12 Mayıs 2013
Öğlen saatleridir ve James Baldwin bir arkadaşı ile birlikte Manhattan’ın caddelerinden birinde yürümektedir. Kırmızı ışıkta dururlar.
‘Bak,’ der arkadaşı kaldırımı göstererek.
Baldwin bakar. Hiçbir şey göremez.
‘Bak, bak!’
Bir daha bakar. Kaldırımda bulanık bir su birikintisinden başka hiçbir şey yoktur.
Arkadaşı israr eder. “Bak! Görüyor musun?”
O zaman Baldwin dikkatlice bakar ve bu sefer görür: Su birikintisinin üzerinde yayılmakta olan bir yağ lekesi vardır. Sonra hepsini birer birer görür. O yağ lekesinin ortasında beliren gökkuşağını, su birikintisinin biraz daha aşağısında hareket eden caddeyi, caddede yürüyen insanları: talihsizleri, delileri, büyücüleri, sürekli bir devinim içindeki dünyayı, dünyada yansıyan sayısız dünyalarla dolu akılalmaz bir dünyayı. Baldwin görür. Hayatında ilk kez görür.
Yazabilmek için öncelikle görmek gerekir. Hiç şüphe yoktur ki, Baldwin bu beceriden kendine düşen payı almıştır. Bütün iyi yazarlar gibi o da, dünyayı yepyeni bir ışık altında görmüş ve onu bize anlatacak cesareti kendinde bulmuştur.
Biz sıradan insanlar ise, çoğu kez o çamurlu su birikintisinin karanlığında yaşarız. Hayatı dinlemeye kalktığımızda duyduğumuz şey genellikle yoğun bir statik sesidir. Esas şey o tekdüze sesin altındadır. Fakat onu bir türlü duyamayız. Hayatımız bildik bir tempoda akar gider. Her gün aynı yollardan geçerek döneriz eve. Aynı otobüslere biner, aynı insanlara selam verir, aynı apartman dairesine gireriz. Aynı tavana bakarak uyuruz geceleri.
Bu durum günlerce, aylarca, hatta senelerce böyle devam edebilir. Ta ki algımızda bir delik açılana kadar. Böylece daha önce görmediğimiz şeyleri fark eder oluruz. Bu farkındalık için mutlaka kuvvetli bir duygu gerekmez. Çoğu kez hafifçe yer değiştirmek bile yeterlidir.
İşte o zaman, o bulanık suyun içinde bir yerlerde bambaşka bir hayat olduğunu fark ederiz. Parazitin arkasındaki sesi duyar gibi oluruz. Nesneler şekil değiştirir. Ya da bize öyle gelir. Belki sadece ışık farklı bir açıdan düşer üzerlerine. Ama sonuçta, bunun bir önemi yoktur. Önemli olan, daha önce görmediğimiz bir dünyaya bakıyor olduğumuzdur.
Geçenlerde, eve dönerken yine trafik sıkıştı. Otobüsün camına başımı dayayıp senelerdir teptiğim bu okul yolundan kim bilir kaç kez gidip geldiğimi düşündüm. Sonra da bu düşüncenin bu yoldan geçerken kim bilir kaç kez aklımdan geçtiğini. Ardından da bunu düşündüğümü kaç kez düşünmüş olabileceğimi. “Yaşlanıyorum,” dedim kendi kendime, “Yaşlı biri gibi listeler yapıyor, kayıt tutuyor, dünyanın envanterini çıkarmaya çalışıyorum.”
Trafik açılacak gibi görünmüyordu. Bunun üzerine, küçük bir oyun oynamaya karar verdim. Bir sonraki duraktaki detayları bir bir hatırlamaya çalıştım. Sonra onları zihnimde evirip çevirdim ve sokakta olmaları gereken köşelere yerleştirdim. Durağın arkasında küçük bir büfe var, köşede içerlek bir yerde kuaför, onun yanında renkli lambalar satan mağaza, karşıda da şu eski pastane. Bunun gibi bir şeyler işte.
Zaman geçmek bilmiyordu. Otobüs akşam trafiğinde adım adım ilerledi. Durağa yaklaştıkça her şeyi yerli yerinde bulacak mıyım diye meraklandım. Olduğum yerde kıpırdanmaya başladım.
Huzursuz bir şekilde sağa sola bakarken, şoförün yanındaki aynadan yansıyan görüntüler ilişti gözüme. Onların arasından bir kadını seçer gibi oldum. Saçlarını ensesinde üstünkörü toplayıvermiş, ellerini kucağındaki çantasının üzerinde birleştirmiş, gömleğinin bir yakası kazağından dışarı fırlamış orta yaşlı bir kadındı bu. “Hayat ona iyi davranmamış,” diye düşündüm önce, “Ne derbeder bir kadın!"
Başımı biraz daha çevirince, kadınla göz göze geldik. Aynadan bana bakan büyük yorgun gözleri tanıyınca nefesimi tuttum. Hayretle geri çekildim. Kadın da geri çekildi. Sonra ikimiz de durup yakamızı kazağımızın içine soktuk. Sanki bu her şeyi düzeltecekmiş gibi.
Hiçbir şeyi düzeltmedi.
Demek bu yorgun bakışlı kadın bendim. Ne zamandan beri, diye sordum kendi kendime. Bir cevap gelmedi.
Başımı cama dayadım. Pencereden dışarıya baktım. Durağa gelmeye daha çok vardı. Zaten artık ne fark ederdi ki? Ben göreceğimi görmüştüm. Derken statik yeniden başladı. Belki motorun sesiydi. Ya da şehrin uğultusu. “İki istasyon arasındayım,” diye düşündüm, “Radyodaki gibi.”
No comments:
Post a Comment