12 Ocak 2014
Adorno, başyapıtı
sayılan Minima Moralia’da yazarın
metni ile ilişkisine dair şunları söyler:
“Yazar, bir ev
kurar metinde. Kağıtları, kitapları, kalemleri ve evrakları bir odadan ötekine
taşıyıp dururken yol açtığı kargaşanın aynısını düşüncelerinde de yaratır. Kah
memnun kah huzursuz, içine gömüldüğü eşyalardır bu düşünceler. Onları şefkatle
okşar, kullanır, eskitir, karıştırır, yerlerini değiştirir, tahrip eder. Artık
bir yurdu kalmamış kişi için yaşanacak bir yer olur yazı. Orada, tıpkı vaktiyle
baba evindeki gibi, çöp ve lüzumsuz eşyanın da birikmesi kaçınılmazdır. Ama
şimdi bir kilerden veya sandık odasından yoksundur ve zaten bu artıklardan
ayrılmak da kolay değildir. O da, sonunda sayfalarını hep ıvır zıvırla
doldurmak pahasına, odadan odaya sürükleyip durur bunları.”*
İşte bunun için
yazarı uyanık olmaya çağırır, Adorno. Yoksa sayfadan sayfaya sürüklenen bu
fazlalıklar, metni tamamen ele geçirecek ve onu yavanlaştırıp cansız kılacaktır.
Onun için, zamanla yazının içinde biriken ve amaçsız bir şekilde oradan oraya
dolaşmaya başlayan bu kalabalığı söküp atmak gerekir. Yoksa yazara kendi
yazılarında bile yaşanacak bir yer kalmayabilir.
BirGün’de neredeyse
beş senedir yazıyorum. Yazıyla tedirgin bir ilişkisi olan biri için uzun bir
zaman. Ama işte artık işler zorlaşıyor. Gitgide ağırlaşıyor. Haftadan haftaya yazının
içinde biriken artıklar, çapaklar, oradan oraya sürüklenen fazlalıklar artıyor.
Zaman geçtikçe insanın iyice gözüne batmaya başlıyor.
Böyle ciddi
meseleler, daha çok yazının büyük ağabeyleri ve ablaları için geçerli zanneder
insan. Romancılar, şairler, düşünürler... Ben onlardan biri değilim. Yine de
yazma faaliyetinin birleştirici bir tarafı var. Ne yazarsanız yazın, bunu uzun
süre yaptığınız zaman, kendinizi benzer bir durumun içinde bulabiliyorsunuz. Adorno’nun
sözünü ettiği gereksiz birikintiler size de musallat olabiliyor. Kimi
sözcükleri beğenip bolca kullanmış oluyorsunuz, bazı benzetmeleri
tekrarlıyorsunuz, ya da aynı fikirler bir daha bir daha ortaya çıkıyor
yazdıklarınızda. Hatta kişiler ve mekanlar, onlar bile yeniden
belirebiliyorlar.
Hele bir de
gazetede yazıyorsanız, yani güncel olayları yakından takip etmek zorundaysanız,
işiniz daha da zor. Kişiler ve durumlar gibi, olaylar da kendini tekrar ediyor.
Bu ülkede gündemi takip etmek zorundaysanız, bir karabasanın içinde
yaşıyorsunuz demektir. Felaketlerin, haksızlıkların, katliamların yıldönümleri
geliyor. Siz de onları yazıyorsunuz. Daha evvel defalarca yaptığınız gibi. Kötü
bir rüyayı yeniden görür gibi. En doğru sözcükleri bulmaya çalışıyorsunuz.
Bazen ilk kez yazdığınız zamanki duyguyu hatırlamaya çalışarak. Ama artık oraya
dönemez ki insan! Aradan çok fazla sözcük geçti. Sayfalarca isyan, lanet ve
yakarış geçti. Zamanla yeni bir şey söylemek olanaksızlaşıyor. Acı birikiyor,
ağırlaşıyor. Bir noktadan sonra yazdığınız metinleri tanıyamaz oluyorsunuz.
Fikirler tekrar edile edile soluyor, rengini yitiriyor.
Üstelik içten içe
biliyorsunuz ki, ne yazarsanız yazın, her şey haksızlığın büyüklüğü karşısında
cılız kalacak, hiçbiri yaşanan acıyı karşılamayacak.
Hayatla aranız
açılmış yani. Dünyada rahat edemiyorsunuz. Orada kendinize bir yer bulmanız güç
artık. Çocukların ekmek almaya giderken başından vurulup sonra bir daha
uyanamadığı, gencecik gazetecilerin “duvardan düştü” yalanıyla öldürülüp boş
parklara atıldığı, hayatı yaşanır kılmak için uğraşan üç beş iyi insanın karanlık
cinayetlere kurban gittiği, karnını doyurabilmek için sınırda kaçakçılık yapmak
zorunda kalan delikanlıların “kusursuz” bir şekilde bombalandığı bir dünya sizin
eviniz olamaz. Aslına bakarsanız, böyle bir dünya kimsenin evi olamaz.
O zaman “yersiz
yurtsuz” birisiniz siz. Aynı Adorno’nun dediği gibi. Belki yazıda kendinize bir
ev arıyordunuz. Ama o da, çok sık tekrarlandığı için anlamını kaybetmiş
ifadelerin, daha paketi bile açılmadan bayatlamış kavramların, ya da sündürülüp
sakızlaşmış sözcüklerin tehdidi altında şimdi.
Ama sorun sadece
bu da değil. Bir de nasıl anlatacağınızı bir türlü bilemediğiniz için, ağır bir
bavul gibi yanınızda sürükleyip durduğunuz şeyler var. Asıl anlatmak
istedikleriniz, henüz yolunu yordamını bulamadıklarınız, dilini
oluşturamadıklarınız. Ya da çok can yakıcı oldukları için yakından bakmaya
cesaret edemedikleriniz. Onlar da zihninizi bulandırıyor. Adorno’nun dediği
gibi, darmadağınık bir şekilde sürüklenip, sonunda yazının üzerinde kabuk
bağlamaya başlıyor.
Bütün bunlarla
nasıl baş edilir bilmiyorum. Herhalde yazmaya devam ederek. Olan biteni
anlatacak yeni bir dil bulmaya çalışarak. Ama yoruldum. Artık yazılarımda nefes
alacak bir yer bulmakta zorlanıyorum.
Müsaade
ederseniz, bir süre daha aralı yazacağım. Yazının arka odasında birikenleri
temizleyelim ve orada kendimize yeniden bir ev bulabilelim diye.
*Minima Moralia: Sakatlanmış
Yaşamdan Yansımalar. Theodor W. Adorno. Metis Yayınları, 1998 - 278 sayfa.