Sunday, December 26, 2010

Albertine’in Öpücüğü


BirGün
26 Aralık 2010

Herkesin birbirinden mümkün olduğu kadar uzak durduğu ve yakınlıkların zor tesis edildiği bu memlekete geldiğimden beri, kafamı meşgul eden sorulardan biri de şu: İki kişinin arasındaki ideal mesafe nedir?

Bu konudaki duygularım hep çok karışık olmuştur. Birine çok yakınlaşınca, bir süre sonra koşarak olay yerinden uzaklaşmaktan başka hiç bir şey düşünemez olurum. Uzaklaşınca da tam tersi olur: hep birlikte olalım, sabahlara kadar hiç durmadan konuşalım isterim. Garip bir şey işte. İzah etmesi zor.

Yakınlıktan korkmanın anlaşılabilir bir tarafı vardır aslında. Bu sadece birinin yakınlığında kendi alanınızı kaybetmekle ilgili değildir. Mahremiyeti korumaktan başka kaygıları da olabilir insanın. Birine çok yakından baktığınızda, ona dair esas şeyi kaçırabilirsiniz mesela. Hatlar bulanıklaşır, detaylar kaybolur, insan yüzü anlamsız girinti ve çıkıntılara dönüşür. Uzun uzun keyifle seyrettiğiniz güzel bir yüz, iyice yaklaştığınızda koca bir burundan ya da şakaklardaki mavi damarlardan ibaret kalabilir. Bu kadar yakından baktığınızda, onu neden bu kadar sevdiğinizi hatırlamakta zorlanabilirsiniz.

Bunu düşününce, ‘Guermantes Tarafı’nda Proust’un anlatmaya doyamadığı şu meşhur öpücük sahnesi geldi aklıma. Esas adamımız Marcel, Albertine’i beklemiş, arzulamıştır. Onu öpeceği anın hayaliyle uzun uzun oyalanmıştır. Sonunda, genç kız bizimkini odasında ziyaret ettiğinde, yatakta karşılıklı otururlar. Böylece hep beraber bu gecikmiş öpücüğü beklemeye başlarız. Oysa Marcel, Albertine’i öpmek için ona doğru yaklaştığında, tanıdığı ve hayranlıkla seyrettiği o güzel yüzün yerine, kendisini bambaşka bir coğrafyanın beklediğini farkeder: “… boynu, yakından bakıldığında, sanki bir büyüteç altındaymış gibi gözenekli bir dokuyu ortaya koyuyor, bu da yüzünün bütün karakterini değiştiriyordu.”

Marcel Albertine’e yaklaştıkça, biz de onunla birlikte sabırsızlanırız. Ama öpücük gelmek bilmez bir türlü. Onun yerine, bir miktar mizahla birlikte düşkırıklığı metne sızmaya başlar: “… dudaklarımın yanağına yaklaştığı o kısacık anda, önümde on ayrı Albertine duruyordu; bu haliyle bir kaç başı olan bir tanrıçayı andırıyordu ve ne zaman bu kafalardan birine doğru hamle etsem, bir diğeri ile yer değiştiriyordu.”

Bundan sonra da, tahmin edeceğiniz gibi, işler pek iyi gitmez. Aslına bakarsanız, bu öpücük hikayesi tam bir felakete dönüşür. Burunlar çarpışır, dudaklar yerini bulamaz, ortalık karışır. İnsan yüzü öpüşmek için düzenlenmemiş diye isyan eder Marcel. Burun delikleri, gözler, dudaklar hep yanlış yerlere konmuştur. Sonuçta, o kadar hasretle beklenen bu öpücük tam bir fiyaskoyla sonuçlanır.

Yakınlık mutluluk getirmemiş, tam tersine uzaklaşma isteği ile neticelenmiştir. Marcel, varlığından o kadar mutluluk duyduğu Albertine’den bir an evvel kurtulmak ister. Neredeyse daha öpüşme faslı bitmemişken, ne zaman gidecek bu kız, diye düşünmeye başlamıştır bile.

“Albertine’in Öpücüğü,” çoğu okuyucunun kabul edeceği gibi, idealize edilmiş bir aşkın gerçekleşmeye yüz tuttuğu andaki çaresizliğini anlatır. Hepimiz için tanıdık bir sahnedir bu aslında. Lisede uğruna şiirler yazdığımız oğlan, sinemada elimizi tutmak yerine mısır patlaklarını avuçlayıp ağzına tıkmayı tercih etmiştir. Üniversitede bir sene kantinde göz göze geldiğimiz çocuk sonunda ağzını açtığında, Kant’ı bir tür çay, Mahler’i bir Alman futbolcusu, Bosch’u da bir buzdolabı markası zannettiği ortaya çıkmıştır. Bu liste böyle uzayıp gider. Birisini bütün zaaflarına rağmen sevebileceğimiz vakit gelene kadar, hepimiz kimi romantik ve erotik düşlerle oyalanırız.

Ama hepsi bu değildir bence. Proust, bu bölümü yazarak biraz da mesafe tayini yapar aslında. Yakınlık her zaman pek hoş bir şey olmayabilir, der gibidir sanki. Nedir o ideal uzaklık o zaman? Kendimizi en iyi hissedeceğimiz yer? Karşımızdakini en güzel haliyle görebileceğimiz mesafe? Bir kol boyu mu? Yan oda mı? Karşı sokak mı? Komşu şehir mi?

Hangisi olursa olsun, insanın kolayca aşabileceği bir mesafe olsun derim ben. Uzanıp da dokunabileceği bir uzaklık olsun. Çünkü fazlaca yakınlıktan daha fena tek şey vardır hayatta. O da kimsenin ulaşamayacağı kadar uzakta olmak.

Bazı küçük koyu renk cevizler vardır hani? Çetin ceviz. Ağacın tepesinde öyle tekbaşına dururlar. İçten içe kurtlanıp çürürler sonra. Bir gün hafif bir rüzgar indirir onları. Toprağa onlar gibi düşmek istemezsiniz. Kapalı ve sessiz.

Sunday, November 28, 2010

KAYIP MEKTUP 2


BirGün
28 Kasım 2010

Böyle şeyler neden hep benim başıma gelir bilmiyorum. Tanıkları olmasa bunu yazmaya cesaret edemezdim herhalde. O kadar acayip bir hikaye ki, uydurduğumu düşüneceğinizden korkardım. Ama bazen gerçeğin kendisi kurgudan daha inanılmaz olabiliyor.

Geçen haftakinin üzerine, size bir kayıp mektup hikayesi daha anlatacağım şimdi.

Ekim başında babama bir mektup yazdım. Memleketten ayrılırken, “Bir kamera alırsan görüntülü konuşuruz,” dediğimde, “İnterneti boşver. Yazarsın. Mektupların suyu mu çıktı?” diye cevap vermişti. Babamın teknolojiyle başı pek hoş değildir. Ben de buraya gelir gelmez oturup yazdım ona. Yazarken de biraz duygusallaştım galiba. Ben yola çıkmadan kısa bir süre önce hastalanmıştı. Aklım ondaydı. Bu kadar uzakta olmak da koyuyordu bana. Onun için biraz uzunca bir mektup oldu bu.

Babama çocukluğumdan beri hiç yazmamıştım. Ben çocukken uzun seyahatlere çıkardı. Ben de annemin yazdığı mektupların içine konmak üzere ufak tefek bir şeyler yazardım ona. Günlük haberler, okulda olup bitenler, sonunda da istek ve dilekler falan filan. Sonraları büyüyüp de evden ayrılınca, çok iyi bir mektup arkadaşı olan annemle yazışmayı tercih ettim. Babam için de mektubun altına bir mesaj iliştirirdim her zaman. Ama aslında muhatabım annemdi. Bunu hepimiz bilirdik. Babam kibarca geride durur, şikayet etmezdi.

Bu seferki ona yazdığım ilk gerçek mektuptu aslında. Kaybolabileceği hiç aklıma gelmemişti.

Kaybolmak ne kelime, buharlaşıp uçmuş anlaşılan. Anlattığına göre, bayramdan sonra eve döndüğünde ilk iş postaya bakmış babam. Üzerinde Amerikan pulu ve damgasından başka bir işaret olmayan bembeyaz bir zarf bulmuş orada. Merak edip içini açınca da, bomboş iki sayfa ile karşılaşmış. Yüzyılın muamması. Anlayabilene aşk olsun!

Olaya sakin bir şekilde yaklaşmayı başarabilirsek (ki başaramadık), aslında mektubun adresine ulaştığını söyleyebiliriz. En azından fiziksel olarak. Ama posta kutusunda beklerken üzerindeki yazı nasıl olduysa silinmiş. Gerçi eve ulaşan kağıtlardan hala mektup diye söz edilebilir mi, orası şüpheli.

Babam da sanırım bu son noktayı mesele ediyordu. Yukarıdaki açıklamadan hiç hoşlanmadı. Telefonda ‘Nasıl mürekkeple yazdın sen bunu?’ diye çıkıştı bana. ‘Senin hediye ettiğin dolmakalemle yazdım,’ diye atladım ben de. Senelerdir talimliyim. Altta kalacak değilim. Ayrıca birbirimize çok benzeriz. Hayalkırıklığına uğrayınca huysuzlaşırız ikimiz de.

Bizim ailede polisiye meraklısı çoktur. Herkesin bir fikri vardı tabii. Biri, Miss Marple edasıyla mektubu derhal yakın bir incelemeye almamızı önerirken, bütün Sherlock Holmes’ları satır satır hatmetmiş olan bir diğeri, limon suyu metodunu hatırlatarak, mektubu mum alevine tutmanın iyi bir fikir olabileceğini söyledi.

Bense böyle zamanlarda genellikle olduğu gibi melankolikleştim biraz. Aynısı olmayacağını bile bile, “Üzülme, yine yazarım sana,” dedim babama. Geçen hafta sözünü ettiğim öğrencimin de kulaklarını çınlattım bunu derken. Ben çağırmıştım bu mektup hadisesini belli ki. Yerine ulaşmayan mektuplardan bahis açarak davetiye çıkarmıştım.

Belki de kimi mektupların yerine ulaşmaması gerekiyordur diye düşündüm sonra. Babalara yazılmış diğer mektuplar geldi aklıma; Kafka’nınki mesela, ya da Oğuz Atay’ın ‘Korkuyu Beklerken’deki öyküleri arasından çıkan o mektup…

Kafka da, Atay da bu mektuplarda babalarıyla hesaplaşırlar. Aynısını yaptığımdan değil. Ama benimki de duygusallıktan kaybediyordu belki. Onun için dünyanın ağır koşullarına (yağmur, kötü mürekkep, aşırı geri dönüşüme maruz kalmış ucuz Amerikan kağıdı) dayanamamış ve kendi kendini imha etmişti.

Onun için babama, ona dair hissettiklerim değil olsa olsa bunların izi gitti. Lacan’ın çok hoşuna giderdi, eminim. Derrida ise tek kelimeyle bayılırdı buna.

Halbuki benim derdim babamı mutlu etmekti.

Sunday, November 21, 2010

KAYIP MEKTUP


BirGün
21 Kasım 2010

Geçenlerde çok güzel bir mektup aldım. Sahibi gibi biraz hüzünlü bir mektuptu bu. Sevdiğim bir öğrencimden geliyordu. Bir mektup yazmaya başladığını ama yarım bıraktığını söylüyordu. Bitmemiş haliyle yollamak içine sinmemiş olacak ki, mektubunu bir türlü gönderememişti. Ama elindeki taslağı atmaya da kıyamamış ve saklamıştı. Fakat o kadar uzun süre bekletmişti ki, sonunda mektup kaybolmuştu. ‘Aynısını yeniden yazmam mümkün değil,’ diyordu bana yolladığı mektupta, ‘ama belki de böylesi daha iyi oldu, çünkü onu hiç bir zaman bitiremeyecektim zaten.’

Bu kısacık hikaye, aynı anda birçok soruyu açıyor: Bir metin hiç ‘tamam’ olabilir mi? Eğer tamamlanıyorsa hangi noktada eksik olmaktan çıkar? Yazılıp bitirildiği zaman mı? Gönderildiği zaman mı? Ya da muhatabına ulaşıp okunduğu zaman mı?

Peki ya gönderilmemiş mektupları hangi kategoriye koyacağız? Natamam metinler mi onlar? Yoksa söylenmemiş sözler mi?

Öğrencimin hikayesindeki gönderilmemiş mektubun sonunda ortadan kaybolması, çok tanıdık bir başka metni ve onun aynı derecede meşhur bir okumasını hatırlattı bana. Edgar Allan Poe’nun polisiye öykülerinden biri olan ‘Çalınmış Mektup’ üzerine verdiği seminerin sonunda Lacan gönderilmemiş mektuplara dair şunları söyler:

“Yollanmamış mektubun ilginç yanı saklanıyor olmasıdır. Mektubun yazılması da yollanması da o kadar önemli değildir (kimi zaman bazı müsvetteler hazırlar ve sonra bunları atarız), ama göndermeye niyetli olmadığımız bir mektubu saklamak dikkate değer bir davranıştır. Mektubu saklayarak, onu bir anlamda ‘yollamış’ oluruz aslında. Düşüncemizden vazgeçmemiş, onu değersiz addederek bir kenara bırakmamışızdır (bir mektubu yırtıp attığımızda yaptığımız budur); tam tersine, saklayarak ona duyduğumuz inancı pekiştirmiş sayılırız. Aslında söylediğimiz şudur: düşüncemiz gerçek muhatabının bakışlarına teslim edilmek için fazla değerlidir, çünkü o belki de bunun kıymetini anlamayacaktır; öyleyse biz de mektubu onu anlayışla ve takdirle okuyacağından emin olduğumuz birine, yani gerçek muhatabının fantazi dünyasındaki karşılığına yollamayı tercih ediyoruzdur.”

Gönderilmemiş mektupları söylenmemiş sözlerden ayıran şey tam da bu olsa gerek. Söylenmemiş sözlerden dem vurduğumuzda, olsa olsa Freud’un alanında duruyoruzdur. Bastırılmış ve kopuk kopuk imgeler zihnimizin karanlık ve labirentimsi kıvrımlarına sıkışmış, bilince çıkacakları anı beklemektedir. Oysa bilinçaltını belli kurallar dahilinde yazılmış bir metin olarak hayal etmeye başladığımız anda, artık Lacan’ın dünyasına adım atmışız demektir.

Gönderilmemiş mektuba elbette söylenmemiş sözler gibi muamele edemeyiz. Çünkü mektubu yazdığımız andan itibaren, onu söylenmemişler arasından çekip çıkarıyor ve söylenmiş kılıyoruz. Alıcısına ulaşıp ulaşmaması önemli değil. Daha büyük bir muhataba ulaşıyor bu mektup. Dile gelmiş bütün fikirlerin, söylenmiş tüm sözlerin gittiği yere gidiyor.

Üstelik Lacan’a kulak verecek olursak, kayıp falan da değildir bu mektup. Başından beri gözümüzün önündedir aslında. Poe’nun öyküsünde olduğu gibi, masanın üzerinde, yani en görünür yerde ‘gizlenmiştir.’ Öykünün detektifi Dupin’in tek yaptığı onu görmektir.

Lacan’ın gönderilmemiş mektuplara dair söyledikleri, elbette öğrencimin hikayesini bütünüyle açıklamıyor. Onun mektubunu bambaşka hislerle geciktirdiğini biliyorum. Mektubunun muhatabının (yani benim) yazdığı metin için yeterince iyi olup olmadığımı düşünmekten ziyade, kendi metnine şüpheyle baktığını ve onun için bir türlü tamamlayamadığını anlıyorum.

Öğrencime buradan da sevgilerimi yollamayı kendime bir borç bilirim. Mektubu kaybettim diye hiç üzülmesin. Lacan’la Poe’ya birer selam çakarak şunu hatırlatmak isterim ona: Bir türlü tamamlayıp gönderemediği mektubunun hikayesini yazarak kaybettiğini sandığı metni bana yolladığının farkında mı acaba?

Bütün gönderilmemiş mektuplar gibi onunki de yerine ulaştı. Endişeye mahal yok.

İş ki, ben bu güzel metne layık olayım.

Wednesday, November 17, 2010

Velev ki yürüdük...



BirGün
14 Kasım 2010

Bu hafta bir değişiklik yapıp kitaplardan söz etmeyeceğim. Edebiyat yazısı bekleyen okurlardan özür dilerim. Beni bir hafta idare etsinler.

Geçenlerde Boğaziçi’nde yaşananlar beni çok üzdü. Bilmeyenler için söyleyelim, 5 Kasım cuma günü Başbakan Erdoğan bir açılış törenine katılmak üzere Boğaziçi Üniversitesi'ne geldi. Gelir gelmez de öğrencilerin hükümetin eğitim politikasını eleştiren pankartlarıyla karşılaştı. Buraya kadar her şey normal. Ama bundan sonrası tamamen kontrolden çıkıyor ve Başbakanın ziyareti 100 kadar öğrenciye 500 polisin müdahale etmesiyle sonuçlanıyor. YÖK'ün kuruluşunun yıldönümüne yakın bir tarihe rastgeldiği için protestolar her zamankinden daha da hararetli geçmiş olabilir. Ama ne olursa olsun böyle bir tahammülsüzlüğü anlamakta zorluk çekiyorum.

Ayrıca böyle bir tarihe denk gelmeseydi bile, Başbakan’ın üniversitelerde protesto edilmesine şaşıracak mıyız? YÖK konusundaki politikası göz önüne alındığında, hiç sanmıyorum. Erdoğan 2002 seçimlerinden önce yayınladığı parti programında “YÖK' e çözüm getireceğiz” diyordu. O zamanlar Erdoğan’ın şunu kastettiğini sanmıştım: İhtilalin alameti farikalarından biri olan ve öğrenciliğimden bu yana akademinin canına ot tıkayan bu kurum sonunda ortadan kaldırılacak ve yerini daha demokratik bir işleyişe bırakacaktı. Oysa hepimizin malumu, olaylar böyle gelişmedi. AKP hükümeti, YÖK’le ve onun temsil ettiği zihniyetle hesaplaşmak yerine, bu kurumu ele geçirip kendi bildiğince kullanmayı tercih etti. Başbakan’ın başından beri çözümden anladığı bu olabilirdi tabii. Orasını çok iyi bilemiyorum.

Aslında öğrencilerin de gayet iyi farkında olduğu şey şu ki, hükümet YÖK’e sahip çıkıyor. Uzun vadede, üniversiteleri özerk kılacak bir yapılanmaya gitmek yerine, daha da merkezi hale getirecek şekilde bir düzenleme öngörüyor. AKP bu konuda taviz verecek gibi görünmüyor. Çünkü YÖK’ün ellerinin altında olması yüksek eğitimle ilgili bütün meselelere 1-0 galip başlamalarını sağlıyor. İşte bu garip kurumu dokunulmaz kılan da bu. Öyle ki, o muhalefetli anayasa referandumunda birçok başka şey tartışmaya açılırken YÖK masaya bile getirilmiyor.

O zaman öğrencilerin, hükümetin YÖK'le ilgili 'çözümünü' yeterli bulmamasına şaşmamak lazım. Onlar başka birçok üniversitede olduğu gibi, Boğaziçi'nde de başbakana bu konudaki sözünü hatırlatmak için meydana çıktılar. Aslına bakarsanız, bunu yaparak Erdoğan'a lafını etmekten hiç bıkmadığı demokratlığını göstermesi için bir şans daha verdiler. Fakat Başbakan bu fırsatı iyi kullanamadı. Öğrencilerin eleştirisi ile yüzleşip okuldan barışçıl bir şekilde geçip gitmek varken, meydana kolluk kuvvetleriyle girmeyi tercih etti ve kendisini onaylamayan her düşünceyi kaba güçle sindireceğinin işaretini verdi.

Başbakan Erdoğan ve beraberindeki bakanlar o gün Boğaziçi Üniversitesi’ni dışarıdan getirilmiş çeşitli resmi ve sivil emniyet güçleri tarafından adeta 'teslim' almak yerine, Güney Meydan’ı öğrencilerin pankartları arasından yürüyüp geçselerdi, hatta daha da iyisi, onların attıkları sloganlara kulak verselerdi, belki bu ülkede bir değişiklik yaratabileceklerinin işaretini vermiş olurlardı.

Eğer üniversitenin sokak ve meydanları öğrencilere ve öğretim üyelerine yasaklanıyorsa, hükümete olan eleştirilerini pankart ve sloganlarla dile getirmek isteyen öğrenciler tartaklanıp ablukaya alınıyor ve üzerlerine biber gazı sıkılıyorsa, o zaman benim üniversite öğrencisi olduğum ihtilal yıllarından bu yana pek bir şey değişmemiş demektir.

Oysa her fırsatta değişimden söz ediyor Erdoğan. İfade özgürlüğünden ve demokratik haklardan dem vuruyor. O zaman onun lisanıyla söyleyelim: Velev ki eğitim politikasından memnun değiliz! Velev ki yürüdük!

Üstümüze emniyet güçlerini salacaksa, o zaman bu söylediklerine dair bir kez daha düşünmek isteyebilir. Başbakan, bunların lafını etmeden önce, siyasi tahammülün demokrasinin gereği olduğunu hatırlamalı.

