Wednesday, March 30, 2016

Dikkatli Rıfat'ın Hayatı ve Hayalleri





Barış Bıçakçı’nın yeni kitabı Seyrek Yağmur, yazarın daha önceki işleri kadar büyük bir heyecanla karşılanmadı. Adı gibi “seyrek” bir şekilde oraya buraya serpilmiş düşünce kırıntılarından, anı parçacıklarından ve dağınık hayallerden oluşan bu sıra dışı anlatı, yazardan daha kuvvetli ve bütünlüklü bir roman bekleyen okuyucuları hayal kırıklığına uğratmış gibi görünüyor.

Barış Bıçakçı, kitapları özlemle beklenen ve okuyucuları tarafından aşkla sevilen bir yazar. O zaman, bu kitabın neden böyle mesafeli bir şekilde karşılandığı ve bunun haklı bir tepki olup olmadığı üzerine biraz düşünmek gerekiyor.

Seyrek Yağmur’un maruz kaldığı en önemli eleştirilerden biri, gündelik hayatın hiç durmayan tekdüze mırıltısı içinde derin anlamlar bulmayı başaran ve hikayelerini bunların üzerinden açan Barış Bıçakçı’nın, bu kitapta genellemelere, güncel siyasete göndermeler yapması ve hatta “aforizmalara” başvurmayı tercih etmiş olması. Kimileri roman içindeki göndermeleri yersiz bulurken, kimileri de romanın baş kişisi Rıfat’ın yalnız ve “kadınsız” bir adam olarak resmedilmesini bir “Issız Adam” anıştırması olarak görüp düpedüz sinirlenmiş. Barış Bıçakçı okuyucusu hakikaten böyle. Talepkar ve kaprisli bir aşık gibi. Çok kolay öfkelenip küsebiliyor.

Fakat herhalde Seyrek Yağmur’a yöneltilen en büyük eleştiri, bu kitabın sağlam bir örgüsünün olmadığını söyleyenlerden geliyor. Bu okuyucular, kitabın roman olamayacak kadar dağınık bir yapısının olduğunu ve birbiriyle alakası olmayan bölük pörçük parçalardan oluştuğunu iddia ediyorlar. Gerçekten de kitap ilk bakışta dağınık görünüyor. Hatta bazı bölümlerin kitabın başında olmak yerine sonunda yer alabileceği hissine kapılıyoruz. Ancak işin aslı öyle değil. Bana kalırsa, Barış Bıçakçı kitabın üst katmanını oluşturan bu dağınıklığı gayet planlı bir şekilde tasarlamış ve kitabın içeriğini aktarmak için en iyi yöntemi ararken sonunda bunda karar kılmış. Bu kararı verirken, romanının ana karakteri Rıfat’ın kişiliği kadar içinde yaşadığımız zamanın ruhunu da dikkate aldığını düşünüyorum.

Seyrek Yağmur’u okuyan biraz dikkatli ve sabırlı bir okuyucu, ilk bakışta birbiriyle ilişkisiz gibi görünen bütün bu parçacıkların kendi içinde bir izleği takip ettiğini fark edecektir. Hayatın savrukluğu ve acımasızlığı etrafında şekillenen bu izlek bizi kitabın hem siyasi hem de varoluşsal temaları ile buluşturuyor. Barış Bıçakçı, diğer romanlarında da rastladığımız bu izleği kurgularken, her zaman yaptığı gibi, sevdiği yazarlarla söyleşmeye devam ediyor. Flannery O’Connor’dan Coetzee ve Cortazar’a, Ahmet Hamdi’den İkinci Yeni’ye ve Oktay Rıfat’a birçok yazar ve şairle diyaloğunu sürdürüyor. Bunların bazıları ismi ve cismi ile karşımıza çıkıyor. Bazıları doğrudan bizimle konuşuyor (kitabın finalindeki harika mektuptan bahsetmemek için kendimi zor tutuyorum). Kimilerinin ise hayaletleri sayfaların arasında bir görünüp bir kayboluyor: Güzel bir günde uyumak arzusuyla dolanlar Fernando Pessoa ile, çamaşır deterjanı ve ütü kokan bir pazar öğleden sonrasında radyodan gelen futbol maçına kulak verenler Tezer Özlü ile, sinemanın önünde bekleşenler de Sait Faik ile buluşuveriyor.

Fakat bu yazarlardan biri var ki, bütün kitaba damgasını vurmuş: Seyrek Yağmur başından sonuna kadar Yannis Ritsos’un unutulmaz kitabı Dikkatli Ariostos ile konuşmayı sürdürüyor. Ondan ilham alıyor, onu yankılıyor. Şiirsel dili, gündelik hayata yayılan ağır hüznü anlatmaktaki becerisi ve özellikle de dünyanın acıları karşısında algısı bölünerek dağılmış kahramanı ile bu kitabı kendine bir yol haritası olarak almış sanki. Dolayısıyla, Bıçakçı’nın Rıfat’ı da, iyice keskinleşmiş farkındalığı ile Ritsos’un anlatıcısı gibi okuyucunun önünde kederli bir şaşkınlık içinde kalakalmış gibi görünüyor.

Bu şaşkınlık bize tanıdık geliyor. Barış Bıçakçı’nın daha önceki romanlarından biliyoruz onu: Hayatın öngörülemezliği karşısında duyduğumuz korkuyla karışık şaşkınlık bu. Dünyanın bize tamamen kayıtsız olduğunu hissettiğimiz anlarda sersemliyoruz. Her şeyin tamamen raslantısal olduğunu fark ediyoruz çünkü. Dünya irademize boyun eğmiyor. Varlığımız hiçbir gereklilik taşımıyor. Bu varoluşsal endişe Seyrek Yağmur’un önemli temalarından birini oluşturuyor. Yeğeni Ali ile yaptığı bir pinpon maçında, Rıfat onun topu kaybettiğinde nasıl afalladığını anlatıyor mesela:

“Top masanın kaplamasının kabardığı yerlere geldiğinde ya hiç zıplamıyor ya da beklenmedik yönlere doğru aşırı zıplıyor. Ali böyle zamanlarda bildiği her şeyi unutmuş gibi elinde raketiyle kalakalıyor.”

Hayatın pek de idare edemediğimiz bir maç olabileceği fikri romanın daha ilerideki bölümlerinden birinde yeniden karşımıza çıkıyor. Rıfat’ın huzurevindeki bunak babası her gün içindeki canavarı oyalamak için onunla pinpon maçı yaptığını söylüyor. “Bazen top kayboluyor, maç duruyor,” diyor oğluna. İşte o günlerde zihnini bulandıran canavar geri çekiliyor ve baba oğlunu yeniden tanıyabilir hale geliyor: “Top kaybolduğu zaman oğlumsun!”

Gerçek şu ki, arada bir durmuş gibi görünse de, aslında maç hep devam ediyor. Top durmadan dönüyor dönüyor. Vurduğu yerde iz bırakıyor üstelik, geçmeyen yaralar açıyor. Barış Bıçakçı bunun farkında. Onun için karakterini hiç bitmeyen bu maçın anlatıcısı haline getiriyor. Hayatın dinmeyen acıları üzerine düşünen biri yapıyor onu. Onunla beraber bizi de tabii. Sonuçta, üzerinde hiçbir kontrolümüz olmayan ve tamamıyla acımasız (en çok da ölmemize izin verdiği için acımasız) bir dünyayla karşı karşıya bırakıyor bizi.

Halbuki bu böyle olmasın istiyoruz. Acılar ve ölümler sona ersin istiyoruz. Mücadelemiz bu yönde. Rıfat’ın babasının kaldığı huzurevinde imza toplayan yaşlılardan birinin dediği gibi: “Kederin zorunlu olmaktan çıkarılıp seçmeli hale getirilmesini istiyoruz.”

İşte böyle anlarda, Barış Bıçakçı’nın varoluşla ilgili eski meselesine artık siyasi bir anlam da yüklediğini görüyoruz. Bunun için ona çıkışabilir miyiz? Şu anda Türkiye’de yazan herhangi biri ülkeye yayılan kedere ve umutsuzluğa kayıtsız kalabilir mi? Elini uzatıp sağaltmak istemez mi? En azından bunun ruhunda yarattığı parçalanmaya dair bir şey söylemek istemez mi? Barış Bıçakçı da bunu kendi yöntemiyle yapmış. Usul usul ve derinden. Bildik hamasi laflara başvurmadan, meseleyi basitleştirmeye kalkmadan ve dünyanın acısını varoluşun acısından ayırmaya teşebbüs etmeden.

Dikkatli Ariostos’u neden çok sevdiysem, Seyrek Yağmur’u da aynı sebeple alıp bağrıma basıyorum. Yağmur suyu gibi kuytularda biriktiği için, sesini hiç yükseltmediği ve tamamen şirazesinden çıkmış bir dünyayı pırıl pırıl bir su birikintisi gibi sakin ve telaşsız bir şekilde okuyucuya yansıttığı için.


En güzel direniş kalbi temiz tutmaktır.*






Kötülük meselesini konuşmaya hazır Dostoyevski ile başlamışken, bu hafta da bu konuda yine çok kafa yormuş bir başka yazarla, Iris Murdoch ile devam edelim isterim. Murdoch, hem uzun felsefi tartışmaların hakim olduğu kalabalık sahneleri kurgulamaktaki becerisi açısından hem de en küçük karakterine kadar karmaşık kişiler yaratması nedeniyle gerçekten de Dostoyevski’yi çok andırır. Ama aralarındaki yüzyıldan fazla farka rağmen bu iki yazarı kardeş kılan aslında aynı ahlaki meseleleri kendilerine dert etmeleridir. Bunun nedeni belki de her ikisinin de dünyanın büyük acılarına yakından şahit olmuş olmalarıdır.

1919 senesinde doğan Iris Murdoch, 2. Dünya Savaşı sırasında gencecik bir kadındır. Savaşın sonuna doğru UNRRA’da (Birleşmiş Milletler Yardım ve Rehabilitasyon İdaresi) çalıştığı dönemde, bu büyük felaketin insanlar üzerinde yarattığı duygusal aşınmayı çok yakından gözleme fırsatını bulur. Buna bir fırsat denebilirse tabii. Bir romancı için belli ki çok değerli bir tecrübedir. Ama bir insan olarak hiç şüphesiz orada tanık olduğu şeylerin hiçbirini görmemiş olmayı tercih edecektir. Murdoch’un bu zor yıllarda fark ettiği şey şudur: Acılar, insanları daha şefkatli ve duyarlı kılacağına onları kayıtsızlaştırmakta ve hatta kimi zaman zalimleştirmektedir. Uzun süren kötülüğe maruz kalmak, kişileri duygusal olarak yıpratmakta ve çoğu kez dayanışma yerine yalnızlaşma ve duyarsızlıkla sonuçlanmaktadır.

Bu durum, Murdoch’u savaş sonrası kötülüğün yayılışına dair düşünmeye sevk eder. Dostoyevski gibi o da, romanlarında dünya üzerindeki acının ve eziyetin insanı nasıl dönüştürdüğü ile ilgilenir. Murdoch’un dünyasında, en iyicil insanların bile istemeden de olsa başkalarını incittiklerine ya da güç ilişkileri içinde kendi benliklerini yitirip akıl almaz işler yaptıklarına sık sık rastlanır. Ama esas mesele bundan çok, maruz kaldığımız büyük kötülükler karşısında ne yapacağımızdır. Bu mesele bir ahlaki soru olarak hemen her zaman Murdoch karakterlerinin geçirdiği dönüşümün temelinde yer alır.

Iris Murdoch gibi bir felsefeci olan Simone Weil, bir makalesinde bu konuda şunları söyler:

“Bir insana zarar verildiği zaman, gerçek kötülük onun kanına girer: Sadece acı ve eziyet değil, kötülüğün kendisi de ruhuna işler. İnsanlar iyiliği birbirlerine aşılama gücüne sahip oldukları gibi, kötülüğü de başkalarına bulaştırabilirler. Kişi bir diğerini gereksiz yere överek ya da lükse boğarak da kötü yola sevk edebilir elbette. Ama çoğu kez insanlar birbirlerine zarar vererek kötülük bulaştırırlar.”

Murdoch, Simone Weil ile kötülüğün bulaşıcılığı konusunda hemfikirdir. Fakat ikisi de sonuçta benzer bir çıkış yolu sunarlar bize: Kötülüğün sona ermesi ancak ona maruz kalan kişilerin bunu başkalarına bulaştırmayı tercih etmemeleri ile mümkündür. Bu da kişinin zarar görmüş olmasına rağmen zarar vermeyi reddetmesi anlamına gelir.

Kötülüğe maruz kalıp ona direnmek ancak ermişlerin yapabileceği bir iş gibi görünebilir. Ama Murdoch bu konuda o kadar karamsar değildir. Aslında romanlarında kendini tekrar eden kötücül ve bencil karakterlere rağmen, kendisi kötümser bir yazar da sayılmaz. Daha çok iyiliğin her şeye rağmen nasıl hayat bulduğunu ve devam ettiğini anlatan bir yazar bile sayılabilir hatta.

Murdoch’a göre iyilik, iktidar ilişkilerinin dışında kalan şeydir. Çünkü iktidar tesis ettiği ilişkinin her iki tarafında da kötüyü yaratır. Gücü kullanan da güce tabi olan da bir şekilde kötülüğün bulaşıcı etkisine maruz kalacaktır. Zalim gibi mazlum da iktidarın hastalığından nasibini alacaktır. Güç gibi kötülük de sürekli elden ele dolaşacak ve kendisine yaklaşanları hasta edecektir. İyilik ise güçsüzlük demek değildir. Çünkü güçsüz olmak, yani kurban durumunda bulunmak, başka bir tür güce sahip olmak anlamına gelir. Bu ilişkinin iki tarafı, denge bozulduğu anda, hızla yer değiştirebilir. Oysa iyilik, iktidara gönül indirmemekten gelir. Murdoch’taki iyi kişilerin hemen hepsi, güç ilişkilerinin dışında kalmayı tercih edenlerdir. Zalim olmayı reddettikleri gibi, kurban olmanın insana sağladığı gizli imtiyazı da kabul etmezler. Kötülüğü bir başkasına bulaştırmayı ve bu yolla ruhlarını sağaltmaya çalışmayı istemezler. Bu kimi zaman kendilerine yapılan büyük bir fenalığı sineye çekmeyi gerektirse bile.

“Deniz, Deniz”deki James, “Oldukça Onurlu bir Yenilgi”deki Tallis, “Rahibeler ve Askerler”deki Anne, “Tek Boynuzlu At”taki Alice bunların sadece birkaçıdır. Aynı Dostoyevski romanlarında olduğu gibi, bu karakterlerden bazıları dünyanın gerçeğine vakıf kişilerdir bazıları ise tamamen sıradan insanlar. Çoğu “Suç ve Ceza”nın Sonya’sı gibi nasıl iyi olabileceği üzerine düşünmez bile. İyilik onların basit yaşantısının bir parçasıdır zaten. Kimileri ise, geçen hafta da sözünü ettiğimiz Zossima Dede gibi ermiş sayılacak kadar bilgedirler. O kadar bilgedirler ki, onların da düşünmeleri gerekmez.

Murdoch’un şaşmaz temalarından biri olan bu iyilik fikri, bazı romanlarda kişilerin varlığında vücuda gelirken, diğerlerinde hayatın karmaşık ve çoğu kez karanlık akışını bölen birer aydınlanma anı olarak karşımıza çıkar. Karakterler geçirdikleri dönüşümün etkisiyle kısa bir süre için bile olsa dünyayı bambaşka bir şekilde görür ve kendilerini ilk defa daha büyük bir bütünün parçası olarak algılarlar. “Kızıl ve Yeşil”de Barney Drumm’un kendi ruhsal kurtuluşuna dair düşünceleri, “Melekler Zamanı”nda dünyayı aydınlatan kutsal ışık ve “Hoş ve İyi”de ölüm anında kendini sonsuz bir sevgi içinde bulma hali bunun örnekleridir. Bunların hepsi bize, Dostoyevski’nin Budala’sını ve Prens Mişkin’in epilepsi krizi geçirdiği anlarda varoluşun gerçeğini tümüyle hissettiği o büyük kavrayışını hatırlatır.

İyilik konusundaki mistik düşünceleri bir yana, Murdoch’un kötülüğün bulaşıcılığı üzerine görüşleri önemlidir. İyiliği bütün iktidar ilişkilerinden bağımsız bir durum olarak tarif ederek ona ayrıcalıklı bir konum ve hatta bir tür dokunulmazlık sağlar. Romanlarının kuvveti de bence buradan gelir.

*Bir duvar yazısından.

Hayır Sonya, bu o değil!


“Hayır Sonya, bu o değil!”

Dostoyevski’nin olgunluk döneminin ilk büyük eseri sayılan Suç ve Ceza, bundan tam 150 sene önce yazıldı. 1866’da Russkiy Vestnik adlı dergide 12 tefrika halinde yayımlandığı günden beri, hem sıra dışı hikayesi hem de bu hikayeyi aktarmaktaki akıl almaz derinliği açısından eşsiz bir kitap olarak roman tarihinin unutulmaz örnekleri arasında yer aldı.


Suç ve Ceza, benim gözümde her şeyden önce bir kötülük anlatısıdır. Kötülüğün doğasını anlamaya çalışan, suçun ve günahın ne anlama geldiğini kavramak isteyen bir romandır. Dostoyevski bu romanda, kötülüğün aslında genellikle varsaydığımız gibi iyiliğin tersi olmadığını söyler. Kötülük ona göre çok daha karmaşık bir şeydir.

Kötülük, her bir şeyin başka her şeyle bağlantılı olduğunu, dünyanın büyük bir okyanus gibi su damlacıklarından oluştuğunu ve bu okyanusun aslında tek bir şarkı ile hareket ettiğini anlayamamaktan gelir. İnsan denen varlık, kendini evrenin bu büyük gerçeğinden bağımsız kılmak istediği için esas olarak kötüdür. İnsanın laneti budur. Kendini başkalarından – ya da daha büyük bir ölçekte -- evrenin geri kalanından ayırmak. Dostoyevski buna inanır. Sadece Suç ve Ceza’da değil, diğer romanlarında da böyle bir kibirden ve onun beraberinde getirdiği kötülükten söz edecektir.

Bu açıdan bakıldığında, Suç ve Ceza’nın kahramanı Raskolnikov’un kendi varlığına ayrıcalıklı bir yer atfeden, Yeraltı Adamı’ndan, Stavrogin’den ya da Ivan Karamasov’dan pek farkı yoktur. O da umutsuzca kendini başkalarından ayırmak ve bir birey olarak eşsiz kılmak ister. Böylece varlığının temelini kendi elleriyle kurabilecek ve hayatına anlam verebilecektir. Amaçsızca oradan oraya sürüklenen, önlerine konana razı olan, kendilerine buyrulanı yerine getiren kalabalıklardan uzak durmak istemesinin nedeni tam olarak budur. Ona göre, şan şöhret, iktidar insanın önündedir aslında. Bütün mesele elini uzatıp almaya cesaret etmektedir. Bunun için kan dökmek gerekse bile.

Romanın sonuna doğru, onu içine düştüğü karanlıktan kurtarmak isteyen Sonya’ya işlediği korkunç cinayeti itiraf ederken şunları söyler:

“O zaman şunu anladım, Sonya: iktidar, ancak eğilip onu almak cesaretini gösterenlere verilir. Bir tek şey söz konusuydu burada: cesaret! Böylece, hiç kimsenin, hiçbir zaman düşünmediği bir şey geldi aklıma! Evet, hiç kimsenin! [...] Ben... işte bu cesareti göstermek istedim ve... öldürdüm... Ben yalnızca cesaret göstermek istedim, Sonya, hepsi bu!"

