Tuesday, December 08, 2009

YALAN


BirGün/ 14:54 07 Haziran 2009

Tahsin Yücel’in romanını okumakta çok geç kalmışım aslında. ‘Yalan,’ 2002’de Can Yayınları tarafından yayınlanmış ve 2003’te de Yunus Nadi Roman Ödülü’nü almış.
Yazarı, romanlarından ziyade yaptığı çeviriler ve 90’larda Orhan Pamuk’la ‘Kara Kitap’ üzerinden yürüttüğü tartışma sebebiyle hatırlıyordum. Zevkine güvendiğim bir kaç kişi tarafından hararetle tavsiye edilmiş olmasına rağmen, nasıl olduysa bu vakte kadar bekletmişim. Romanı, hayal kırıklığına uğramamak için çoğu kez yaptığım gibi, fazla bir şey beklemeden okumaya başladım. Ama daha ilk satırdan itibaren beni içine aldı ve hikâyenin sonuna kadar sürükledi. Hatta romanın bir ucundan girip öbür ucundan çıkacak zamanı bana sağladığı için yatak döşek hasta olduğuma neredeyse sevinecek gibi oldum.
‘Yalan’ın hikayesi çok karmaşık sayılmaz. Büyük bir tutkuyla bağlandığı çocukluk arkadaşı Yunus'un intiharıyla tamamen içine kapanan ve Maçka'daki evinde insanlardan uzak bir şekilde yaşayan Yusuf Aksu, bir dilbilim konferansı ertesinde kendisini bir polemiğin ortasında bulur ve onu bir kuramcı olarak efsaneleştiren bir grup aydın tarafından ulusal kahraman ilan edilir. Yusuf Aksu bir yandan bu olanlara bir anlam vermeye çalışırken, bir yandan da arkadaşlık etmeye başladığı Bayram Beyaz sayesinde insan içine karışır ve aydınlarla çıkar gruplarının elinde bir oyuncak haline gelir. Yani yavaş yavaş ‘Yeraltı Adamı’ olmaktan çıkarak bir ‘Budala’ya dönüşür. (Dostoyevski okurları roman açıldıkça bu anıştırmayı gitgide daha yoğun bir şekilde hissediyorlar, kaldı ki, romanın sonunda yazarın kendisi de açıkça ‘Budala’ya gönderme yapıyor.)
Roman çok değişik noktalardan yola çıkarak okunabilir, çünkü birden fazla cephede birçok şeyi aynı anda tartışıyor. Kitap yeni çıktığında Armağan Ekici’nin yazdıklarını okumuştum. ‘Yalan’ı, ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ ile aynı çizgiye koymuş ve “mizah yükü, eleştirel mesajının sağlamlığı, siyasal mizahının derinliği ile” onu öncelikle bir siyasi taşlama olarak okumayı yeğlemişti. Romanı okuduktan sonra ona hak verdim. Evet, böyle de okunabilir.
Fakat benim asıl hoşuma giden, yaşam/kuram tartışması üzerinden giden bölümlerdi. Yusuf Aksu’nun ansiklopedilere olan düşkünlüğünden dem vuran ve bu özelliği ile onu dil öncesi (hatta belki de dil-dışı) bir iletişim biçimini arayan Yunus’un tam karşısına yerleştiren yazar, roman boyunca kitabi olanla hayata dair olanın asla örtüşmeyeceğini okuyucuya hissettirir. Maçka Toplantıları’nda, Yusuf Aksu’nun etrafını saran onlarca akademisyen, gazeteci ve sanatçının kullandığı dilin ‘boşluğu’, aslında hiç bir şeye işaret etmiyor oluşu (değil nesnelere kavramlara bile dokunmadan geçer bu dil) hemen dikkatimizi çeker. Onların yanında, Yusuf Aksu’nun arada bir kaydırarak kullandığı deyimler, ya da neredeyse dini bir şevkle tekrar ettiği ansiklopedi maddeleri bir çocuk oyunu kadar masum kalır.
Bu romanı okuduktan sonra, Tahsin Yücel’in Orhan Pamuk’un dili konusundaki hassasiyetini daha iyi anladım. ‘Yalan’ın yazarı bir dil ustası. Yaygın olarak kullanıldıkları şekilde değil de, “arı” Türkçe ile yazıldıkları için bana hafifçe gıcırtılı gelen bir iki sözcük dışında (burjuva yerine “kenter” ya da diyalog yerine “söyleşim” demek gibi), romanın dilinden çok etkilendiğimi söylemeliyim. Hatta dil üzerine yazılan bir roman ancak bu kadar iyi bir dille yazılabilirdi, diye düşündüm. Yazar, yalnızca anlatıcıyı değil, romandaki karakterlerin tümünü inandırıcı bir dille konuşturuyor ve her birinin dilini aynı akıcılıkla kullanıyor. Özellikle de Cemile, konuştuğu zaman bir tip olmaktan çıkıp kanlı canlı bir kişi olarak karşımıza dikiliyor.
Romanı okurken, içinde Cemile’nin bulunduğu sahneleri heyecanla beklediğimi söylemeliyim. Cemile lafı dolandırmayan, söylemek istediğini ‘pat’ diye en kısa yoldan söyleyen biridir. Kalburüstü insanlardan oluşan Maçka Toplantıları’nda her seferinde bir bomba etkisi yaratır ve salonda oluşmuş entelektüel kesafeti bir hamlede dağıtır: ‘Bu ev yol geçen hanına döndü, takvim çarşamba dedi mi ipini koparan burada!’ ya da ‘Böyle davar iti gibi güm güm konuşan adamlar bu eve yakışmaz!’ (335) deyiverir. Ona göre Bayram Beyaz bir süt çocuğu, Yusuf Aksu ise bir ‘sığırcık’tır ve ikisi de başkalarıyla anlaşabilmek için yardıma muhtaçtırlar. O ise Allahın bildiğini kuldan sakınmaz, diline geldiği gibi söyler. Mesela, hafifçe palazlandığı için kendini daha kentli bir dünyaya ait görmeye başlayan Bayram’a yerinin kendi yanı olduğunu şöyle hatırlatır: ‘Kafanı burada buluyorsun, dibini burada soğutuyorsun’ (202).
Bir arkadaşım ‘Yalan’ı okuduktan sonra artık hiç konuşmak istemediğini söylemişti. Söyleyeceği hiç bir şeyin gerçeğin kenarından bile geçmeyeceğinden emindi çünkü.
Ben de Cemile’yi dinlerken, artık kurabiye tarifi verirken bile kullandığım dolambaçlı akademik dile dair düşünmek zorunda kaldım. Bir zamanlar ‘kendi sesim’ diyebileceğim bir şeyler vardıysa bile, ondan ne kadar uzaklaşmış olduğumu fark ettim.

No comments: