6 Ocak 2013
Bundan on beş yıl
kadar önce, bahar döneminde, İstanbul’da bir lisede öğretmenlik yaptım. Geçici
bir işti bu. İngilizce edebiyat dersini veren hoca hastalanmış, sınıf da bir
dönem için öğretmensiz kalmıştı.
Öğrenciler için
de benim için de zor bir süreçti. Onlar bir üniversite hocasının getirdiği
serbestiye alışık değillerdi. Ben de tahtaya bir şeyler yazmak için sırtımı
döndüğümde, arkamda fırtınalı bir okyanus gibi dalgalanan bir sınıfa
dayanamıyordum.
Üstelik bir de
sınıf öğretmeni olmuştum. Arada bir ders dışı kimi faaliyetlere de katılmak
zorundaydım. Bir keresinde, bana verilen talimat üzerine, sınıfı tiyatroya götürdüm.
On beş yaşında otuz kadar çocuk. Koltuklara bir bir yerleştirdim onları. Hepsi
yerine oturduğunda derin bir nefes aldığımı hatırlıyorum. Fakat bir başka
görevim olduğu için oyunu onlarla birlikte izleyemedim. Telaş içinde çıktım ve nefes
nefese otobüse atladım. Yola çıktığımda bir de ne göreyim! Bütün sınıf caddenin
bir tarafına dizilmiş bana el sallıyordu. Tiyatrodan kaçacak kadar hayta, ama
beni yolcu edecek kadar da naziktiler.
İşte ben bu
çocuklarla, dönemin ikinci yarısında “Fareler ve İnsanlar”ı okumak
durumundaydım.
Romana el
attığımız andan itibaren ciddi bir dirençle karşılaştım. Tiyatrodan hoşlanmadıkları
gibi, edebiyatla ilgili “safsata”lara da kapalıydılar. Steinbeck’in çarpıcı
imgelerinden, romanın sade ama dokunaklı dilinden hiç etkilenmiyorlardı.
Salinas Nehri Salinas Vadisi’ne akıyordu. Eee, ne olmuştu yani? Konular da
zaten bir garipti. Büyük Buhran’mış, çiftlikten çiftliğe dolaşıp iş arayan
mevsimlik işçilermiş, yersiz yurtsuz olmakmış, yoksullukmuş, hiçbiri ilgilerini
çekmiyordu. Hepsi yabancıydı onlara.
Son bir umutla
onlara, George’un Lennie ile dostluğundan bahsettiği meşhur tiradı okudum: “Biz
onlar gibi değiliz. Bizim bir geleceğimiz var. Derdimizi paylaşacak, bizi seven
biri var. Başımızı sokacak yer bulamadık diye barlara dalıp paramızı son
kuruşuna kadar harcayanlardan değiliz biz. Öyleleri hapse girse, kimsenin
umurunda olmaz. Ama biz öyle değiliz.”
Bana mısın
demediler! Tamamen çaresiz hissettiğimi hatırlıyorum. Elimde tuttuğum kitap en
saf haliyle edebiyattı. Ama onda güzel olan şeyi çocuklara aktarmayı
başaramıyordum. Steinbeck’in romanı, dostluk ve sadakat üzerine yazılmış en iyi
romanlardan biriydi. Belki de en iyisiydi. Ama bunu anlatamadıktan sonra ne
faydası vardı?
Dönem böylece
ilerledi. Çocuklarla mücadele derinleşti. Bu arada, bir lise öğretmeni olamayacağıma
çoktan karar vermiş ve bu kararı bir kaç kez yineletecek malzemeyi
biriktirmiştim. Dönemin ortasına geldiğimizde, çocuklar büyük bir haytalık daha
yaptılar. Matematik hocasının çantasından sınav kağıdı çaldılar. Çalışkan
olanlar soruları çözdü. O kadar akıllıydılar ki, sınavda hepsi kendine yetecek
kadar soruyu cevapladı ve farklı farklı notlar aldılar. Ancak, planlar bir
noktada yattı. Çünkü Matematikçi matematikçiydi. Kağıtları sayarak numaralamış ve
birinin eksik olduğunu hemen anlamıştı. Böylece bizimkiler de kendilerini
sınıfça disiplin kurulunda buldular.
O pazartesi okula
gittiğimde, sınıfta yas havası esiyordu. Hafta sonunda olaylar patlamış, öğrenciler
önce gruplar halinde sonra birer birer sorguya çekilmiş ve sonunda bu işi kimin
yaptığı ortaya çıkmıştı. Kağıdı çalan iri yarı sevimli bir oğlandı. Notları çok
kötüydü. Ders dinlediğine de pek şahit olmamıştım. Gizli gizli sigara içmekten
birkaç kez yakalanmıştı. Disiplin defteri hayli kabarıktı. Ama sınıfın en
sevilen kişilerinden biriydi.
Onu ele
vermeyeceklerini düşünüyordum. Sınıf bu eylemi hep beraber planlamış ve
gerçekleştirmişti. Hep birlikte kopya çekmişler ve yakalanmışlardı.
Sonuçlarıyla da birlikte yüzleşeceklerini düşünüyordum. Ancak öyle olmadı. Sorgulamalarda
birisi kağıdı kimin çaldığını söyledi. O çocuk uzaklaştırma cezası aldı.
Diğerleri de disipline gitmekten kurtuldular.
Uzaklaştırma
cezası tamamlanıp da okula döndüğünde, eski neşesi kalmamış gibiydi. Bir gün
onu bahçede duvara dayanmış, etrafı seyrederken gördüm. Artık yaz gelmişti.
Okulun son günleriydi. Etrafta bunun izleri görülüyordu. Kızların etekleri
kısalmış, oğlanların kravatları gevşemişti. O sabah her şeyin üzerinde neşeyle
oynaşan ışıklar vardı. Ama o gölgede duruyordu. Bütün bunlardan uzakta. Beni
görünce farkında olmadan elini ceket cebine attı. Sigarasını orada sakladığını
biliyordum. Gülümsedim ona. Bir şey yapmayacağımı anlayınca rahatladı. O da
gülümsedi.
Dönem ortasında
olanlardan bahsettik. Uzaklaştırma cezasından konuştuk. “Babam beni bu okuldan
alacak,” dedi. Sesinde üzüntüden çok şaşkınlık var gibiydi. Bunun üzerine, uzun
süredir merak ettiğim şeyi sordum ona. “Planlayan kimdi?” dedim. Sıra
arkadaşının adını söyledi. Ufak tefek, cin gibi bir oğlandı bu. Her zaman suyun
üzerinde kalacaklardan biri. “Neden daha önce söylemedin?” dedim. “Kim olduğunu
neden anlatmadın? Bu kadar ağır bir ceza almanı engelleyebilirdi.”
Bunun üzerine
gözlerini kaldırıp bana baktı. Yine şaşkınlık içinde. Sonra George’un
laflarından birini söyledi. Derste defalarca tekrar ettiğim ama onun hiç
duymadığını sandığım bir sözdü bu:
“Çünkü tanıdığın biriyle gezmek yalnız
olmaktan çok daha iyi.”
9 comments:
bu çok güzel paylaşım için teşekkürler.
teşekkürler.
çok teşekkürler...
İnce görmüş :)
Paylaştığınız için teşekkürler. Fareler ve İnsanlar kitabı da siz de iyi ki varsınız.
Edebiyat ne değerli bir hediyedir. Görmezden gelenler, küçümseyenler, değersiz görenler bile farkında olmadan etkilenir. Sizin gibi insanların varlığı beni umutlandırıyor. Bu güzel paylaşım için teşekkürler.
(Konserve Ruhlar)
Ben teşekkür ederim. Yazının sevildiğini görmek beni çok mutlu etti.
40 yıl önce okumuştum o zamanlar insanlar fareleri hep kovardı ortamdan...şimdi ise fareler kovuyor insanları. Seyhun Topuz sadece "iyi" insanlar edebiyat okur,klasik müzik dinler ve resime,heykele kısaca sanata gereksinim duyar der.Edebiyat iyi insanlara iyi gelir ve bir iyilik göstergesidir sanat... iyi olmayanlar ise yok sayar edebiyatı, sanatı, resimi, şiiri, heykeli .iyi ki varsınız iyiliğinizi döküyorsunuz ortaya .bu şekilde.
Post a Comment