BirGün Pazar
9 Haziran 2013
Türkiye’de çok garip şeyler oluyor. Her sabah kötü bir habere uyanmaya
alışık bünyelerimiz yakında bu kadar iyiliğe dayanamayacak, hep birlikte
kurdeşen falan dökeceğiz diye korkuyorum. Havada bir neşe, bir heyecan
var. Kalabalıkların olduğu yerlerde birdenbire ortaya çıkıyor.
Sokaklarda insanlar birden bir alkış tutturuyor. Denizde tekneler
birbirini selamlıyor, bağırışlar sloganlar gırla gidiyor. Vapur
düdükleri insan seslerine karışıyor.
Yollarda kendi kendine gülümseyen gençler görüyorum. Yaşlı başlı
kadınlar kaldırımlara çökmüş sohbet ediyor. İşe gidenler belli, derli
toplu giyinmişler. Ama ayaklarına birer lastik ayakkabı geçirmişler.
Doğru, belki koşmak gerekebilir. Fakat kimse bunu dert ediyor gibi
görünmüyor. Esnaf bile. Herkes dükkanını açmış, işine devam ediyor.
Evet, bakkalda her şeyi bulamıyorsunuz. Ama birtakım şeylere ihtiyacı
yoktur belki insanın. “Kahrolsun bağzı şeyler”dir hatta. Bunu
anlıyorsunuz.
Herkes birbirine dikkatli davranmaya özen gösteriyor. Beni en çok
şaşırtan şey bu. Küçük yerlerde belki her zaman öyledir, bilmiyorum. Ama
çoğunluğun birbirini itip kakarak hayatta kaldığı bir kent olan
İstanbul için, bu gerçekten çok acayip bir durum. Sokakta insanlar size
yol veriyor, kapıları tutuyor, yanlışlıkla çarparsa özür diliyor. Herkes
bayramda eve gelen misafirin yanında en iyi davranışını göstermeye
çalışan çocuklar gibi davranıyor. Utanıp sıkılmasalar kolonya tutup
şeker ikram edecekler birbirlerine.
Buna şaşacak bir şey yok belki de. Çünkü hakikaten meydanlara önemli bir
misafir geldi. Gezi Parkı’nda halkın ta kendisini misafir ediyoruz. Ya
da daha doğrusunu söylemek gerekirse, orada herkes birbirini misafir
ediyor. Gezi’nin bize verdiği en büyük ders bu: Karşımızdakinin de bizim
gibi biri olduğunu öğreniyoruz. Onun da bizim gibi canı yanabilir,
karnı acıkabilir, dertleri olabilir. Meydana girer girmez birileri
yanınıza yanaşıp “Aç mısınız?” diye soruyor size. Susamışsanız su
veriyorlar. Çoğu kişi teklif edilenleri almak istemiyor. Çünkü buna
kendilerinden daha çok ihtiyacı olan birilerinin olabileceğini
düşünüyorlar. Sonuçta, binlerce insanın doldurduğu meydanda insanlar
huzurlu bir şekilde oturuyor, yemek dağıtılıyor, çöpler toplanıyor.
Böyle misafire can kurban.
Geçtiğimiz Pazar sabahı barikatlarla örülü mahallemize ellerinde çöp
torbalarıyla bir sürü insan geldi. Sokağı derleyip toplamaya başladılar.
Biz de eldivenlerimizi giyip torbalarımızı elimize alıp dışarı çıktık.
Sokakta eski bir öğrencimle karşılaştım. Annesiyle beraber Üsküdar’dan
gelmişti. Bizim mahallede çöpleri topluyorlardı. Öğrencim annesiyle beni
tanıştırdı. Ben yaşlarda bir kadın. Elimizde çöp torbalarıyla
birbirimize baktık. Galiba yanımızda çocuklar olmasa ikimiz de
ağlayabilirdik. Ama ağlamadık. Onun yerine kalkıp çöpleri topladık.
Sokak biraz hale yola girdiğinde evimize dönüyorduk ki, gözümüze bizim
apartmanın kapısında bir kalabalık ilişti. Aralarında kapıcımız da
vardı. Tertemiz, pırıl pırıl bir çocuk. Ama bu sefer damat gibi
giyinmiş: Tiril tiril beyaz gömlek, takım elbise, pırıl pırıl yeni
pabuçlar. “Hayrola?” dedim, “Bizim oğlanın sünnet düğününü yapıyoruz,
abla” dedi, “Köyden akrabalar da geldi.”
Baktım gözünün içi gülüyor. Belli ki çok mutlu, çok gururlu. Apartmanın
altındaki lokantayla anlaşmış, misafirleri oraya yerleştirmişler. Bir
yandan sokaktan geçenlere çikolata şeker dağıtıyorlar, bir yandan da
düğüne gelenleri içeri kabul ediyorlar.
Biz de elimizde çöp torbaları, üzerimiz kir pas içinde lokantaya girdik.
İçeride yine takım elbiseli ağırbaşlı erkekler, süslü kıyafetler
giydirilmiş kız çocukları ve rengarenk başörtüleriyle güzel gözlü
kadınlar arasında yerimizi aldık. Ben üstümden başımdan utandım biraz.
Yırtık pabuçlarımı kapının arkasına sakladım. Kocam bir ara kulağıma
eğilip “Çocuğa bir şey takmamız lazım,” dedi. Bir süredir para
çekememiştik. Cebimizde kalanları birleştirip oğlana taktık. “Ne gerek
vardı, abla!” dedi bizim çocuk. Dedim ya, çok düzgün bir insandır.
Biz oradan ayrılırken karşımızdaki lüks lokanta kapılarını açmış,
göstericilere pilav dağıtıyordu. Halbuki biz orayı burnu büyük bir yer
sanıyorduk. Yanılmışız. Pilav faslından sonra hep birlikte halay
çekildi. Lokantanın başgarsonu halay başı olmuştu. Beyaz gömlekli ve
siyah papyonlu kıyafetinin içinde omuzlarını titretip duruyor, beline
sıkıştırdığı beyaz peçeteyi çıkarıp mendil yapmış ha bire sallıyordu.
Eve döndüğümüzde pencereleri açtık. İçeride hala hafif bir gaz kokusu
vardı. Sonra oturup birer kahve içtik karşılıklı. Neredeyse hiç
konuşmadan.
“Ne acayip bir ülkede yaşıyoruz!” dedi kocam gülerek. “Evet,” dedim ben de, “Müthiş bir yer gerçekten.”
No comments:
Post a Comment