Raskolnikov işlediği cinayeti Sonya’ya anlatmaya çalışırken bir türlü doğru sözleri bulamaz. Sebebinin tefeci kadını soymak olduğunu söyler önce, ama sonra “Hayır Sonya, bu o değil!” diye haykırır. Katil olmasının nedeninin varlığını başkalarından ayırma arzusu olduğunu kabul eder böylece. Bu cinayetle birlikte kimsenin cesaret edemeyeceği işe el uzatmış ve sürüden ayrılmış olacaktır. Bunu ne para ne de itibar için yapar aslında. Sadece “dev karınca yığınının bir parçası” olmadığını kanıtlamak ister. “Ahlâki, vicdani herhangi bir nedene dayanmaksızın, yalnızca kendim için öldürmek istedim!” der üstüne basa basa. Maddi olanaklara ya da iktidara kavuşmak ve böylece insanlığa yardım etmek değildir amacı. Ailesine daha iyi bir gelecek sağlamak için de işlememiştir bu cinayeti. Öğrenmek istediği tek bir şey vardır: “Ben de herkes gibi bir bit miydim, yoksa bir insan mı?”

Romanın sonunda, Raskolnikov eyleminde kendi varlığını anlamlı kılamadığını anlamıştır. Tarihin akışını değiştiren büyük adamlardan biri, mesela bir Napolyon değildir o. Bu muktedirlerin vicdanları ve tereddütleri yoktur. O sayede ileri gidebilmişlerdir zaten. Kan dökerek ve döktükleri kanın açtığı yolda yürüyerek ilerlemişlerdir. Raskolnikov onlardan biri değildir.

“Her şeyin içine tükürmekte, aldırmazlıkta en ileri gidenler, yasa koyucu olurlar. Herkesten daha gözüpek olan, herkesten daha haklıdır! Bugüne kadar böyle gelmiş bu, bundan sonra da böyle gidecek! Bu gerçeği ayırt edemeyenler, kördür!”

Yine de esas mesele, Dostoyevski’nin kahramanının bu eylemin altından kalkabilecek kadar güçlü olmaması, hayranlıkla bahsettiği o büyük adamlardan biri olmadığını fark etmesi değildir. Raskolnikov bu cinayeti işlerken çok önemli bir gerçeği göz ardı etmiştir. İnsanın kaderi başkalarınınki ile sıkı sıkıya bağlıdır. Birinin felaketi sonunda gelip öbürünü bulacaktır. Öldürdüğü tefeci kadın “bir bit, sıradan bir parazit” değil, kanlı canlı bir insandır. Onun da hayalleri, hırsları ve belki ümitleri vardır. Raskolnikov, işlediği cinayetle kendinden bir parçayı da öldürmüştür aslında. Sonya’nın “İtiraf edin, belki Tanrı size yeniden can verir” demesi de bundandır. Çünkü Raskolnikov romanın sonunda yürüyen bir ölü haline gelmiştir artık.

Bu sahneyle birlikte, Dostoyevski kara sularında kötülüğün tanımı şaşmaz bir kesinlikle yapılmış olur. Ona göre, herkes her şeyden sorumludur. Kötülük, bunun göz ardı edildiği her yerde kendini gösterir. Başkalarına dair sorumluluğumuzu reddettiğimiz, kendimizi onların acılarından ayırdığımız anda ortaya çıkar.

Dostoyevski bilir ki, dünyanın acıları sonsuzdur. İnsanın kibri ve acımasızlığı da öyle. Ama yine de kötülüğe teslim olmamıza gönlü razı olmaz. Onun için romanlarında iyiliğin varlığını hep bildirir bize. Kimi zaman Suç ve Ceza’nın Sonya’sı gibi çelimsiz bir sokak kızının küçük şefkatli yüzünde, kimi zamansa bir Rus ermişi olan Zosima Dede’nin erdemli varlığında. Ama her zaman ve mutlaka insanın kalbini başkalarının acılarına açtığı yerde.

Bizi ne kadar karanlık sularda dolaştırırsa dolaştırsın, Dostoyevski okurken bunu hiç unutmamak gerekir.