Monday, September 27, 2010

Denize Bakmak


BirGün
26 Eylül 2010

Bir hafta içinde müthiş ilerleme kaydettim. Gurbette olmak mevzusuna hakimim artık. Alışmak ne kelime, gören doğma büyüme buralı sanır. Bir defa ürkekliğim kalmadı hiç. Sokakta bir yürüyüşüm var, sanki bütün yollar benim.

Mesela arabalardan hiç korkum kalmadı. Farkettim ki, onların üzerinde garip bir gücüm var. Ne zaman karşılaşsak donup kalıyorlar. Kırmızı ışıkta geçmeye kalksam bile, saygıyla yol veriyorlar. Bu bilgi beni bambaşka biri haline getirdi. Doğaüstü güçleri olan bir kahraman olduğuma inanmaya başladım. Koca kamyonların, otobüslerin üzerine üzerine yürüyorum. Bir işaretimle duruyorlar. Ben de elimi kaldırıp kutsuyorum onları: ‘Barış seninle olsun, kardeşim.’

Buraya gelmeden uyarmışlardı, sokaklar tehlikeli olabilir diye. Hikaye! Sokaklar mis gibi. Gayet de emniyetli. Trafik açısından zaten bir sorun yok. Diğer suçlar ise belli saatlerde belli mahallelerde dolaşmazsanız kolayca bertaraf edilebiliyor. Tehlikeli olan sokaklar değil, başka şeyler.

Mesela kütüphaneleri hiç gözüm tutmadı. Cam gibi çilalanmış mermer zeminde yürümek maharet gerektiriyor. Bir de devasa çelik raflar var. Üstelik çarklarla işleyen bir mekanizma sayesinde kolayca ileri geri hareket ettirilebiliyorlar. Yani rafları kitap sayfaları gibi kapayıp açmak mümkün olabiliyor. Hiç hoş değil. Bunu keşfettiğim ilk andan beri şunun olmasını bekliyorum: Ben eğilmiş bir kitabı ararken, uykusuzluktan zombi haline gelmiş bir yüksek lisans öğrencisi dalgın dalgın rafları çevirmeye başlıyor. Sıranın sonundaki ışığa doğru koşuyorum. Fakat nafile. Raflar üzerime kapanıyor. Roman teorisi kitapları ile antolojiler arasında tost oluyorum. Soylu bir ölüm olduğu tartışılmaz. Ama istediğimin bu olduğundan emin değilim.

Bir başka tehlike de enerji sarfiyatıyla ilgili. Buraların insanları mütemadiyen bir hareket halinde. Hiç dur durak bilmiyorlar. Sabahları ortalık koşan atlayan zıplayan insanlardan geçilmiyor. Genç yaşlı kadın erkek herkes spor yapıyor. Ben onlara bakarken bile yoruluyorum.

Herkesin ağzında aynı laf var. Kime sorarsan ya Jim’e gidiyor ya da gitmiş geri dönüyor. Önce bu Jim’i şehrin ileri gelenlerinden biri zannetmiştim. Hani kasabaların bir bilge kişisi olur, herkes onu görmeye gider falan. Öyle bir şey sanmıştım. Sonra anladım ki, jimnastik salonundan bahsediyorlar. ‘Jim’ dedikleri oymuş meğer. Bu ‘Jim’lerden çok var burada. En güzel binaları hiç acımadan spor salonu yapmışlar. İçine bir takım aletler doldurmuşlar, toplu halde egzersiz yapıyorlar.

Diğer sporları bilemeyeceğim ama neden koştuklarını anlar gibiyim. Bu kentin sabahları çok soğuk oluyor. Her sabah puslu ve karanlık bir gökyüzüne uyanıyoruz. Öğleden sonra hava açıyor genellikle. Ama sabahlar çekilir nane değil. İnsanlar da koşuyorlar. Belli ki ısınmak için. Yapacak daha iyi bir şey yok tabii. Battaniyeme sarılıp çayımı yudumlarken, bunu niye daha önce düşünemedim diye hayıflanıyorum.

