Sunday, September 05, 2010
BÜYÜLÜ DAĞ
BirGün
29 Ağustos 2010
Thomas Mann’ın ‘Büyülü Dağ’ adlı romanı, genç mühendis Hans Castorp’un kuzeni Joachim’i ziyaret etmek amacıyla Alpler’deki bir sanatoryuma gitmeye karar vermesiyle açılır. Castorp eğitimini tamamlamış hayata atılmak üzeredir. Her şey başlamadan önce, sanatoryumda kuzeniyle biraz zaman geçirmeyi planlar. Ama işler hesapladığı gibi gitmez: Castorp yalnızca üç hafta kalmayı düşündüğü Berghof’ta tam yedi sene geçirir.
Sanatoryum tam bir karnaval yeri gibidir. Avrupa’nın her yanından tedavi olmak için gelen türlü türlü insanla dolup taşar. Thomas Mann, beni her seferinde yeniden şaşırtan becerisiyle, en küçüğünden en önemlisine kadar bütün karakterlerinin üzerinde bir minyatür ustasının sabrıyla çalışır. Diğerleri gibi, bu romanın kişilerini de nefes alıp veren gerçek insanlar haline getirir. Öyle ki, hikâye biraz ilerledikten sonra, Berghof sakinleriyle akraba gibi bir şey olursunuz. Aydınlanmacı ve 'laternacı' İtalyan Settembrini, hiçbir şeyi doğru telaffuz etmeyi başaramayan Frau Stoehr, bütün hastaların biraz çekindiği Doktor Behrens, ne zaman biri kapıyı çarparak içeri girse aklıma gelen Claudia Chauchat, naftalini andıran ismiyle müsemma yaşlı Cizvit Naphta ve diğer birçok karakteriyle ‘Büyülü Dağ’ unutulmaz bir romandır.
Ama ‘Büyülü Dağ’ı benim için eşsiz kılan şey, bu romanda aslında hiçbir şey olmamasıdır. Bütün bu karakterler bir araya gelip konuşur dururlar ama tamamen eylemsizdirler. Büyük bir değişimin öncesinde zamansız bir adacığa sığınmış bekliyor gibidirler. Romanın sonunda I. Dünya Savaşı patladığında, bu histe ne kadar haklı olduğumuzu anlarız. Büyük değişim kapıdadır.
Belki de bu nedenle, yalnızca ondokuzuncu yüzyıla özgü bir oluşum romanı değil, aynı zamanda bir fikir romanıdır ‘Büyülü Dağ’. Bu özelliğiyle yirminci yüzyıla aittir. Ana karakteri ise aslında Hans Castorp değil, ‘Zaman’dır.
Genç mühendis Hans Castorp, roman açıldıkça zaman üzerine gitgide dozu artan bir şekilde kafa yorarak felsefe yapar, ya da kuzeni Joachim'in biraz alaycı bir şekilde söylediği gibi, ‘tefekküre dalar.’ Romanın bir yerinde Castorp, yeni gidilen bir yere alışmanın ne kadar zor olduğu üzerine düşünürken şunları aklından geçirir:
“... Zaman hiç kesintiye uğramadan hep aynı şekilde akarsa, elimizden kaymaya başlar ve zaman duygumuz, yaşam duygumuzla öylesine bağlantılı ve iç içedir ki, bu duygulardan birinin zayıflaması demek, öbürünün de acı ve yıpratıcı bir deneyimden geçmesi demektir. Can sıkıntısının kaynağı ile ilgili bir yığın yanlış düşünce dolaşır ortalıkta... Cansıkıntısı denen şey, aslında, zamanın tekdüzeliğinin neden olduğu sağlıksız bir kısalmadır... Alışkanlık, zaman duygusu uykuya yatarsa ortaya çıkar ve insana gençlik yılları yavaş yavaş, daha sonraki yıllar ise gitgide hızlanarak akıp gidiyor gibi gelirse bu alışkanlık yüzündendir. Yeni alışkanlıklar edinmenin ya da eskilerini değiştirmenin altında yatan şey, yaşamı korumak, zaman duygumuzu yoğunlaştırmak, zaman deneyimimizi yavaşlatmak ve böylece yaşam duygumuzu yenilemek arzusudur.”
Kısa bir süre sonra uzun bir yolculuğa çıkıyorum. Hayatımda ilk kez ailemden, öğrencilerimden, arkadaşlarımdan bu kadar uzakta olacağım. Onları geride bırakacağımı düşündükçe hafif hafif dertleniyorum. Buradaki alışkanlıklarımı terketmek de çok zor geliyor. Evim birden gözüme pek güzel görünmeye başladı. Çamaşır makinasının bile kendine has bir cazibesi var sanki. Sonra herkes bana garip bir şekilde iyi davranıyor. Yemek ısmarlıyor, sırtımı sıvazlıyorlar. (Bu vedalaşma faslı biraz daha devam ederse, yakında öleceğimi falan düşüneceğim.) Her zaman gittiğim kahveler, lokantalar hepsini daha bir sever oldum. Aynı sokaklardan defalarca geçiyor, kaldırımlarda baygın baygın yatan kedilere bakıp bu manzarayı ne kadar özleyeceğimi düşünüyorum. Böyle olunca gitmek iyice ağır geliyor.
Ama bir yandan da Hans Castorp’un haklı olduğunu biliyorum. Gitmenin en müthiş tarafı alışkanlıkları geride bırakmakla ilgili. Çünkü zamanı onlar idare ediyor. Günler birbirinin aynı olduğunda, zaman hızla akıp gidiyor; bugünle yarın arasında bir fark kalmıyor.
Oysa değişikliklere ‘evet’ dediğimizde, zamanın akışını da bozmuş oluyoruz. Rutini kırmak, zamanı da kırmak anlamına geliyor. Tek bir günü bile çekiştirip büyüterek haftalara aylara yayabiliyoruz.
O zaman ben de Castorp gibi ‘Büyülü Dağ’a gidiyorum. Orada zamanı yavaşlatıp hayatı genişleteceğim. Sevinmeliyim.
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment