Tuesday, December 08, 2009
YURTTAŞ K. YA DA RESİMLİ ADALET ANSİKLOPEDİSİ
YURTTAŞ K. YA DA ‘RESİMLİ ADALET ANSİKLOPEDİSİ’
BirGün/ 04:07 19 Nisan 2009
Geçen hafta BirGün’ün pazar ekinde, Kafka’da ‘saçma’nın işlevine dair güzel bir yazı okudum. Doğuş Sarpkaya’nın yazısında en çok hoşuma giden detaylardan biri, yüzyılın önemli roman kuramcılarından Lukacs’ın Kafka’ya dair fikrini değiştirmesine vesile olan hikaye oldu. Gerçekçilik tanımı ‘eleştirel gerçekçilik’le sınırlı kalan Lukacs, saçma olanı metninin merkezi haline getirdiği için Kafka’yı ‘avangard’ bir yazar olarak niteler (ki bu onun nezdinde kesinlikle bir övgü değildir). Fakat yıllar sonra kendisini, ‘Dava’nın baş kişisi olan Josef K. gibi, olağanüstü olanın olağan karşılandığı bir gerçeklikte bulunca Kafka için söylediklerini gözden geçirmek zorunda kalır:
“1956 yılında Budapeşte’de bir geceyarısı ansızın tutuklanışın, kapalı otoyla bilinmeyen bir askeri havaalanına gidişin, ulusal arması olmayan bir uçakla gene bilinmeyen bir yere doğru kalkışın ve deniz manzaralı, gözalıcı, saray gibi bir villaya gelişin ardından, henüz nerede olduğunu bilmeyen, yarı devlet konuğu yarı tutuklu olarak yaşarken Georg Lukacs şöyle der: “Kafka gerçekten gerçekçiymiş.”
Doğuş Sarpkaya’nın yazısını okurken düşündüm de, biz milletçe Lukacs’ın yaşadığı bu aydınlanma ânını paylaşmalıyız. Hayatımızın romanını yazan Kafka’yı Türk halkı olarak bağrımıza basmalıyız. Öyle ki, eserleri yalnızca edebiyat değil yurttaşlık derslerinde de okutulmalı, bu yazara dair resmî görüşümüz “gerçeği ve yalnızca gerçeği” anlattığı yolunda olmalı ve sınavlarda bu görüşe muhalefet edenlerden not kırılmalıdır.
Her yeni hükümetin, iktidarın, sabahın köründe birilerini evinden toplayıp karakola götürerek ilan ettiği ülkemizde, Kafka belki de fahri yazarımız ilan edilmeli ve onuruna her sene festivaller, sergiler, gösteriler düzenlenmelidir. Bununla da yetinmeyip, yurtdışından gelen ve konu hakkında yeterli bilgisi olmayan konuklar için davaların bir türlü neticelenmediği mahkeme salonlarının, masadan masaya koşturarak ömrümüzü tükettiğimiz devlet dairelerinin ve hatta bodrum katlardaki ‘sorgu’ odalarının tanıtılacağı geziler de tertip edebiliriz.
Kongreler, sempozyumlar, paneller ve diğer akademik faaliyetler de unutulmamalıdır elbette. Sunumlar için özel kategoriler düşünülebilir ya da Kafka’yı esinleyen konular birtakım alt başlıklara ayrılabilir.
Bu alt başlıklardan biri mutlaka suç ve suçluluk duygusunu konu almalıdır. Nereden geldiği belli olmayan bir suçluluk duygusuyla doğmuş ve yaşıyor olmanın ne tür bir şey olduğunu anlatmak için resmî görevli olduğunu iddia eden birinin herhangi bir vatandaşı yoldan çevirmesi yeterlidir. O vatandaş derhal görevliyi takip edecek ve ilerleyen saatlerde envai çeşit konuda suçunu itiraf edecektir. Bu sıradan bir şeydir. Böyle bir araştırma fazla ihtimam gerektirmez. Oysa, mesela Pınar Selek vakası, ortada bir suç olmamasına rağmen davanın sürüp gitmesi gibi ileri seviyede bir Kafka durumunu mükemmel bir şekilde örneklediği için, ancak yüksek lisans düzeyinde bir araştırmaya konu olabilir.
Pınar Selek’in öyküsü, ‘Dava’nın yeni bir yorumu olarak değerlendirilebileceği gibi, kurbanların işkencecileriyle birlikte yemek yediği sofralar da belki ‘Ceza Kolonisi’nin post-modern bir okuması olarak düşünülebilir.
Kafka’nın romanlarındaki karanlık atmosferi yaratan ve okuyucuya kâbus görüyormuş hissini veren ‘boğuntu’ duygusuna dair çalışmak isteyenlere kayıp yakınlarıyla görüşmeleri önerilebilir. Bugün var zannetiğimiz şeyin yarın yok olabileceğini ve insana en çok acı veren şeyin umut etmek olduğunu anlatmak için bundan daha iyi bir örnek olabilir mi? Kafka karakterleri gibi, kayıpları da bir türlü bulamazsınız, bulduğunuzu zannettiğiniz anda yitirirsiniz. Hemen başka bir şeye dönüşürler, diğer bir deyişle “yok olarak” çoğullaşırlar.
Zamansızlık, Kafka romanlarının bir başka değişmez özelliğidir. Belli bir gün, belli bir sene değildir anlatılan. En korkulu kâbuslar her an, her yerde, hepimizin başına gelebilir. Dün, bugün ve yarın karışmış gibidir. Hrant Dink bir köşe başında vurulduğunda, daha önce vurulanları hatırlamamız bundandır. Hep gibi bir ‘déjà vu’ hissiyle yaşar dururuz. Kendini tekrar eden başkasının değil, bizim travmamızdır. Onu taşır, nesilden nesile aktarırız.
Son olarak esaslı bir Kafka teması olan adaletten bahsetmek isterim. Bizim ülkemizde adalet, upuzun bir mahkeme koridorudur. Tam sonuna geldiğini düşündüğün anda, bir başka koridora açılıverir. Onun içindir ki adalet, daima peşini kovaladığımız ama hep ertelendiği için asla ulaşamadığımız anlam olarak, ancak bir doktora tezinin konusu olabilir.
Velhasılı kelâm, bizim memlekette Kafka’nın gerçekçiliğinden sual olunmaz.
Çünkü Kafka ne anlatıyorsa, bizde azı yok fazlası vardır.
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment