30 Eylül 2012
Duino Ağıtları’nda Rilke der ki, hayvanların insanoğluna karşı bir üstünlüğü
vardır. Biz insanlar bakışlarımızı bu dünyaya çevirmiş hayvanları göz
hapsinde tutarken, “mahlukat” ise “öteyi” gören gözlerle hep ileriye
doğru bakar.
Biz daracık bir
gerçekliğe sıkışıp kalmışızdır. Onun ötesini göremeyiz. Çünkü önümüz
sonlu olduğumuzun bilgisiyle kapanmıştır. Ölümün bizi bekliyor olduğunu
biliriz. Hangi köşeden çıkacağı belli değildir, ama eninde sonunda bizi
yakalayacaktır. Bunun ağırlığıyla hep veda eder gibi yaşarız hayatı.
Bizim arızamız tam da buradadır, Rilke’ye göre.
Kim bizleri böylesine ters çevirmiş,
her ne yapsak yola çıkan
birini andırıyoruz? O nasıl
son tepeden bir daha görünce koyağını,
döner, duraklar ve oyalanırsa-,
öyle yaşıyoruz biz de, vedalaşıyoruz hep.
birini andırıyoruz? O nasıl
son tepeden bir daha görünce koyağını,
döner, duraklar ve oyalanırsa-,
öyle yaşıyoruz biz de, vedalaşıyoruz hep.
Hayvanların durumu ise
bambaşkadır. Onlar bu bilginin ağırlığını taşımazlar. Ölümün
varlığından habersizdirler. Onun için zamansızdırlar aslında. Hiçbir
şeyden sakınmamaları belki de bundandır.
Hayvan özgürdür. Ölümü arkasında,
Tanrıyı önünde tutar. Ve göçüp gittiğinde akar
sonsuzluğa, tıpkı bir çeşmenin akıp gittiği gibi.
Mahlukatın
üstünlüğü işte buradadır. Onlar Tanrı’ya bizden daha yakındır. Gözleri
bizim göremediğimiz bir derinliğe bakar. Bizse bunu olsa olsa onların
yüzünden okuyabiliriz, diye hatırlatır Rilke. Sonsuzluğu ancak onların
gözlerinden yansıdığı kadarıyla görebiliriz.
Bunun içindir
ki, bir hayvanı incitmek bizi Tanrı’ya bağlayan bağı zedelemek anlamına
gelir. Onu ölüme terk etmek ise bu kutsallığı yok etmekle eşdeğerdir.
Kendini ölümsüz zanneden bir yaratığın ölümünde dayanılmaz bir şey
vardır çünkü. İnsanın onuruna dokunan bir şey vardır.
İstanbul’da
hangi caminin avlusuna gitseniz, elinde torbalarla dolaşan yaşlıca
birilerini görürsünüz. O torbalar ciğerle, yemek artıklarıyla, ya da
(yolunuz iyice yoksul bir semte düştüyse) iyice didiklenip kemik suyuyla
papara edilmiş ekmekle doludur. Bunlar o semtin insanlarıdır. Sağda
solda dolaşır, mahallenin kedilerini beslerler. Kimse onlara bunu
yapmalarını söylemez. Bir amme hizmeti de değildir bu. Bu insanlar
kedilerin köpeklerin gözündeki ebediyeti görenler, ona yakın durmak
isteyenlerdir.
Kediler ve
köpekler de bunu bilir. Size vefa borçlarını ödemek ister gibi nereye
gitseniz elinize ayağınıza sarılırlar. Selamsız sabahsız geçeni yoktur.
İstanbul’da hangi parkta güneşli bir banka otursanız, bir kedi koşup
gelir hemen yanınıza tırmanır. Neşeliyseniz oynar sizinle. Üzgünseniz
göğsünüze yaslanıp kederinizi dinler sessizce. Köpekler kafalarını
kibarca kucağınıza bırakırlar. Yalnız olmadığınızı bilin diye yaparlar
bunu. Tanrının yaratıklarıdır onlar, size onun elleriyle dokunur,
gözleriyle bakarlar.
Aslına
bakarsanız, onlarsız bir hayatın olabileceğini hiç düşünmemiştik. Ancak
şimdi bu noktaya çok yakınız. Hükümetin evirip çevirip aynı kabul
edilemez maddelerle yeniden önümüze koyduğu Hayvan Koruma Yasası
taslağı, sokaktaki sahipsiz kedi ve köpeklerin, şehir dışında kurulacak
doğal hayat parklarına gönderilmesini öngörüyor. Şu anda yasada adı
geçen “hayat parkları” ortada olmadığı gibi, bu hayvanları sokaktan
toplayacak “tecrübeli” belediye ekipleri bile yok. Milyonlarca hayvanın
toplanma ve yerleştirilme aşamasında yok edileceği, kalanların da
açlıktan telef olacağı tahmin ediliyor.
Sonuçta,
“kentsel dönüşüm” saçmalığının bir parçası olması muhtemel bu kararla,
şehirlerde sokakta hiç bir hayvanın barındırılmayacağı steril bir
hayatın temelleri atılıyor. Bunun için de, sokak hayvanların gruplar
halinde katledileceği bir yasaya onay vermemiz isteniyor.
Bize diyorlar
ki, bütün bu önlemler alındıktan sonra “medeni” olacağız. Tertemiz “bal
dök yala” şehirlerimiz olacak. Peki ya ruhlarımız? Onlar da pırıl pırıl
olacak mı? Başlarına gelecek felaketten tamamen bihaber binlerce masum
hayvanı katlettikten sonra, dünyanın geri kalanıyla bağımız aynı
kalabilecek mi?
Bir düşünün.
No comments:
Post a Comment