Sunday, November 07, 2010

Meursault'nun Bilinci


BirGün
7 Kasım 2010

Camus’nün ‘Yabancı’sında hiç unutamadığım sahnelerden biri, Meursault’nun hapishanedeki hücresinde zaman geçirebilmek için evindeki eşyaların zihinsel bir listesini çıkarmaya çalıştığı bölümdür. Romanın bütün yoğunluğu bu küçücük detayda saklıymış gibi gelir bana hep.

Meursault, Cezayir’de bir cinayet işlemiş ve tutuklanmıştır. Buraya kadar sıradan bir hikaye gibidir aslında. Ama romanın baş kişisinin, kendisini ölüme götürecek bu süreci insanın kanını donduran bir kayıtsızlıkla izlemesi işin rengini değiştirir. Çarklar döner, Meursault’nun hayatına son verecek olan mekanizma kusursuz bir şekilde işler. Oysa o, “her şey benim dışımda gerçekleşiyor,” diye düşünür, “söyleyecek hiç bir şeyim yok.”

Meursault’nun kayıtsızlığının altında yatan şey teslimiyet değildir. Buradaki varlığımızın doğasıyla ilgilidir daha çok. Ölümlü olduğumuzu farkettiğimiz noktada, bunun bilgisi ile sarsılırız. Ama en az bunun kadar önemli bir şeyi daha farkederiz: biz öldüğümüzde dünya sona ermeyecektir. Onun için Meursault’ya göre, yaşamak için gösterdiğimiz onca çaba gereksizdir. Ne zaman öldüğümüz de mühim değildir. Çünkü bu ölümlü olduğumuz gerçeğini değiştirmeyecektir. Üstelik, hangi yaşta ölürsek ölelim, birileri bizden sonra hayata devam etmek küstahlığını gösterecektir: “kadınlar ve erkekler yine yaşayacak ve bu böyle senelerce hiç sona ermeden devam edecek”tir.

Bu durum varlığımıza anlam verebilmeyi zorlaştırır. Oysa biz varlığımıza sahip çıkmak, onu kendimizin kılmak isteriz. Yaşadığımız hayatın, bizim olduğu kadar bir başkasının da hayatı olabileceğini düşünmek istemeyiz. Bunu düşündüğümüz andan itibaren ‘eşsiz’ olmaktan çıkarız çünkü. Yeri doldurulabilir biri haline geliriz.

Meursault da bunun farkındadır bence. Anonim olmak korkutur onu. Onun için, içten içe hayatını başkalarınınkinden ayıran şeyi bulmak ister. Bir birey olarak kendini kalabalıktan ayırmak, dünyaya baktığında bulamadığı anlamı kendi eliyle kendine vermek ister. Bunu başaramadığı ölçüde de yabancılaşır.

İşte belki tam da bu nedenle, işlediği cinayet yüzünden hapse atılmadan önce yaşadığı o mütevazı odadaki her bir detayı hatırlamaya çalışır Meursault. Sanki hepsini hatırlayabilirse, dünya onun olacak, hayatı üzerinde yeniden bir hak iddia edebilir hale gelecektir. Oysa bütün bu ayrıntıları hatırlamaya çalışırken şunu farkeder: insan dışarıda tek bir gün geçirse bile, hapishanede onu yüz yıl boyunca oyalayacak kadar hatıra biriktirebilir.

Bu ilk anda iyi bir şey gibi görünebilir. Ama değildir aslında. Ağır bir bilgidir bu. Bilincin dünya karşısındaki güçsüzlüğü karşısında ürpeririz. Bizi başkalarından ayıracak tek şey odur çünkü. Bir şeyi bizim baktığımız noktadan sadece biz görebilir, o açıyı sonra bir tek biz hatırlayabiliriz. Böyle bakıldığında, her kişi eşsizdir. Ama bir kişinin bilinci dünyanın çeşitliliğine karşı nedir ki? Bütün bir hayatı bir yana bırakın, yalnızca bir günü bile tüm detaylarıyla hatırlayacak kadar güçlü değildir.

