Monday, June 21, 2010
Kardeşimin Bekçisi
BirGün
13 Haziran 2010
‘Eski Ahit’e göre yeryüzünde işlenen ilk suç, Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesidir. Her ikisi de Adem’le Havva’nın çocuklarıdır. Kabil çiftçi olur, Habil çobanlık yapar. Tanrı’ya armağanlar sunmak isterler. Kabil yetiştirdiği meyveleri sunar ona, Habil ise sürüsündeki ilk yavrulardan oluşan bir armağan verir. Tanrı Habil’in armağanını beğenir ama Kabil’e pek de yüz vermez. Bunun üzerine Kabil kıskançlığına yenik düşer ve bir gün tarlada konuşurlarken kardeşi Habil’in üzerine atılıp öldürür onu.
Bunun üzerine, Tanrı Kabil’e şöyle der “Kardeşin Habil nerede?” O da yanıt verir: “Bilmem, ben kardeşimin bekçisi miyim?”
Bu hikaye bir süredir kafamda dönüp duruyor. Geçenlerde bana bunu hatırlatan bir şey oldu. Belki de ondandır.
Kurtuluş’ta bir arkadaşımı ziyarete gittim. Güzel bir masa kurulmuştu, herkesin keyfi yerindeydi. Fakat o gece orada bulunması gerekenlerden biri yoktu. Bekledik bekledik bir türlü gelmedi. Sonunda kapı çalınıp da içeri girdiğinde, gecenin hikayesini de yanında getirmişti. Meğer çoktan Kurtuluş’a gelmiş ama tam eve ulaşmak üzereyken, caddeyi geçmeye çalışan ihtiyar bir adamı farketmiş. Adam o kadar yaşlı ve çaresiz görünüyormuş ki, yolunu değiştirmiş ve onu karşıya geçirmiş. Fakat iş bununla bitmemiş. Biraz yürüdükten sonra anlaşılmış ki, adamcağız evine dönmeye çalışıyor ama yaşadığı yerin nerede olduğuna dair en ufak bir fikri bile yok. O saate kadar kapı kapı dolaşarak evi aramışlar. Daha da ararlarmış aslında, ama neyse ki tanıdık birine rastlamışlar ve bizimki adamı ona teslim edip gelebilmiş.
‘Neden yaptın?’ diye sorduk. Onun hakkı olan börekleri bile yemiştik halbuki. Hiç utanmamız yoktu. ‘Bırakamazdım,’ dedi sadece. Bunu öyle bir şekilde söyledi ki, içime oturdu.
Düşündüm de, bütün mesele burada aslında, yani bırakıp bırakmamakta. Geçen haftaki yazıda tam da bunu anlatmaya çalışmıştım. O yazıyla ilgili kimi tepkiler aldım. Yazıyı beğenenler de vardı elbette, ama eleştirenler çoğunluktaydı. Farklı farklı tonlarda seyreden bu mektuplardaki ortak endişe, Türkiye’de Kürt meselesi gibi canyakıcı bir sorun varken, Filistin konusunda veryansın etmenin pek de yerinde olmadığı yolundaydı. Daha doğrusu, Türkiye’de İsrail’e karşı sesini yükseltenlerin, aynı tepkiyi Kürt politikası konusunda Türk devletine yöneltmeye cesaret edemedikleri ima ediliyordu. Çünkü İsrail’e karşı çıkmak kolaydı, ama diğeri için aynı şey söylenemezdi. İnsanın başı belaya girebilirdi.
Doğruluk payı var elbette. Ama benim yazımla çelişmiyor. Ben esas olanın, bir tür sadakat olduğunu söylemiştim. Hem de her şeyden önce, kendimize duyduğumuz bir sadakat. Dünyanın neresinde olursa olsun, birinin canı yandığında ırkına, cinsiyetine, dinine bakmadan onun yanında durup durmadığımızla, onu yalnız bırakıp bırakmadığımızla ilgilendiğimi yazmıştım.
Yoksa ben de gayet iyi biliyorum ki, insanın evi her zaman dışarıdan daha zordur. Sokakta kaybolmuş yaşlı adama yardım eden arkadaşım, sıkıntıya düştükleri zaman ailesinin fertlerine de aynı sevecenlikle yaklaşacaktır. Ama onlarla bir tarihi olduğu için işler her zaman bu kadar kolay olmayabilir. Üstelik, sarfedeceği emek bir kaç saatle sınırlı kalmayacak ya da onları bir tanıdığa teslim etmek mümkün olmayacaktır. Onun için evdeki meseleyle yüzleşmek, dışarıdakinden daha meşakkatli olabilir. Fakat, bu ikisinin de öneminden bir şey eksiltmez.
Chomsky, Zizek ve Wallerstein gibi dünyaca ünlü edebiyatçı, yazar ve entelektüeller, tam da bu nedenle, taş atan çocuklara yönelik yasa değişikliğini hızlandırabilmek için Türkiye’ye gelmeyi kabul ediyorlar. Yoksa, bütün bunlar bizimle ilgili değil, önce memleketimizdeki adaletsizliklere bakalım, diyebilirlerdi. Neticede, Amerika da adaletsizlikten yana bayağı zengin bir memleket. Halbuki onlar, dört bin kadar çocuğu ilgilendiren bu değişikliğin Ekim ayına kalmaması için harekete geçen Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları’nın sesine kulak vermeyi tercih ediyorlar. Bunun lafı bile işe yaramış olmalı ki, bugünkü haberlerde teklifin son halinin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a sunulduğu ve Erdoğan'ın onayını alan metin Meclis Başkanlığı'na yollanacağı yazıyordu.
Öyleyse mesele, taş atan çocukların yanında durmaktır. Burada ve her yerde. Çünkü aslında biz, kardeşimizin bekçisiyiz.
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment