Kalabalığı
sevmediğim için tatiller eziyete dönüşebiliyor. Oysa ne arkadaşlarım var ki,
algıları nötron bombası gibi işliyor. Gittikleri yerde sadece mekânlara
konsantre olup, insanları kafalarında imha edebiliyorlar. Bense her şeyden önce
insanlara bakıyorum, elimde değil.
Bu sene de,
genellikle yaptığımız gibi Ege’nin nispeten sakin köşelerinden birine gittik.
Küçük bir pansiyona yerleştik. Başlarda her şey çok güzeldi. Sonra bir sabah
uyandık ki, pansiyona iki aile gelmiş. Birinin üç çocuğu var. Diğerinin de üç
çocuğa bedel bir kızı.
Oradan oraya
çılgınca koşturan bu dört çocuk kısa bir süre sonra pansiyonu tamamen ele
geçirdi. Mutfağa girip çıktılar, bir şeyleri devirdiler, sıvı sabunları yerlere
döküp üzerinde kaydılar. Sonra içlerinden biri düştü, büyük bir patırtı koptu.
Bu kazanın
üzerine, ortalığın bir nebze de olsa sakinleşeceğini umduk. Hatta ertesi sabah kimsecikleri
göremeyince, şöyle derin bir nefes aldık. Ama erken davranmışız. Meğer
yakınlardaki kasabaya gezmeye gitmişler. Döndüklerinde, oğlanların belinde
tahta kılıçlar, kızların elinde ise rengârenk marakaslar vardı. Böylece, o
akşam Copa Cabana ile kılıç kalkan arası bir gösteriye maruz kaldık. Uzun, çok
uzun bir gece oldu. Sonunda pes edip yatmaya gittiğimizde program hala devam
ediyordu.
Ertesi gün
kahvaltıda, üç aşağı beş yukarı aynı sahne karşıladı bizi. Kızlar bağırarak şarkı
söylüyor, küçük oğlan da bir yavru kedi yakalamış iki eliyle boğazını
sıkıyordu. Herkesin keyfi yerindeydi. Anneler çocuklara aldırmadan sohbet etti.
Babalardan biri uzun uzun telefonda konuştu. “Burası çok güzel, siz de gelin,”
dediğini duyduk. Gelecek ailenin de üç çocuğu olduğu ortaya çıkınca, pılımızı
pırtımızı toplayıp oradan ayrıldık.
Gittiğimiz ikinci
mekân daha büyük bir yerdi. Çocuk açısından pek zengin sayılmazdı. Ama genç
çiftler konusunda bayağı bereketliydi. Herkes o kadar genç, o kadar bronz ve o
kadar dövmeliydi ki, biz geriatri koğuşundan kaçmış gibi görünüyorduk. Olsundu.
Ne tür bir tımarhaneden çıktığımızı unutmamıştık. Çocuk sesi olmadığı sürece
her şeye razıydık.
Ya da öyle
olduğumuzu zannediyorduk. Ta ki yeni nesil plaj erkekleri sahile sökun edene
kadar. Şezlonglara uzanmış hizmet bekleyen bu genç irisi erkekler mangala
dizilmiş çiftlik çipuraları gibi yavaş yavaş kızarıyor, arada bir başlarını
kaldırdıklarında sevgilileri ellerine birer kutu kola falan tutuşturuyordu.
Hepsinin adı
“Aşkım”dı. Sahil boyunca bu “Aşkım”lardan siz deyin otuz, ben diyeyim kırk
kadar vardı.
Bir ara
çiftlerden biri denize doğru ilerledi. Tam el ele tutuşup birlikte
atlayacaklardı ki, adam kızı tutup suya attı. Sonra da iskelede ellerini beline
koyup başarısını izledi. Kız çarpmanın etkisiyle (ya da belki de utançtan)
kızarmış bir şekilde sudan çıktı. Hafifçe topallıyordu. Anlaşılan, bir
denizkestanesinin üzerine basmıştı. Biraz naz yapayım dedi. Olmadı. Kös kös
şezlonglarına geri döndüler.
Biraz sonra
arkamda bir yerlerden başka birinin, “Havluyu versene, piştik burada,” dediğini
duydum. “Güzel söyle, aşkım!” dedi kız. “Ya, git ya!” dedi adam. “Söylesen ne
olur?” dedi kız. “Söylemem,” dedi adam. Bu terane bir süre böyle devam etti.
Okuduğum kitabı kaldırıp yanıma koydum. Derin bir nefes aldım. Ve adam bir kere
daha konuşursa, “Söylesene be kardeşim!” diye kafa göz dalmaya hazırlandım.
Fakat tam o sırada kız havluyu uzatmaya karar verdi ve mesele de böylece
kapanmış oldu.
Ancak bu tatil
beldesinde meseleden bol bir şey yoktu. Kahvaltıda birbirini ezenler, ekmek
sırasında son simit parçası için kavga edenler, düşürdüğü bir şeyi bulup
arkasından koşarak yetiştirdiğinizde teşekkür etmeden yürüyüp gidenler, plaj
çantasını, şapkasını, ayağını burnunuza sokarak güneşlenenler… Hepsi oradaydı.
Hiç eğlenmedim
demiyorum. Arkadaşlarımla buluştum mesela. Çok da mutlu oldum. Ama tatil
eziyetli bir şey. Bu sefer o kadar yoruldum ki, evime döndüğümde neredeyse
yerleri öpecektim.
Düşündüm de, bir
sonraki tatil için gelecek seneye kadar vakit olması çok iyi. Ancak
toparlanırım.
No comments:
Post a Comment