BirGün Pazar
7 Temmuz 2013
İngiliz siyasetçi ve yazar Benjamin Disraeli, 1847 tarihli romanı
Tancred’de, aynı adlı kahramanını Doğu’ya gönderir. Genç Lord Montecute
(yani Tancred), Londra’daki sıkıcı çevresini geride bırakacak, bir
zamanlar atalarının gittiği yoldan geçerek kutsal topraklara ulaşacak ve
Asya’nın sırrına vâkıf olacaktır. En azından yazarının ondan beklentisi
budur.
Romanın bir yerinde, genç lordun Kudüs’e gideceğinden söz edilirken
konuşmaya dalan biri, onun bir gün mutlaka geri döneceğini ima eder.
Öyle ya, üst sınıftan gelen bir İngiliz ilelebet Doğu’da yaşayacak
değildir herhalde. Bunun üzerine, Disraeli görmüş geçirmiş bir başka
karaktere şunu söyletir: “O kadarını bilemem. Napolyon bile Akdeniz’i
bir kere daha geçtiğine pişman oldu. Doğu bir kariyerdir.”
Birçokları gibi ben de, Disraeli’nin bu lafı ile ilk kez Edward Said’in
Oryantalizm kitabının girişinde karşılaştım. Said, kitabının başında
alıntıladığı bu sahneye metnin içinde bir yerlerde geri döner ve bunu
Disraeli’nin kariyeriyle de ilişkilendirerek yeniden okur. Ona göre
Disraeli elbette oryantalisttir. Her şey bir yana, bir siyasetçi ve
yazar olarak Doğu’yla kurduğu ilişki üzerinden kendine bir meslek icat
etmiştir. Fakat Said’in söylediği tek şey bu değildir. Ona göre, bu
sürecin sonucunda Disraeli de dönüşmüştür aslında. Doğu’yu kendi
memleketi saymaya başlamış, hatta onun üzerinde hak iddia eder hale
gelmiştir.
Gezi Direnişi başladığından beri etrafımdaki Batılıların Türkiye’de
olanları analiz etmek konusundaki hevesini de biraz buna bağlıyorum.
Başından beri bu konuda yazılanları okuyor, konuşulanlara kulak
veriyorum. Gariptir, Türkiye’de bir dönem yaşamış ya da meslekleri
dolayısıyla ülkeye dair bilgisi olan bu kişilerin hemen hepsi, Gezi’de
ve ertesinde olanları ıskalayan yorumlar yapıyorlar.
Uzun süredir Türkiye’de yaşayan bir akademisyen arkadaşım Gezi’nin bir
öğrenci protestosu olarak kalacağından ve “sessiz kitleleri” harekete
geçiremeyeceğinden emindi mesela. Bir başkası darbe olacağından endişe
ediyor ve her an tankların köşeyi dönmesini bekliyordu. Bir diğeri ise
olanlar için “İlginç,” dedi. “Sensin ilginç,” dedim ona. Artık canım
burnumdaydı çünkü.
Sokaktaki herhangi bir göstericinin hemen hissettiği ama Türkiye üzerine
kitaplar yazmış bu insanların gözden kaçırdığı şey neydi peki?
Aralarında Gezi’de olan biteni kendi gözleriyle görenler vardı. Onlar
bile oradaki dinamikleri anlamaktan çok uzaktılar. Bunun laiklerle
İslamcılar arasında bir çekişme olduğundan, modernlik ile gelenek
arasındaki sürtüşmeden kaynaklandığından o kadar eminlerdi ki, Gezi’de
yepyeni bir direniş biçiminin doğduğunu göremiyorlardı. Bunun yukarıdaki
ikiliklere düşmeden birçok insanı aynı anda harekete geçirme gücü
olduğunu da.
Gazeteler ise, üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yazıyorlardı: Mısır
karşılaştırmasını esas alan “Türk Baharı” okumaları ya da Batı’daki
başka “occupy” hareketleriyle bağlantı kuran ve meseleye küresel direniş
perspektifinden bakma gayreti içinde olan yorumlar.
Bunların tümüyle haksız olduğunu söylemek istemiyorum, yanlış
anlaşılmasın. Bu hareketler arasında elbette akrabalık vardır, ona
diyeceğim yok. Ancak bu okumaların daraltıcı ve yanıltıcı olduğunu
düşünüyorum. Ben siyasetçi değilim. Ama sıradan bir insan olarak bile
fark ediyorum ki, Türkiye’de olanlar, geçmişteki siyasi karşıtlıkların
ötesine geçen, hatta bu coğrafyada başka yerlerde yaşanan çelişkilere
benzemeyen bir karakter gösteriyor. Ve bu karakter nedeniyle de yeni bir
bakış açısını, farklı bir anlayışı, yaratıcı okumaları talep ediyor.
Daha olaylar soğumadan yapılan bu hızlı analizlerin altında ise, böyle
bir anlayıştan ziyade, dünya vatandaşı olduğunu düşünen ve gittikleri
her yerde kendilerine bir tür ideolojik öznelik atfeden kişilerin parlak
kariyerleri yatıyor. Bu telaşlı yorumlarda, birer meslek haline
getirdikleri Doğu’yu anlamaya çalışmak yerine, onu kendilerine aşina
gelen bir yerden okuma kolaycılığına sapan roman karakterlerinden izler
buluyorum.
Ne var ki, bu karakterler yanılmaya mahkûmdur. “Asya’nın gizemi”ni
çözmek amacıyla yola çıkan ve sonunda kendi zihninin yansımasıyla baş
başa kalan Lord Montecute sadece onlardan biridir.
Edward Said, Disraeli’nin romanından yaptığı alıntıyla, bence tam da
bunu söylemek ister: Doğu’yu kariyerlerinin ve hatta kimliklerinin bir
parçası haline getiren kişiler onunla ancak beğendikleri, anladıkları ve
şekil verebildikleri yerden ilişki kurmayı tercih ederler.
Belki de başka türlüsü mümkün değildir. Çünkü baktıkları şey Doğu değil, kendi kariyerleridir.
No comments:
Post a Comment