülerde de kişiler kendileri ile örtüşemez ve aynı kalamazlar.
Karakterlerin iç dünyaları hemen her zaman içsel çatışmalara gebedir. Benlik
dediğimiz şey de, ölçülemez ve sabitlenemez bu karmaşık bilincin vücuda gelmiş
halidir.
Dostoyevski ve
Poe, temel meseleleri ve üslupları hiç benzemese de, benliğin tanımı açısından
birbirlerine yakın bir yerde dururlar. Her ikisi de, karakterlerini hep bir bölünmüşlük
içinde temsil etmeyi tercih ederler. Bunun edebi olduğu kadar felsefi bir seçim
olduğunu söyleyebiliriz. Bu ikilik (ya da bölünmüşlük), bu yazarların ontolojik
açından “tek ve bütün” bir benlik fikriyle barışık olmadıklarının göstergesidir.
Bu bakış açısının izlerini neredeyse bütün eserlerinde görebiliriz. Ama bu
durum, kendini en açık bir şekilde Dostoyevski’nin Türkçeye “Öteki” adı ile
çevrilen Dvojnik/The
Double adlı eseri ile Poe’nun
meşhur öyküsü William Wilson’da
gösterir.
“Öteki,”
Dostoyevski’nin erken dönem eserlerinden biridir ve eleştirmenler tarafından
diğer romanları ile karşılaştırıldığında genellikle zayıf bir hikaye olarak
değerlendirilir. Ancak, daha sonra yaratacağı birçok roman kişisinin habercisi
olarak görebileceğimiz Golyadkin karakteri ve bu karakterin iç dünyası üzerine
kurduğu anlatı tekniği ile Dostoyevski daha bu dönemde bile felsefi olarak
nerede duracağının işaretini vermiştir. Ona göre insan kolayca
çözümlenebilecek, bir tren tarifesi gibi hızla okunup kavranabilecek bir varlık
değildir. Aksine kendisi ile aynı kalmayı başaramayan, kendisini hep “öteki”nin
tehdidi altında bulan bir varlıktır.
Mektuplarından
birinde Dostoyevski, “Öteki” adlı hikayesinde hayatının en önemli fikirlerinden
birini dile getirmeye çalıştığını söyler. Daha sonra geliştireceği ve mesela Yeraltından Notlar’da olduğu gibi
karşımıza başka şekillerde yeniden çıkaracağı bu çelişkili karakterde, kötü
ikiz temasını kullanarak aslında insan ruhunun esaslı bir resmini çizmek
istemiştir.
“Öteki,”
Golyadkin adlı dokuzuncu dereceden bir küçük memurun, bütünüyle birbirinden
bağımsız iki varlığa dönüşmeden önce, iç dünyasında yaşadığı bölünmeyi
anlatarak başlar. Bütün Dostoyevski karakterleri gibi ağır bir aşağılık duygusu
ile iflah olmaz bir gurur arasında gidip gelen Golyadkin, yükselme ve iyi bir
yere gelme arzusu ile doludur. Daha zengin, daha itibarlı görünmek ve Klara Olsufyevna’nın
takdir edip sevebileceği biri olmak ister. Ancak bunu istediği ölçüde, kendini
maskeler dünyasının içinde bulacak ve bu maskelerden birine, yani kendi kötü
kopyasına, mağlup olacaktır.
İlk bakışta Golyadkin’in meselesi, kişilik bölünmesine uğramış ve yavaş
yavaş delirmekte olan bir karakterin trajedisi gibi görünebilir. Ama bu hikaye
aslında bundan çok daha karmaşık bir durumu anlatır. Romanın bir yerinde, Golyadkin’in
kabuslarını okuruz. Bunlardan birinde, kendi kötü ikizinden kaçmak isteyen
Golyadkin utanç ve korku içinde sokağa fırlar ama sokakta yüzlerce binlerce
başka kopyayla karşılaşır. İçinde yaşadığı dünyanın tamamen bir taklitler – ya
da roman içinde birkaç kez söylediği gibi “maskeler” – dünyası olduğunu fark
eder. Böylece, kötü ikiz teması kişisel bir yarılmanın belirtisi olmaktan çıkıp
evrensel bir soruna işaret eder hale gelir: Bütün dünya bir görüntüler
dünyasıdır. Gerçek ulaşılamaz bir yerdedir.
Benzer bir temayı Poe’nun William
Wilson adlı öyküsünde de görürüz. Görüntüler gerçeğe galebe çalar. Kötü
ikiz temasının en önemli işaretlerinden biri olan, birinin diğerinin yerine
geçmesi ve böylece “dünyanın gölgeleşmesi” meselesi ortaya çıkar.
Öykünün başında, adının William Wilson olduğunu söyleyen anlatıcı ile
tanışırız. Bize biraz heyecanlı ve duygusal bir kişiliği olduğunu, soylu bir
aileden geldiğini ve çocukluğundan beri fazlaca kuvvetli hayal gücü nedeniyle
sıkıntı çektiğini söyler. Katı kuralları ile meşhur bir yatılı okula
gönderilmiş ve orada kendisiyle aynı isme ve aşağı yukarı aynı görünüşe sahip
başka bir oğlan çocuğu ile karşılaşmıştır. Dostoyevski’nin hikayesinden farklı
olarak, Poe’nun hikayesindeki anlatıcı kopyasına iyi özellikler atfeder ve onun
kendisinden her açıdan daha üstün olduğunu düşünür. Ama kötü ikizin en fena
hali de bu değil midir? Bize benzeyen ama bizden çok daha başarılı, çok daha
yetenekli, çok daha akıllı biri? Aynı olasılıklarla başlamış ama onları çok
daha iyi değerlendirmiş biri? William Wilson’un gölgesi de ondan çok daha
iyidir. Ve bunda sinir bozucu bir yan vardır.
