15 Eylül 2013
İster Eski
Yunan’da yazılmış olsun ister Shakespeare’in elinden çıksın, trajedinin özü
aslında hep aynıdır: İtibarlı ve güçlü bir adamın önlenemez düşüşü.
Ancak biraz daha dikkatli
baktığımızda, Yunan tragedyaları ile Shakespeare oyunları arasında çok önemli
bir fark olduğunu görürüz. Bu farklılığın altında, insanın evrenselle
ilişkisine dair değişik iki görüş yatar.
Antik Yunan’da insanın
tanrısal olan karşısındaki güçsüzlüğü resmedilir. Tragedya kişileri, bilmeden
kendi felaketlerine doğru koşan karakterlerdir. Asıl vurgulanan kişilerin
zayıflıkları ya da hırsları değil, insan olmalarıdır. İnsan olmak, kadere tabi
olmak demektir. Bu da her kim olursanız olun, bir gün tökezleyip düşebileceğiniz
anlamına gelir. Onun içindir ki, Aeschylus'un Agamemnon’u ve
Sophokles'in Oedipus’u sonunda yenilirler. Her ikisi de, kontrol edilemez tanrısal bir gücün girdabına
kapılıp yok olurlar. Büyük adamlardır onlar. Ama kader onlardan daha büyüktür.
Shakespeare’in oyunlarında
ise, karakterleri felakete sürükleyen şey, tanrısal güçler değil kişilerin
kendi seçimleri ya da başlarına gelen olayları nasıl yönettikleridir. Kral Lear yaşlanmıştır yaşlanmasına ama bu
kadar erken bir emeklilik planı yapmasa daha iyi olmaz mıdır mesela? Ya da
Hamlet Ophelia’ya bu kadar zalimce davranmasa olayların gidişatı değişmez midir?
Ve Othello’nun trajedisi, bir eleştirmenin şakayla karışık söylediği gibi,
denizler fatihi muzaffer bir komutan iken evlenip yuva kurmaya kalkmak değil
midir?
Başımıza gelen
olaylarda sorumluluğumuz vardır. Shakespeare bize bunu söyler. Kişilerin
tanrısal güçler karşısındaki çaresizliği ikinci plandadır artık. Daha çok zaafları
ve ihtirasları yüzünden kendi felaketlerini hazırlayan karakterler görürüz. İnsanlar
evrensel olanın karşısında yine güçsüzdürler. Ama artık olaylarda kendi
paylarını görecek kadar karmaşık bir iç dünyaları vardır. Bir anlatının
taşıyıcısı olmaktan çıkmışlar, psikolojik derinliği olan birer birey haline
gelmişlerdir.
Kısaca söylemek
gerekirse, Shakespeare’in dediği şudur: Kader diye bir şey vardır elbette. Yine
de felaketin en fenası, kişinin kendi eliyle davet ettiğidir.
Gezi olaylarının
başladığı günlerde, BirGün’deki köşesinde Zahit Atam’ın “Macbeth ve Beyefendi: İktidar
üzerine kısa bir not” adlı yazısında değindiği gibi, Macbeth’in felaketini hazırlayan sebeplerden biri kehanetin
peşinden koşuyor olmasıdır. Yani önceden yazılmış bir geleceğin bilgisine sahip
olmanın getirdiği özgüven ve inançtır. Kehanete göre Macbeth kral olacaktır.
Cadılar ona bunun teminatını verirler. Ama onu Kral Duncan’ı öldürmeye ve
İskoçya tahtını ele geçirmeye iten şey yalnızca bu mudur?
Bana kalırsa, oyun
bundan çok daha fazlasını anlatır. Shakespeare hikayenin dramatik gerilimini
yalnızca bir kehanet ve onu körü körüne takip eden bir adam üzerine kursaydı,
şu anda belki de Macbeth’den bahsetmiyor olurduk. Onu hala konuşuyor olmamızın
sebebi, yaşadığı ikilemdir. Macbeth ihtiraslı bir adamdır. Ama oyunun başında
zalim biri değildir aslında. Kendi kendine gidip kralı öldürecek bir adam da
değildir. Macbeth harekete geçmeden tereddüt eder. Meşhur hançer sahnesinde onu,
başına musallat olan korkunç hayallerle boğuşurken görürüz. Karar vermekte
zorlandığını anlarız.
Oysa bu korkunç
suçu işledikten sonra, Macbeth için artık tereddütlere yer kalmayan bir dönem
başlayacaktır. Bu olaydan sonra geri dönüş yolunun sonsuza kadar kapandığını
anlayacak, idareyi ele alacak ve gitgide zalimleşecektir.
Tereddüdün
olmadığı yerde olasılık yoktur. Olasılıkların olmadığı yere de artık hayat denemez.
Oyunun ikinci
yarısında Macbeth’in hayatı da bitmiştir aslında. Dünyayı anlayamaz, olayların akışına
yön veremez olmuştur. Çünkü otoriter bir iktidarın mutlaklığı içinde sıkışıp
kalmıştır. Onu insan kılan yegâne özelliğini, “Acaba?” sorusunu kaybetmiştir. Ancak
bunun nedeni dinlediği kehanet değil, işlediği cinayettir. Geri dönülemez bir
noktada olduğunun farkındadır. Bir karar vermiş ve hata etmiştir. Bir seçim
yapmış ve bununla beraber kendi sonunu hazırlamıştır. Artık başka türlüsü
mümkün değildir. Felaket gerçekleşecek ve o tahtından düşecektir.
Gezi’ye dönersek,
olayların başladığı günden bu yana üç aydan fazla zaman geçti. Hava
yumuşamıyor, sorunlar çözülmüyor. 9 Eylül gecesi Antakya’da bir genç daha öldü.
Ahmet Atakan da Abdullah, Medeni, Ali, Ethem ve Mehmet gibi polis şiddeti
sonucu hayatını kaybetti. AKP iktidarı, her ölümle birlikte geri dönülmesi biraz
daha zorlaşan bir yola giriyor. Başbakan uzlaşma arayan bir dil kullanmamakta
ısrarlı. Aksine son olaylarla birlikte şiddetin artacağının işaretlerini
veriyor. Bir kez daha bundan başka hiçbir olasılık yokmuş gibi davranıyor. Hangi
noktada tereddüt etmekten vazgeçmiştir, bunu bilmiyoruz. Hangi noktada
ihtimalleri düşünmeyi bırakmıştır, buna dair de bir bilgimiz yok.
Bildiğimiz şey
şudur: Erdoğan bu süreç içinde her gün biraz daha “Macbethleşmek”tedir. Shakespeare’in
trajik karakteri gibi o da, kaderini kendi eliyle çizmiş ve kaçınılmaz sona
doğru ilerlemeye başlamıştır.
Oyunun bir
yerinde Macbeth’in kulağına fısıldayan sesler, uykuyu öldürdüğünü söylerler ona.
İktidarını kaybetme korkusu kralın uykusunu çalmıştır. Bu çok fenadır elbette.
Ama daha da kötüsü vardır. O da kralın olasılıkları öldürememiş olmasıdır.
Kehanet odur ki, dünya
döndükçe ihtimaller devam edecektir. İmkansız gibi görünen şeyler mümkün
olacak, sezaryen ile dünyaya gelmiş bir nesil sokakları dolduracak ve ağaçlar bir
gün ayaklanıp muktedirlerin üzerine doğru yürüyecektir.
No comments:
Post a Comment