BirGün
11 Kasım 2012
11 Kasım 2012
Arkadaşlarımdan
birinin iki yaşında bir oğlu var. Ne zaman başı sıkışsa ya da üzerindeki
dikkatin dağıldığını hissetse, koşup bir sandalyeye tırmanıyor ve kollarını
açıp “Kaldım!” diyor. Annesi de gidip kucaklıyor onu.
Baktım ki, bunu bir
oyun haline getirmişler. Bütün aile ama özellikle de anne bir kurtarma timi
olarak faaliyet gösteriyor. Nerede olurlarsa olsunlar, hemen koşup oğlana
sarılıyor ve onu sandalyeden indiriyorlar. Bu saatlerce devam ediyor. Ta ki
bizimki yorulana ve bayılıp uyuyana kadar.
Ne kadar çılgınca
bir şey, diye düşündüm önce. Çocuk büyütmenin kolay bir şey olmadığını
biliyorum elbette. Ama yakınında çocuk olmayınca, insan bunun ne kadar yoğun efor
gerektiren bir iş olduğunu unutabiliyor. Arkadaşım, gece boyunca oğlunu onlarca
kez o sandalyenin üzerinden kurtardı. Numara yaptığını bilse de, bu oyunu
sabırla oynadı. Her seferinde, gerçekten tutsak kalmış olsaydı yapacağı gibi
sevgiyle kucakladı onu. Dikkat ettim, bir kere bile şikayet etmedi.
Bana inanılmaz
görünen şey, belli ki onun gündelik hayatıydı.
Bu olay üzerine
kendi ailemi düşündüm. Başımı her belaya soktuğumda, canım her sıkıldığında, ya
da bazen sadece hayata karşı isteğimi yitirdiğimde İzmir’e gidişim geldi aklıma.
Bütün öğrenciliğim, hatta yetişkin hayatımın büyük bir kısmı, böyle geçti.
Hayatta ne zaman tökezlesem, soluğu annemle babamın yanında aldım.
Bazen anlattım onlara
neler olup bittiğini. Ama çoğu kez neden geldiğimi bilmediler bile. Aslında
neden basitti: onların varlığının sıcaklığında durmak için giderdim İzmir’e. Annemle
babam beni her zaman kollarını açarak karşıladılar. Ne zaman düşecek gibi olsam
tuttular. Tıpkı arkadaşımın oğlunu sandalyenin üzerinden kurtarırken yaptığı
gibi.
O zaman bunun ne
demek olduğunu anlamamıştım. Hep böyle olacakmış gibi geliyordu bana. Şimdi
artık hayatımın yarısını devirmiş, hatta geri kalan yarısında da hatırı sayılır
bir yol kat etmişken, bunun ne kadar büyük bir nimet olduğunu içim sızlayarak
fark ediyorum.
Yardım
istemeyecek olsanız bile, hiç sesinizi çıkarmasanız bile, hatta kendi başınıza
aşağıya inmeyi tercih etseniz bile, bir tepede kaldığınızda sizi oradan
kurtaracak ve bunu her zaman güler yüzle yapacak birilerinin olduğunu bilmekten
daha güzel bir şey olabilir mi? Neyse ki, benim hayatımda hala böyle insanlar
var.
Peki ya
başkaları?
Bugün açlık
grevlerinin 61. günü. Grevi sonlandırmak için hemen şimdi bir adım atılsa bile,
grevcileri kalıcı hasarlara uğramadan kurtarmak mümkün olmayabilir.
Okuduklarım bana
şunu söylüyor: açlık grevinde 60'lı günlere gelindiyse, midenin ağır tahribata
uğradığı, göz sinirlerinin harap olduğu, ciğerlerin bir daha aynı güçle havayı
solumayacağı, bedenin asla aynı canlılığı gösteremeyeceği kadar geç kalınmış
demektir.
Öyle çocuklar
düşünün ki, bunlar gerçekten tutsak düşmüşler. Tek kişilik odalarda bir insan
yakınlığından ve sesinden bile uzakta ölüme yatmışlar. Kendi bedenlerinden
başka hiçbir şeyleri olmadığı için, tutup onu koymuşlar sandalyenin üzerine.
Öyle çocuklar
düşünün ki, “Kaldım!” diyorlar bize, hepimize.
Çocuklarını kucaklayıp
indirmek, hastalığın ölümün elinden çekip almak için bekleyen anneler babalar
var. Mümkün olsa hemen kurtaracaklar onları. Belki her gün düşlerinde
yapıyorlar bunu. Ama gerçek hayatta elleri kolları bağlı oturmak zorundalar.
Onların
çaresizliği bile yetmeli dünyayı harekete geçirmeye.
No comments:
Post a Comment