Ama hiç durmuyor olmaları beni tedirgin ediyor. Mesela okyanusun kıyısına kurulmuş bir kentte, insanların denize bakmak için bile durmaması çok garip. Körfezde pek bir yerleşim yok zaten. Asıl hayat kentin kara tarafında gerçekleşiyor. Deniz tarafında ise iyi kötü bir yol var. Ama oturmak ne mümkün! Deniz kenarına insan iki tane lokanta, bir çay bahçesi, hadi bilemedin en kötüsünden bir çardak falan kurmaz mı? Yok kardeşim. Varsa yoksa bir koşmak, paten kaymak, bisiklete binmek, sörf yapmak falan filan. Hep bir evecenlik, koşuşturma, bir heyecan bir telaş. Hiç bana göre değil. Azcık durmak istemez mi insan? Bir kahve bir çay içip soluklanmak istemez mi? Bir yere oturup düşüncelere dalmak istemez mi?

Burada boş boş oturup denize bakmak mümkün değil. Onun için ruhum dinlenmiyor. Ne yaparsam yapayım bir türlü sakinleşemiyorum. Günlerdir (galiba) Mahmut Şevket Esendal’ın aşağıdaki lafı dönüp duruyor kafamda:

“Türk insanı asla tembel değildir ama aceleciliği de sevmez – acelecilik şeytani, sabır rahmanidir. Türk, keyif dediği ve istemek ya da düşünmek zahmetine girmeden, bir bitki asudeliği içinde yarı uyur vaziyette geçirdiği dinlenme saatini asla feda etmez.”

Doğulu olduğumu, dahası Türk olduğumu, böyle anlıyorum. Keyfe de efkâra da, hiç bir şey yapmadan baygın baygın denize bakmaya da ihtiyacım var.

Yoksa alıştım buralara. Alışmak ne kelime, gören doğma büyüme buralı sanır.

Harikalar Diyarı



19 Eylül 2010

İki haftadır görüşemiyoruz. Kıta değiştirdim. Feleğim şaştı. Mazur görün. Yeni bir hayata başlamanın zorlukları bir yana, saat farkı da insanı çarpıyor. Yeniden yazabilecek hale gelene kadar biraz zaman geçmesi gerekti.

Bir yerde yabancı olmak çok acayip bir duygu. İnsanı özgürleştirdiği gibi sersemletiyor da. Ben mesela bir kaç numara aptallaştım buraya gelince. Bedenim kıvraklığını yitirdi neredeyse. Her adımdan önce düşünmem gerekiyor. Bir tutukluk geldi üzerime.

Aslında tam yabancılık da değil bu. Daha çok paralel evrenlerin birinden ötekine sıçramış gibiyim. Yabancılık çekmesine çekiyorum, ama garip bir aşinalık da var. Her şey ‘tamam’ olmaya bir kala duruvermiş sanki. Eşyalar, dükkanlar, nesneler hem uzak hem yakın. Hepsi yüzlerini hatırlayıp da isimlerini bir türlü çıkaramadığınız uzak akrabalara benziyor.

Bu bana çocukken düşünmekten hoşlandığım bir şeyi hatırlatıyor. Geceleri yatağa girdiğimde, kendimi oyalamak için bir takım hikayeler uydururdum. Bunlardan biri her şeyin ters olduğu bir dünyayla ilgiliydi. Aynalara duyduğum büyülenmeyle karışık hayranlıktan çıkmıştı bu fikir. Sonraları ‘Alice Harikalar Diyarında’ ve ‘Aynadan İçeri’yi okuyuduğumda, başka birinin de aynı şeyi hayal etmiş olması çok hoşuma gitmişti.

Aynanın önünde saatlerce zaman geçirir, yüzümü cama yaklaştırıp uzaklaştırarak öteki taraftaki hayatın nasıl bir şey olacağını hayal ederdim. Her seferinde yeni bir detay ekler, öyküyü geliştirir büyütürdüm. Öyle bir dünya olacaktı ki, her şey ters tarafa açılacak, bir yere girmek istediğiniz zaman oradan çıkmanız gerekecekti. Ya da saçlarınızı örmek istediğiniz zaman açmanız, uykunuzu almak için uzun saatler uyanık kalmanız, doymak için de mümkünse bir şey yememeniz gerekiyordu. (Bu sonuncusu özellikle hoşuma gidiyordu.)

İşte şimdi o aynanın içinden geçmiş gibiyim. Sonunda her şeyin ters olduğu bu dünyaya ayak bastım. Gündüzleri uyuyor, geceleri oturuyorum. Eşyalarla mekanlar da bir garip. Kapılar normal kapı gibi görünüyor mesela. Ama hiç de öyle değiller. Hepsi dışarı doğru açılıyor. Ne zaman bir dükkana, lokantaya, kafeye falan girsem önce kapıya güzel bir kafa atıyorum. Öyle ki, şu aralar alnımdaki yumrulardan yola çıkarak sosyal hayatıma dair bir fikir edinmek mümkün.

Pencerelerin lafını bile etmeyeceğim. Elbette yukarıdan aşağıya kayarak kapanıyorlar. ‘Tristram Shandy’deki talihsiz sünnet sahnesini hatırlayanlar, giyotin pencerelerin ne kadar tehlikeli olabileceğini bilir. Hiç güven olmaz. Asla dokunmuyorum.

Bir de çamaşır makinaları var. Onlardan deli gibi korkuyorum. Fazla büyük, fazla gürültülü, fazla biçimsizler. Evin bodrumunda kocaman ağızlarını tavana çevirmiş yemek bekleyen yaratıklar gibi duruyorlar. Çamaşırları tepeden koyuyorsunuz. Sonra bırakıyorsunuz bir oraya bir buraya dönsünler. Bununla da bitmiyor: musluklar ters tarafa açılıyor, ışığı yakmak için de kapatmak için de lambanın düğmesini hep aynı yöne doğru çevirmeniz gerekiyor, ocağı kısınca açmış oluyorsunuz, buzdolabının kapısı bile yanlış tarafa doğru açılıyor.

Bazen kaybolduğumu düşünüyorum. Eve dönmek için ne yöne gitmem gerektiğinden emin değilim. Zaten caddeler, binalar, arabalar, hatta porsiyonlar bile o kadar büyük ki, bir süredir kendimi küçücük hissediyorum. Bir fındık kabuğunda bile yaşayabilirim.

Evim de fındık kabuğu kadar bir şey zaten. Pencereden dışarıya bakıyorum. Dev kızıl çamların gölgesinde arka bahçede çıt çıkmıyor. Etraf alabildiğine sessiz. Ama bana öyle geliyor ki, bir iki dakika sonra çalıların arkasındaki şu delikten bembeyaz bir tavşan çıkacak ve telaşla sağına soluna baktıktan sonra söylenerek yokuş aşağı koşmaya başlayacak.

Burada her şey tersine ilerlediğine göre, ne yapmam gerektiğini biliyorum. Eve dönmek zamanı geldiğinde o tavşanı takip edeceğim.

Sunday, September 05, 2010

BÜYÜLÜ DAĞ


BirGün
29 Ağustos 2010

Thomas Mann’ın ‘Büyülü Dağ’ adlı romanı, genç mühendis Hans Castorp’un kuzeni Joachim’i ziyaret etmek amacıyla Alpler’deki bir sanatoryuma gitmeye karar vermesiyle açılır. Castorp eğitimini tamamlamış hayata atılmak üzeredir. Her şey başlamadan önce, sanatoryumda kuzeniyle biraz zaman geçirmeyi planlar. Ama işler hesapladığı gibi gitmez: Castorp yalnızca üç hafta kalmayı düşündüğü Berghof’ta tam yedi sene geçirir.

Sanatoryum tam bir karnaval yeri gibidir. Avrupa’nın her yanından tedavi olmak için gelen türlü türlü insanla dolup taşar. Thomas Mann, beni her seferinde yeniden şaşırtan becerisiyle, en küçüğünden en önemlisine kadar bütün karakterlerinin üzerinde bir minyatür ustasının sabrıyla çalışır. Diğerleri gibi, bu romanın kişilerini de nefes alıp veren gerçek insanlar haline getirir. Öyle ki, hikâye biraz ilerledikten sonra, Berghof sakinleriyle akraba gibi bir şey olursunuz. Aydınlanmacı ve 'laternacı' İtalyan Settembrini, hiçbir şeyi doğru telaffuz etmeyi başaramayan Frau Stoehr, bütün hastaların biraz çekindiği Doktor Behrens, ne zaman biri kapıyı çarparak içeri girse aklıma gelen Claudia Chauchat, naftalini andıran ismiyle müsemma yaşlı Cizvit Naphta ve diğer birçok karakteriyle ‘Büyülü Dağ’ unutulmaz bir romandır.

Ama ‘Büyülü Dağ’ı benim için eşsiz kılan şey, bu romanda aslında hiçbir şey olmamasıdır. Bütün bu karakterler bir araya gelip konuşur dururlar ama tamamen eylemsizdirler. Büyük bir değişimin öncesinde zamansız bir adacığa sığınmış bekliyor gibidirler. Romanın sonunda I. Dünya Savaşı patladığında, bu histe ne kadar haklı olduğumuzu anlarız. Büyük değişim kapıdadır.

Belki de bu nedenle, yalnızca ondokuzuncu yüzyıla özgü bir oluşum romanı değil, aynı zamanda bir fikir romanıdır ‘Büyülü Dağ’. Bu özelliğiyle yirminci yüzyıla aittir. Ana karakteri ise aslında Hans Castorp değil, ‘Zaman’dır.

Genç mühendis Hans Castorp, roman açıldıkça zaman üzerine gitgide dozu artan bir şekilde kafa yorarak felsefe yapar, ya da kuzeni Joachim'in biraz alaycı bir şekilde söylediği gibi, ‘tefekküre dalar.’ Romanın bir yerinde Castorp, yeni gidilen bir yere alışmanın ne kadar zor olduğu üzerine düşünürken şunları aklından geçirir:

“... Zaman hiç kesintiye uğramadan hep aynı şekilde akarsa, elimizden kaymaya başlar ve zaman duygumuz, yaşam duygumuzla öylesine bağlantılı ve iç içedir ki, bu duygulardan birinin zayıflaması demek, öbürünün de acı ve yıpratıcı bir deneyimden geçmesi demektir. Can sıkıntısının kaynağı ile ilgili bir yığın yanlış düşünce dolaşır ortalıkta... Cansıkıntısı denen şey, aslında, zamanın tekdüzeliğinin neden olduğu sağlıksız bir kısalmadır... Alışkanlık, zaman duygusu uykuya yatarsa ortaya çıkar ve insana gençlik yılları yavaş yavaş, daha sonraki yıllar ise gitgide hızlanarak akıp gidiyor gibi gelirse bu alışkanlık yüzündendir. Yeni alışkanlıklar edinmenin ya da eskilerini değiştirmenin altında yatan şey, yaşamı korumak, zaman duygumuzu yoğunlaştırmak, zaman deneyimimizi yavaşlatmak ve böylece yaşam duygumuzu yenilemek arzusudur.”

Kısa bir süre sonra uzun bir yolculuğa çıkıyorum. Hayatımda ilk kez ailemden, öğrencilerimden, arkadaşlarımdan bu kadar uzakta olacağım. Onları geride bırakacağımı düşündükçe hafif hafif dertleniyorum. Buradaki alışkanlıklarımı terketmek de çok zor geliyor. Evim birden gözüme pek güzel görünmeye başladı. Çamaşır makinasının bile kendine has bir cazibesi var sanki. Sonra herkes bana garip bir şekilde iyi davranıyor. Yemek ısmarlıyor, sırtımı sıvazlıyorlar. (Bu vedalaşma faslı biraz daha devam ederse, yakında öleceğimi falan düşüneceğim.) Her zaman gittiğim kahveler, lokantalar hepsini daha bir sever oldum. Aynı sokaklardan defalarca geçiyor, kaldırımlarda baygın baygın yatan kedilere bakıp bu manzarayı ne kadar özleyeceğimi düşünüyorum. Böyle olunca gitmek iyice ağır geliyor.

Ama bir yandan da Hans Castorp’un haklı olduğunu biliyorum. Gitmenin en müthiş tarafı alışkanlıkları geride bırakmakla ilgili. Çünkü zamanı onlar idare ediyor. Günler birbirinin aynı olduğunda, zaman hızla akıp gidiyor; bugünle yarın arasında bir fark kalmıyor.

Oysa değişikliklere ‘evet’ dediğimizde, zamanın akışını da bozmuş oluyoruz. Rutini kırmak, zamanı da kırmak anlamına geliyor. Tek bir günü bile çekiştirip büyüterek haftalara aylara yayabiliyoruz.

O zaman ben de Castorp gibi ‘Büyülü Dağ’a gidiyorum. Orada zamanı yavaşlatıp hayatı genişleteceğim. Sevinmeliyim.