Meursault yenilir. Hiç bir zaman evindeki eşyaların tümünü hatırlayamaz. Dünyanın envanterini çıkaramaz, anıların ve nesnelerin kataloğunu tutamaz. Çünkü her zaman daha fazlası vardır. Her nesne bir başkasını hatırlatır, her anı bir diğerine bağlanır. Bu böyle sonsuza kadar gider. Tek bir günün çetelesini tutmak bile olanaksız bir iş haline gelir.

O zaman belki de hayatlarımız bir Cronenberg filmidir. Hepimiz elimizde birer bavulla usul usul bir şeyler mırıldanarak hayatın kenarında dolaşıyoruzdur. ‘Örümcek’in şizofren karakteri Mr Cleg gibi, bütün derdimiz bir günün detaylarını birleştirip anlamlı bir hikaye oluşturabilmekten ibarettir. Herkes notlar tutar, ipuçlarını biriktirir, kendi ağını örmeye çalışır. Bilincin sınırlarını zorladığımız can yakıcı bir yolculuktur bu.

Oysa ne yaparsak yapalım dışarıdaki dünyayı kendimizin kılmak mümkün olmayacaktır. Biz ne kadar sonluysak, dünya da bir o kadar sınırsızdır. Onu tüketmek mümkündür belki – ama bu şeref bize verilmemiştir.

Öyleyse, Meursault’nun da gayet iyi anladığı gibi, mesele ölüm değildir aslında. Hayatın ta kendisidir.

Sunday, October 31, 2010

Mark Twain'in Son Numarası



BirGün
31 Ekim 2010

Berkeley Üniversitesi şu aralar bir edebiyat olayı nedeniyle heyecanlı günler yaşıyor. Senenin başında üniversitenin Mark Twain Projesi ekibi, yazarın şu ana kadar bekletilen otobiyografisini kütüphaneden çıkarıp yayına hazırlayacağını duyurmuştu. 5000 sayfalık bir metni bir süredir elden geçiren bu ekibin çalışması sayesinde, kitabın ilk bölümü üniversitenin yayınevinden 15 Kasım’da çıkacak.

Öyle görünüyor ki, keskin zekası ve muzipliğiyle ünlü Amerikalı yazar, ölümünden tam yüz yıl sonra edebiyat sahnesinde bir kez daha boy gösterip okuyucularıyla selamlaşacak. Hayranları ellerini kavuşturmuş heyecanla bekliyorlar. Konuyla ilgili kimileri de ellerini oğuşturuyor tabii. Bu kitap iyi satacak gibi görünüyor. Haberlere göre, daha şimdiden internetin en büyük kitap satış sitesi olan Amazon’un listesinde birinci sıraya oturmuş. Yazarın uzmanları bunun senenin edebiyat olayı olduğunu söylüyorlar.

Mark Twain’in son numarasının biraz gecikmeli de olsa mükemmel işlediğini kabul etmek zorundayız.

Gecikmeye gelince, bu da numaranın bir parçası aslında: Yazar ömrünün son altı senesinde stenograflara dikte ettirerek yazdığı yaşam öyküsünün ölümünden bir asır sonra yayınlanmasını istemiş. Varisleri elyazmalarını Berkeley’e bağışlayınca, üniversite de 1910 senesinde ölen yazarın vasiyetini yerine getirmiş. Rivayet şu ki, Mark Twain ne kadar sivridilli ve lafı gediğine oturtan biri olsa da, söylediklerinin başkalarını incittiğini görmeye dayanamayacak kadar yufka yürekliymiş. Biyografisinin ölümünün üzerinden seneler geçtikten sonra yayınlanmasını istemesi de bundanmış.

Kitabı yayına hazırlayanlar, otobiyografinin önümüzdeki ay basılacak ilk cildinin özellikle yazarın Hristiyanlığa dair düşüncelerini yansıttığını söylüyorlar. Bu da metnin bu kadar gecikmeli bir şekilde basılmasını açıklayan nedenlerden biri olabilir. Mark Twain’in din konusundaki tutumunun gayet muhalefetli olduğu bir sır sayılmaz. Bu meseleye dair fikirlerinin öyle kolay yenilir yutulur şeyler olmadığını, göreceği tepkilerden çekindiği için yine ölümünden sonra basılan ‘Yeryüzünden Mektuplar’ adlı kitabından biliyoruz.*

