Sunday, January 23, 2011

Bir pantalon, bir gömlek...


BirGün
23 Ocak 2011

Çocukluktan ergenliğe geçtiğim dönemde, suyu bırakıp karaya çıkmaya çalışan bir kurbağa kadar şaşkın ve çirkindim. Bedenim irileşmiş, yüzümü sivilceler basmış, kollarım ve bacaklarım kontrol edilemez bir şekilde uzamıştı. Vücudum bana pek tanıdık gelmiyordu artık. Üstelik bir sakillik gelmişti üzerime, elimi kolumu nereye koyacağımı bilemiyordum.

Aksi gibi görüntümle her zamankinden daha fazla ilgilenir olmuştum. O vakte kadar pejmürde bir halde dolaşırken birden kılık kıyafeti ciddiye almaya başlamıştım. Saçıma başıma düzen vermeye çalışıyor, aynada sağıma soluma iyice bir bakmadan evden çıkmıyordum. Galiba ömrümün geri kalanında bana yetecek kadar aynaya baktım o dönemde.

Halbuki ondan evvel, evden çıkmak vakti geldiğinde kendimi kapının önüne atmaktan başka bir derdim olmazdı. Bizimkiler belki fikir değiştirir diye korktuğum için, izni kopardığım gibi bir nefeste sokağın başını bulmuş olurdum. Ama artık işler değişmişti işte. Hayvanlar Alemi kartlarım ya da kenarlarını uzun uzun yere sürterek düzleştirdiğim kaydırak taşı falan, hepsi gözden düşmüştü. Dürbünlü tüftüfümü bile kaldırıp bir kenara koymuştum. O günler geride kalmıştı şimdi.

Artık rengarenk Converse’ler, kot pantolonlar ve süet ceketler vardı. Bir de yanımızdaki apartmanda yaşayan Yalçın adlı çocuk. Ben onunki gibi güzel göz görmedim bir daha. Gözleri mora çalan bir lacivertti. Bir kere bakkalda karşılaşmıştık. Hayatımda hiç böyle bir renk görmediğim için bir süre aval aval bakmıştım. Yalçın da, ‘Pardon’ deyip yanımdan geçmişti. Çok kibar çocuktu. Almanya’da büyümüştü. ‘Pardon’ demesi ondandı. Aslında tam olarak aktarmak gerekirse, ‘Pağdon’ demişti – ‘r’leri söylemiyordu.

Mahallenin bütün kızları duvara dizilir onun basketbol antrenmanından dönüşünü beklerdi. Biraz cabbar olanların, o geçerken ‘Yalçın kayalıkların göklere yükseliyor…’ diye seslendiği bile olurdu. Ben aralarına karışmıyordum. Bakkalda yaşanan bu ‘Pağdon’ olayından beri, Yalçın’la özel bir ilişkimiz olduğuna karar vermiştim. Kendime ayrıcalıklı bir yer biçiyordum. Onun için bütün kızların oturduğu duvarda değil, başka bir köşede bir taşın üzerinde tüneyerek bekliyordum onun geçmesini. Hepimiz onüç yaşındaydık ve böyle detaylar bir nedenle çok önemliydi.

Yalçın köşeyi döndüğünde, önce uzun bacakları görünürdü. Kot pantolonunun içinde lacivert olurdu bacakları. Gözlerinin rengine uygun gömlekler de giyerdi. Sırtına kayıtsızca attığı spor çantası ile çok afiliydi. Ama ben en çok kot pantolonunu beğenirdim. Her şeyiyle mükemmeldi. Rengi, duruşu, paçalarının lastik pabuçların üzerinde hafifçe katlanışı. Babası Almanya’dan getirmişti. Orjinaldi belli ki. Yalçın’ın kendisi gibi.

Bütün bir sene boyunca, diğer kızlar gibi ben de Yalçın’ın antrenmandan dönüşünü seyrettim. Onu sadece yürüyüşünden tanıyabilecek kadar ustalaşmıştım. Gelenin o olduğunu anlamak için bedeninin geri kalanını görmem gerekmiyordu artık. Gitgide renk değiştiren o kot pantolonun içinde hafifçe yaylanarak yürüyen bacakları gördüğüm zaman hemen biliyordum. O senenin yazında, pantolon ağarmaktan neredeyse beyaz olmaya yüz tuttuğunda, babası Yalçın’ı yanına almaya karar verdi. Bütün aile bir kaç günde toparlanıp gittiler.

Yalçın’ı seyredip belki bana bir kez daha ‘Pağdon’ der diye beklediğim o sene de böylece sona erdi. Bu konudaki umudum, Yalçın’ın pantalonu gibi yavaş yavaş ağarmış, ışıltısını kaybetmiş ve sonunda bir uçağa binip o zaman benim için akılalmaz derecede uzak bir yer olan Almanya’ya doğru yola çıkmıştı.

Bundan çok sonra ağartılarak satılan kotlar ortaya çıktığında, ilk büyük tutkumun temsili olan bu pantalonu defalarca hatırladım. O kotların hangi koşullarda beyazlatıldığını öğrendiğim zamansa, bunun acı bir şaka gibi olduğunu düşündüm. Anlaşılan artık hayatı kendimiz tecrübe etmek yerine, o tecrübenin izini satın alıyorduk. Hem de başkalarının canı pahasına. Bizimle beraber eskiyip ağaran kotları değil de, başkalarının hayatına mal olanları giyiyorduk.

Kot kumlama işçileri, daha ‘yaşanmış’ görünen pantalonlarımız olsun diye silikozis hastalığına yakalanıp birer birer öldüler. Hala ölüyorlar.

Bilerek ya da bilmeyerek onların ömrünü üstümüzde taşıdık. Ağır gelmiyor mu? Bana geliyor.


Not. Bu işçiler şimdi çocuklarının geleceğinin mücadelesini veriyorlar. Onlar için düzenlenen konsere katılarak destek verelim: Tarih: 25 Ocak 2011 Salı, Saat: 19.00, Yer: Beşiktaş Belediyesi Akatlar Mustafa Kemal Kültür Merkezi.

2 comments:

füsun koçoğlu özgüç said...

Sesin kulaklarımda, sırıta sırıta, kot mavisi yükseklikte okurken, bo-dof!
Naptın şimdi sen beni?
Şangay'dan nasıl destek vericem? Allahtan giymedim o kotlardan... Popom sığmadı hiç, zayıflayınca alıp 2 ay giydiklerim de tekrar şişmanladığım için yıllardır askı mahkumu. Beter olsunlar!

Meltem Gürle said...

Memlekette olsan sen de şarkı söylerdin, Füsun. Onun için bence oradan da bir tane söyle. Onlar için.

Çok özledim. Öperim.