Öykü boyunca gölgesi William Wilson’u her yerde takip eder. Genç bir adam
olduktan sonra da peşini bırakmaz. Bütün davranışlarını, giyinişini ve
konuşmasını taklit etmekle kalmaz, bir de ona tavsiyeler vermeye kalkar.
William günaha ve suça battıkça, ikizi daha da iyi ahlaklı ve erdemli bir
karakter haline gelir. Her düşkün halinde William’ın karşısına maskeli bir
şekilde çıkar ve ona kendini hatırlatır. Yani sonuçta, Golyadkin’in kopyası
gerçeğine ne kadar işkence ettiyse, William’ın kısık sesli gölgesi de onu o
kadar taciz eder.
Yine de hayatı boyunca peşini bırakmamış ikizine bir türlü açıklayamadığı
bir yakınlık duyar William: “Garip olan
şu ki, üzerimde yarattığı bitmez tükenmez endişeye, sürekli rekabet etme arzusuna
ve hep bana karşı çıkıyor olmasına rağmen, Wilson’dan nefret etmeyi başaramıyordum.”
Onun varlığına dair ilk hatırasının “hafızanın ortaya çıkmasından da eski”
olduğunu söyler bize. Karmaşık duygularla geriye gidip bebekliğine dair anıları
geri çağırmaya çalışır ama “öteki”nin hep orada olmuş olabileceğine dair bir
histen başka bir şey geçmez eline. O zaman anlarız ki, bu çatışma ve rekabet
onun varlığının temelidir. Kötü ikizini de bilinçaltından çıkarıp gerçek
dünyaya dahil etmiştir. Öykü, hangisinin gerçek hangisinin görüntü olduğunu
bilemediğimiz bir sahne ile sona erer ve bizi sonsuz yansımalarla dolu bir
aynanın tekinsizliği içinde bırakır.
Böylece Dostoyevski’nin sürekli önümüze koyduğu bölünmüş kişilik, Poe ile
birlikte bir kez daha karşımıza çıkar. Bu yalnızca insan ruhunun
karmaşıklığının ifadesi değil, her iki yazarın da aklın birliğine ve
tekdüzeliğine itirazı olarak da okunabilir. Gerçek ile görüntünün birbirine
dönüştüğü bu hikayeler, öncelikle bilinçaltının karanlık labirentlerini anlatır
elbette. Ama bir yandan da, Plato’dan Kant’a kadar uzanan akılcılık geleneğine
bir itirazı dile getirir. Keskin çizgilerle birbirinden ayrılmış ve her ikisi
de gayet iyi tanımlı iki dünyanın tahayyülü üzerine kurulu böyle bir anlayış,
her iki yazara göre de insan ruhunu tasvir etmekten uzaktır. Poe böyle bir
akılcılığı her zaman reddedecek ve bizi onun arkasında yatan ve açıklanamaz
dürtülerle belirlenen bir dünyaya bakmaya zorlayacaktır. Dostoyevski de olduğu
gibi, onun dünyasında da kötülük nedensiz bir şekilde ortaya çıkar. Kökeni
belirsiz ama varlığı bizimkine bağlı bir gölge gibi bizi takip eder ve
hayatımızı cehenneme çevirir.
Hem de sadece William Wilson’da
değil. Benzer bir “ikilik” Poe’nun hemen her hikayesinde
karşımıza çıkacaktır. Kara Kedi’nin
iyicil ve şefkatli karakteri nasıl bir canavar haline geldiğini bir türlü
anlayamamamız bundandır mesela. Ya da Gammaz
Yürek’in anlatıcısının hikayesine “Yaşlı adamı severdim” diye başlamasına
şaşırırız. Amontillado Fıçısı’nda
birbirinin benzeri olan iki karakterin (Montresor ve Fortunado’nun isimleri
bile birbirini andırır) iktidar savaşı olarak; Oval
Portre’de gerçeğinin yerini alan bir tablo ile; Morella’da bir dünyadan ötekine, Eleonora’da bir kişiden diğerine geçişi hikaye ederek; Berenice’de takıntılı bir anlatıcının
çatışmalar içindeki iç dünyasını okuyucuya göstererek aslında hep aynı şeyi
yapar Poe. Hikayeyi insan zihninin karmaşık labirentlerine doğru sürer ve bize
ruhumuzun karanlıkta kalan “öteki” tarafını gösterir.
Poe’nun öykülerini okurken irkilmemiz de bundandır. Her seferinde bize aynı
şeyi söylüyor gibidir. Sandığımız kişi değilizdir aslında. İyi, güzel ve
sevecen yüzümüzün hemen arkasında duran, omzumuzun üzerinden bakan kötücül ve
bencil ikizimiz resme girmek için sırada beklemektedir. Hem de en umulmadık
anda.