14 Temmuz 2013
J.M. Coetzee, 1999 Booker Ödülü'nü alan romanı “Utanç”ta basit ama çok sert bir hikâye anlatır.
Cape
Town’da bir edebiyat profesörü olan David Lurie, genç bir öğrencisi
ile ilişkiye girdiği için üniversiteden uzaklaştırılır. Herhangi bir
pişmanlık belirtisi göstermediği için dostları tarafından da terk
edilmiş ve tamamen yalnız bırakılmıştır. Bunun üzerine, taşradaki
çiftliğine sığındığı kızının basit hayatında huzur bulmayı dener. Fakat
orada çok daha fazla şiddet ve kötülük ile karşılaşacaktır.
“Utanç,” bu inançsız ve uyumsuz adamın kendisi ile yüz yüze gelmesinin ve pek başarılı bir şekilde olmasa da işlediği kabahatin kefaretini ödemeye çalışmasının hikâyesidir.
Ancak
hepsi bu değildir. Kitabın merkezine kişisel bir hesaplaşmayı koymuş
gibi görünse de, Coetzee alttan alta “apartheid” sonrası yeni ve sancılı
bir döneme girmiş Güney Afrika’nın geçirdiği dönüşümü anlatır. Artık
hiçbir şey eskisi gibi değildir. Bütün inanç sistemleri sarsılmış, belirsizliklerle dolu ürkütücü bir döneme girilmiştir. En azından beyaz
adam için böyledir bu. Roman açıldıkça, Lurie ile birlikte biz de bunu
yavaş yavaş anlarız.
Kitabın
bir yerinde Profesör Lurie, başına gelenlere anlam vermeye çalıştığı
bir anda, “günah keçisi” benzetmesine başvurur ve bunun bir zamanlar
nasıl işlediğini anlatır:
“Günah
keçisi olmak, arkasında dinin gücünü bulundurduğu müddetçe geçerliydi.
Kentin bütün günahlarını bir keçinin sırtına yükler ve onu kent dışına
sürerdiniz. Böylece kenti günahlardan temizlemiş olurdunuz. […] Sonra
tanrılar öldü ve kenti onların yardımı olmadan temizlemek gerekti.
Sembolizmin yerine gerçek eylemler geçti. […] Uyanık olmak bir düstur
haline geldi: Herkesin herkese karşı uyanık olması. Temizlenmenin yerini
de böylece tasfiye aldı.”
Profesör
Lurie, içinde bulunduğu toplumun ahlâk kurallarına uymakta zorlanan,
onları ikiyüzlü ve sathi bulan biridir. Onun için yukarıdaki yorum,
hikâye boyunca devam eden kişisel hesaplaşmasının bir parçasıdır. Fakat
bununla romanın daha derinden seyreden siyasi temasını da açık etmiş
olur: Ritüeller ancak onlara inananlar olduğu sürece gerçektir. Eğer
kimse bir arınma getireceğine inanmıyorsa, günah keçisi ilan etmenin de
anlamı yoktur. O zaman keçi sadece yoluna gidecek, kent de
günahlarından temizlenmeyecektir.
Gezi
olaylarındaki son gelişmeler, bana Coetzee’nin romanındaki “günah
keçisi” tanımını ve bu eski uygulamadaki inanç bileşenini hatırlattı. Bu
haftanın en önemli olayları arasında, Taksim Dayanışması’ndan 50
kişinin gecenin bir saatinde derdest edilip gözaltına alınması vardı.
Biz onların derhal bırakılacağını bekleyeduralım, bugün 50 kişiden
12'sinin tutuklama istemiyle mahkemeye sevk edildiği haberi geldi. Bu
yazının yazıldığı saatlerde, aralarında Mücella Yapıcı ve Ali
Çerkezoğlu'nun da bulunduğu 5 kişinin, "suç işlemek amacıyla örgüt
kurmak", "polise mukavemet" ve "2911 sayılı Gösteri ve Yürüyüş Kanunu'na
muhalefet etmek" suçlarıyla itham edildiği bilgisi gazetelere ulaştı.
Görünen
o ki, hükümet Taksim Dayanışması’nı gözden çıkarmaya karar verdi.
Halbuki kısa bir süre önce Başbakan Erdoğan aynı oluşumun temsilcilerini
kendine muhatap almış ve onlarla Gezi Parkı meselesine çözüm
bulabilmek üzere görüşme yapmıştı. Demek ki, o zaman bu şahısların bir
suç örgütü kurmak üzere harekete geçmiş oldukları şüphesini
taşımıyordu.
Oysa
Gezi ile başlayan olaylar büyüyüp de bir halk hareketine dönüşünce,
anlaşılan bir günah keçisi ilan etmek kaçınılmaz oldu. Aralarında sivil
toplum kuruluşları ve yasal partilerin de bulunduğu 124 bileşenden
oluşan Taksim Dayanışması’nın temsilcilerinin illegal örgüt kurmak
suçlaması ile yargı önüne çıkarılmasının garipliği bir yana, bir avuç
insanın bu kadar kapsamlı bir toplumsal hareketten sorumlu tutulması da
ayrıca inanılması güç bir iddiadır.
Belli
ki hükümet, bundan önce çok kereler yaptığı gibi, toplumsal olaylar
karşısında iktidarı koruma refleksi ile davranacak ve ülkenin bütün
sorunlarından birkaç kişiyi sorumlu tutmayı tercih edecektir. Günahları
ile yüzleşmek yerine, onları bu kişilerin sırtına yükleyip kendini
temize çıkarmaya kalkacaktır.
Ne
var ki, artık zaman değişmiş, dengeler bozulmuştur. Bu sefer günah
keçisi ilan etmek işe yaramayacaktır. Çünkü Coetzee’nin de dediği gibi,
günahların bir keçiye yüklenip kentin dışına sürülebilmesi için,
herkesin bu ayine inanması, onun işaretlerini okuyabilmesi gerekir.
Sembolik eylemler ancak sembolleri okumayı kabul edenler varsa
geçerliliğini korur. Memleketin günahlarını sırtına yıkabileceğiniz
keçiyi bulsanız bile bütün felaketlerden onun sorumlu olduğuna
inandırabileceğiniz milleti bulmakta zorlanacağınız ortadadır. Gezi
olayları yaşanmışken, artık kimse ülkenin sorunlarının bu şekilde
çözüleceğine inanmayacak, meselenin bir iki kişiye tahvil edilmesine
seyirci kalmayacaktır.
Bu
ortak inancın yok olduğu koşullarda, istediğiniz kadar günah keçisi
ilan edin, yepyeni bir sayfa açıp siyaset hayatınıza hiçbir şey olmamış
gibi devam edemeyeceğiniz açıktır.
Günahlar sonunda sizin sırtınızda kalacak, keçi ise yine kendi bildiği yere gidecektir.
Görsel: Günah Keçisi, Huri Kiriş 2011.
No comments:
Post a Comment