24 Şubat 2013
Sevilen bir televizyon
yarışması var. Eşler birlikte yarışıyorlar. Herkes birbirine ha bire “Hadi
aşkım, yaparsın aşkım,” deyip duruyor. Sonra oturup acı biber falan yiyorlar. Hayli
sinir bozucu bir durum. Bir arkadaşım anlattı, bu laf yarışmanın alâmetifarikası
olmuş artık. Hatta bir keresinde sunucu yarışmacılara bir oyunu nasıl
oynayacaklarını gösterirken, seyirci hep bir ağızdan tempo tutmuş, “Aşkım!
Aşkım!” diye.
Halkımız böyledir.
Fırsatı ele geçirince hiç acımaz, ortalığı karnavala çevirir.
Ne var, diyeceksiniz,
üç beş kişi birbirine “Aşkım” dese dünya mı yıkılır? Yıkılmaz elbette. Ama,
kabul edelim, çok rabıtalı da durmaz. Öyle bir aşamadayız ki, artık manavdan ceza
avukatına kadar herkes birbirine böyle hitap ediyor: “O elmalar yaramaz, sen alma
aşkım!” ya da “Bize yirmi sene verdiler! Ama üzülme aşkım, temyize
götüreceğiz.” Abarttığımı düşünebilirsiniz tabii. Ama bence bu noktaya
sandığınızdan çok daha yakınız. Geçenlerde, bir kasiyer kız paramın üstünü
arkamdan yetiştirirken aynen şöyle dedi bana: “Bunu unuttun aşkım ya!” Kendimi dükkandan
nasıl dışarı atacağımı bilemedim.
Hiç gülmeyin. Bir
gün size de çıkabilir.
Hâlâ endişemin yersiz olduğunu
düşünenler varsa, şöyle izah edeyim: Aslında sıkıntım sözcüklerle namuslu bir
ilişki kurma arzusundan kaynaklanıyor. Bir gün gerçekten bu lafa ihtiyaç duyacağımız
durumlar oluşabilir diye düşünüyorum. İşte o zaman ne yapacağız? Sırılsıklam
aşık olanlar ne diyecek mesela? Bir şeyi kemiklerine kadar hissetmeden söyleyemeyenler?
Ya da hissetse de söyleyemeyenler? Hayatında yalnızca bir kere “aşkım” diyebilecek
insanlar tanıyorum. Peki ya onlar ne olacak?
Bunları
düşünürken, Umberto Eco’nun postmodern edebiyat kuramını anlatırken kullandığı
bir örneği hatırladım. Şöyle bir durumu hayal etmemizi ister bizden: Adamın
biri eğitimli bir kadına aşık olmuştur ama ona “Seni deliler gibi seviyorum”
diyemez, çünkü Barbara Cartland bunu daha evvel kullanmıştır. Pembe sabahlıkların,
tüylü terliklerin ve krepelenmiş sandra saçların kraliçesi, en şömineli
sahnelerde en yavan karakterlere aynen bu lafı söyletmiştir. Onun için bu ifade
bayatlamış ve anlamını yitirmiştir. Adam kadının bunu bildiğini bilir. Kadın da
adamın kendisinin bunu bildiğini bildiği için harekete geçemeyeceğini bilir.
Böylece umutsuz bir durumun içine sıkışıp kalırlar. Ancak yine de bir
çözüm olasılığı vardır, der Eco. Adam kadına dönüp şunu söyleyebilir: “Barbara
Cartland’ın da diyeceği gibi, seni delice seviyorum.”
İtalyan kuramcı
bu örnekle bize şunu anlatmaya çalışır: Sözcüklerin masumiyetini korumak mümkün
olmadığına göre, onları ne olduklarını açıkça göstererek, yani kirlenmiş ve
perişan hallerinin altını çizerek kullanmaktan başka bir çaremiz yoktur. Aksi
takdirde, biz de aynı sığlığın bir parçası haline gelebiliriz.
Adam aşkını bu
şekilde ifade ettiğinde, “hem masummuş gibi yapma sahteliğinden kaçınmış, hem
artık öyle bir masumiyetin olanaksız olduğuna işaret etmiş, hem de kadına onu
sevdiğini söylemeyi başarmıştır.” Evet, adam bu sevgiyi masumiyetin kaybolduğu
bir çağda söylemektedir. Ama Eco’ya göre, bu ifadenin samimiyetinden şüphe
etmememiz gerekir. Kaldı ki, kadın bu ilan-ı aşkı kabul ederse, mesaj her şeye
rağmen yerini bulmuş olacaktır.
Aşk gibi barış da
içi boşaltılmış sözcüklerden biri. Barış getirmek iddiasıyla yapılan işleri
düşününce aklınıza üniformalı ve eli silahlı adamların gelmesi tesadüf olabilir
mi? ABD’nin Irak’ı “barış ve demokrasiyi sağlamak üzere” işgal ettiğini, BM
Barış Gücü operasyonlarının herhangi birini (benim aklıma hep Somali’de ateş
açılan okul geliyor), ya da ülkemizde barış adına yapılanları hatırlamak bile,
bu sözcüğün ne kadar yıpranmış olduğunun kanıtı olarak alınabilir.
Peki ya savaşların
birinci dereceden mağdurları ne olacak? Onların barış isteme hakkını nasıl
koruyacağız? Çatışmaların acılarını çekenler, yerlerinden yurtlarından olanlar,
kardeşlerini çocuklarını bu yolda kaybedenler, herkesten önce barış sözcüğünü
ağızlarına alma hakkına sahip değil midir? Ülkeyi dolaşıp dertlerini anlatmaya,
acılarını paylaşmaya, kanın durmasını istemeye hakları yok mu?
Öyle olmuyor
anlaşılan. Karadeniz’de olanlarla da gayet güzel gördük ki, barış istemenin
bedeli bu memlekette çok ağırdır. Bu hafta, aralarında BDP’li
milletvekillerinin de bulunduğu Halkların Demokratik Kongresi heyeti, Sinop'ta
saldırıya uğradı. Heyet, yaklaşık 9 saatin ardından, polis panzerleri eşliğinde
mahsur kaldıkları binadan çıkarıldı.
Bu korkutucu
süreci hepimiz nefeslerimizi tutarak izledik.
HDK heyeti, Karadeniz ziyaretlerine barış sürecine destek aramak amacıyla çıkmıştı. Ama
seslerini duyurmakta zorlandılar. Onun yerine daha fazla şiddet isteyen öfkeli bir
grupla karşılaştılar.
Peki, barış
isteyenler hangi dili kullanacak? Barışı nasıl talep edecekler? Bu sözcük, bu
kadar bol keseden kullanılmışken, onu yeniden anlamlı kılmak mümkün mü? Bu
kadar yanlış yerlerde, yanlış insanlar tarafından, üstelik hiç de hissedilmeden
söylenmişken, onu bir kez daha kendimizin yapabilir miyiz?
Bu yazıyı Umberto
Eco’nun kulaklarını çınlatarak bitirmek en iyisi.
Gönlüm her zaman şiddetsiz
bir dünyadan yana olmuştur. Düşmanlıkların ve uzlaşmaz ayrılıkların bize fayda
sağlayacağına inanmıyorum. Onun için barış istiyorum. Türkiye’de huzur içinde dostça
yaşayalım istiyorum.
Tıpkı devlet
büyüklerimizin ve siyasetçilerimizin dediği gibi.
No comments:
Post a Comment