BirGün Kitap
30 Mayıs 1888’de,
Aleksei Suvorin’e yazdığı bir mektupta, Anton Çehov şöyle der: “Gerçek sanatçı
karakterlerine önyargı ile yaklaşmaktan kaçınmalı ve tarafsız bir izleyici
olarak kalmaya gayret etmelidir.”
Aynı sene kardeşine
yazdığı bir başka mektupta, yazarlığın en önemli gereklerinden birinin şefkat
duyabilme becerisi olduğunu söyleyecektir. Bununla karakterlerini anlayabilme
yetisini, kim olurlarsa olsunlar onlardaki insani vasıfları görebilme ve
okuyucuya aktarabilme yeteneğini kastetmektedir.
Bir yazarı iyi
bir yazar yapan en önemli özelliklerden biri budur ona göre.
Bu konuda Çehov’a
hak verdiğimi söylemeliyim. Bir yazar bütün karakterlerini sevmek zorunda
değildir elbette. Ama onlardan nefret etmezse hiç de fena olmaz aslında.
Bana bunu
düşündüren Ian McEwan’ın Türkçeye çevrilen son romanı Solar oldu.
Çağdaş edebiyatın
dikkate değer yazarlarından Booker ödüllü Ian McEwan'ın küresel ısınmaya
eleştirel bir yaklaşım getiren bu romanı, edebiyat çevrelerinde bir hiciv olarak
kabul gördü. Bunda McEwan’ın şaşmaz mizah duygusunun ve ironik durumlar yaratma
becerisinin büyük rolü var elbette. Ancak, bu sefer, belki de romanın bir
taşlama üzerine kurulu olmasının doğal bir sonucu olarak, tek boyutlu bir
karakterle uğraşıyor olması nedeniyle McEwan’ın sinik tutumunu çok yorucu
bulduğumu söylemeliyim. Yazarın “esas adam” Michael Beard ile kurduğu ilişki o
kadar acımasız ki, gülünç olsun diye yazıldığı belli olan sahnelerde bile insanı
şunu düşünmeye zorluyor: Bir yazar karakterinden bu kadar mı nefret eder?
McEwan
romanlarına aşina olanlar, zorlu konuların ve rahatsız edici durumların yazarın
alameti farikası olduğunu söyleyip itiraz edeceklerdir. Haklılar tabii.
McEwan’ın bu konudaki sabıkası hayli kabarıktır. Sadece bir iki romanı
hatırlamak bile hafızaları tazelemeye yetecektir.
Doğrudur, söz
konusu yazar karakterlerine iyi davranmasıyla meşhur biri değildir. Soğuk Savaş döneminde gizli ajan olarak Berlin'e gönderilen bir İngilizin
hikayesini anlatan Masumiyet’te (1990),
romanın başkişisi olan Leonard Marnham’ı önce aşık eder, sonra da sevgilisinin kendini
savunurken öldürmek zorunda kaldığı eski kocasının cesedi ile başbaşa bırakır. Sonsuz
Aşk’ta (1997), bir balon kazasının ertesinde kendisine hastalıklı bir sevgi ile
musallat olan bir adamdan kurtulmaya çalışan Joe Rose’un felakete dönen yaşamını
anlatır. Booker Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen ve filme de Kefaret (2001) adlı romanında ise,
söylediği korkunç yalan neticesinde kızkardeşi Cecilia ve arkadaşı Robbie ile
beraber kendi hayatını da mahveden Briony’nin hikayesini okuruz.
Solar’ın
başkişisi Micheal Beard ise Nobelli bir fizikçidir. Aslında yüzeyde, gayet
başarılı bir kişidir. Akademik hayatın, birinci liginde at koşturmaktadır. Bu
konudaki faaliyetleri de, yüksek ücretler karşılığında küresel ısınma konusunda
verdiği konferanslar ve prestijli bilim enstitülerine yapılan araştırmalarda
yürüttüğü görevlerden ibarettir. Fakat alttan alta onun sanıldığı kadar iyi bir
fizikçi olmadığını hissettirir bize, McEwan. Hatta bir yerde, Nobel Ödülünü
bile kazara aldığını ima eder.
Açgözlü, hırslı
ve şehvetli biridir, Beard. Sevilmesi zor bir adamdır. Ama kadınlar ona
bayılırlar. Kelimenin tam anlamıyla bir kadın avcısı olan fizikçiyi, roman
açıldığında beşinci evliliğini kurtarabilmek için umutsuzca uğraşırken görürüz.
Karısına ihanet etmiş ve yakalanmıştır. Üstelik bu ilk de değildir. Fakat bu
sefer gafil avlanmıştır. Genç ve güzel bir kadın olan karısı da onu
aldatmaktadır. Hem de eve gelen tamirciyle.
Daha başından
ironik bir temasla açılan roman bu tonda ilerler ve dağılmak üzere olan
evliliği ile tıkanmanın eşiğine gelen akademik kariyerini kurtarmaya çalışan
Beard’in hikayesini bolca mizah katarak anlatır. Bu arada, McEwan karakterini
akıl almaz derecede acınası durumlara sokar ve ardından da mucizevi şekillerde
kurtarır. Hem bu yazının sınırlarını zorlayacağı hem de romanı okumamış
olanların zevkini kaçıracak ipuçları vermek anlamına geleceği için, bunların
hepsini bir bir anlatmak mümkün değil. Ancak, sözünü ettiğim garip durumların
ne tür şeyler olduğunu açıklamakta bana yardımcı olacağını umduğum bir örneği
vermeden edemeyeceğim.
Ayrılabileceğini hiç
düşünmediği karısını (daha önce dört kadını aynı sebeple kaybetmiş olması ders
olmamıştır belli ki) son anda aptalca bir hatayla elinden kaçırdığına inanan Beard,
büyük bir depresyona girer. Bundan kurtulabileceğini umduğu için (ve biraz da sönmekte
olan kariyerine bir canlılık katacağını düşündüğü için), iklim çalışmalarıyla
ilgili bir projeye katılmak üzere Kuzey Kutbu’na gider. Kutupta hayat çok
zordur. Özellikle de depresyonda olan, uyuma zorluğu çeken, bolca alkol tüketen
ve gündelik hayatın gereklerini bile yerine getirmekte zorlanan biri için. Beard,
kat kat kutup giysilerinin içine girmeyi beceremez bir türlü, girse bile
mutlaka bir detayı unutur. Pabucunu bağlayamaz, eldivenini kaybeder, şapkasını
düzgün takamaz falan filan. Ama en korkuncu, bir gün yoldayken tuvalete gitmesi
gerektiğini fark ettiği andır. Bir süre tutmaya çalışır ama başaramaz. Sonunda
mesanesini boşaltmaya karar verdiğinde ise, bunun asla yapılmaması gereken bir
şey olduğunu anlar.
“Beard’in
kasıklarından kopan soğuk ve sert şey uzun paçalı donunun içine düşmüş,
şimdi de diz
kapağının hemen üzerine yerleşmişti. Bacaklarının arasına soktuğu ellerin
altında hiçbir şey yoktu. Tek elini dizine koyduğundaysa, o beş santimden daha
kısa kemik kadar sert ve biçimsiz şeyi hissetti. Kendinden bir parçaymış gibi
gelmiyordu ya da artık öyle değildi zaten.”
Sonu iyi bitse
de, çok eğlenceli anlatılmış olsa da, bu epizodu rahatsız olmadan okumaya
dayanabilen kaç kişi vardır? Bir yazar karakterine neden bunları yapar?
Kadınlara verdiği azabın karşılığı olarak mı? Hiç sanmam. Ian Mc Ewan
romanlarında ahlak dersi vermeyi tercih eden yazarlardan değildir. Üstelik, bu
ve benzeri örneklerin birbiri ardına eklenerek uzayıp gittiği metinde, bir
noktadan sonra bu talihsizliklere alışır gibi oluruz. Çünkü fizikçi art arda
irili ufaklı bir takım felaketlere uğrayacak ve sonra hepsinden kıvrak bir
dansçı edasıyla sıyrılıp kurtulacaktır. Güleriz de elbette. Çünkü Kutup’ta
kendisini kovalayan bir ayıdan kaçmaya çalışırken, trende kendisinin ait
olmayan bir paket cipsi oburca yerken, ya da daha sonra midesindekileri
konferans salonundaki perdenin arkasına boşaltırken hem komik hem de acıklıdır,
Beard. Ama onda bir tip olmanın ötesinde insani bir vasıf ya da bir derinlik
bulamayız.
Neredeyse on
senelik bir döneme yayılan romanın sonunda, Beard’in artık iyice yaşlandığını
ve yorulduğunu görürüz. Artık altmış iki yaşına gelmiştir. İyice şişmanlamış ve
yavaşlamıştır. Özel hayatı hala karmakarışıktır, akademik başarıları tehdit
altındadır, sağlığı ise büyük ölçüde kötülemiştir. Felaketler yine birbiri
ardından sökün etmektedir. Belki de Beard etrafını saran karmaşık durumlardan
eskisi kadar kolay kurtulamayacaktır artık. Kurtuluşu ya da felaketi de yine
şans eseri olacaktır. Kaderin elinde bir oyuncaktan başka bir şey değildir o. Roman
en nihayetinde bize bu duyguyu verir. Ama bizi buna inandırabilir mi? Orası
ayrı mesele.
Solar yorucu olduğu gibi derinliği de şüphe götürür bir roman. Konuyla doğrudan
ilgisi olmayan okuyucu için sıkıcı olabilecek iklimbilim tartışmaları ile arada
bir komik olmayı başarabilen sahneler arasında gidip geliyor ve sonunda
karanlık bir insanlık hali tasvirine gelip bağlanıyor. Bir mesajı varsa eğer
şöyle özetlenebilir: İnsanlar hırs ve zaaftan oluşur, hayat saçma tesadüfler
üzerinden ilerler ve her şey en nihayetinde büyük bir anlamsızlık içinde
kaybolur gider.
Belki de sadece
komik bir roman olarak okumak gerekir Solar’ı.
Eğlenceli ama kolay unutulacak bir hikaye olarak görüp kenara kaldırmak
gerekir. Romanın 2010 senesinde, İngiltere’de edebiyatta komedi konusunda en
önde gelen eserlere verilen Bollinger Everyman Wodehouse Ödülü’nü kazandığı
düşünülürse, en azından bu yargıda yalnız olmadığımızı söyleyebiliriz.
Yine de, insanlık
durumuna dair bu kadar cüretkar tespitlerde bulunan bir metinden biraz daha
fazlasını beklemek gerekmez mi? McEwan kadar usta bir yazarın, insan ruhuna
baktığı zaman koskoca bir boşluktan başka hiçbir şey görmüyor olması acıklıdır
çünkü. Siyasi bir tercihtir hatta. Söz konusu metin bir hiciv bile olsa.
No comments:
Post a Comment