“İncil’de canımı sıkan şey anlamadığım kısımlar değil, anladığım kısımlar,” diyen Mark Twain’in tam olarak neyi kastettiğini, ‘Yeryüzünden Mektuplar’ı okuduğumuz zaman daha iyi anlarız. Twain, Hristiyanlığın öğretilerine pek ikna olmuş gibi görünmez. Kitaba adını veren hikaye, işlediği kabahat sonucunda cennetten kovulup dünyaya atılan insanoğlunun macerasını izleyen Şeytan’ın başmelekler Gabriel ve Michael’e bu konudaki gözlemlerini aktardığı onbir mektuptan oluşur. Bu mektupların her birinde, Tanrı ile insanın ilişkisine mizah yüklü bir perspektiften bakar Mark Twain. Yalnızca insan değildir hedefi. Evet, insanoğlu açgözlü fırsatçı ve nankördür belki, ama Tanrı da pek mükemmel sayılmaz. Kendisi kullarını zalimce cezalandırırken, onlara biri tokat atarsa öbür yanaklarını dönmelerini söylemektedir. Benim kitabımda buna çifte standart derler, diye anlatır Şeytan.

‘Yeryüzünden Mektuplar’ın en güzel öykülerinden biri de, cennetten kovuluş hikayesinin Adem, Havva ve Şeytan tarafından tutulan günlüklerde ayrı ayrı anlatıldığı bölümdür. Bu üçünün arasında en eğlencelisi, etrafında olup bitene anlam vermekte zorlanan safça bir karakter olarak çizilen Adem’dir. Havva için şöyle yazar: “SALI — Şimdi de bir yılanla görüşmeye başladı. Diğer hayvanlar derin bir nefes aldılar. Artık onlarla bir takım deneyler yapıp canlarını sıkmıyor. Ben de memnunum doğrusu. Çünkü bu yılan konuşuyor. Böylece biraz dinlenebiliyorum.”

Yakında basılacak olan yaşam öyküsünün de ‘Yeryüzünden Mektuplar’dan pek bir farkı olduğunu sanmıyorum. Mark Twain eminim bu kitapta da, fırsatını bulduğu her yerde bağnazlıkla, mantıksızlıkla ve kendini gereğinden fazla ciddiye alan her ideolojiyle hiç acımadan dalga geçecektir.

Kendisinden bir çocukluk anısını anlatmasını isteyen gazeteciye şunları söyleyen birinden söz ediyoruz: “Ne anlatayım ki kendim hakkında? Var olduğumdan bile emin değilim. Benim bir ikiz kardeşim vardı. O kadar birbirimize benzerdik ki, boynumuza taktıkları birer kurdela ile birimizi diğerimizden güç bela ayırabilirlerdi. Bir sabah yıkanırken kurdelalarımızı çıkardık. Birimiz boğuldu. Hangimizin boğulduğu hiç bir zaman anlaşılamadı.”

Bu adamın yaşam öyküsü okunmaz mı?

* Meraklısı için: Bu kitabın bir kısmı Akşit Göktürk’ün güzel Türkçesiyle Yapı Kredi Yayınları’ndan “Adem’le Havva’nın Güncesi ve Seçme Öyküler” adı altında yayınlanmıştır.

Sunday, October 24, 2010

İtalyan Prova



BirGün
24 Ekim Pazar

Bir tiyatrocu arkadaşım beni provaya çağırmıştı. Bildiğim sevdiğim bir oyundu ama hiç sahnede görmemiştim. Önce oyunun tadını kaçırmamak için gitmek istemedim ama sonra merakıma yenildim ve izlemeye karar verdim. Ben girdiğimde salon karanlıktı. Sıralar arasında sessizce süzüldüm ve arka koltuklardan birine yerleşip heyecanla olacakları beklemeye başladım.

Biraz sonra oyun başladı. Ama bir gariplik vardı. Her şey inanılmaz bir hızla ilerliyor, bütün replikler makinalı tüfek gibi art arda diziliyor, oyuncular sahnede bir oraya bir buraya koşturup duruyordu. Yönetmen arada bir müdahale ediyor, oyun bir süre duruyor, sonra yine aynı akılalmaz hızla ilerliyordu. Hayretler içinde başından sonuna kadar seyrettim. Çıkışta biraz şaşkın biraz da hayalkırıklığı içinde ‘Bu da neydi allahaşkına?’ diye sordum. Arkadaşım gülümsedi. ‘İtalyan provaydı, canım’ dedi.

Tiyatroda ‘İtalyan geçiş’ de denen provayla böylece tanışmış oldum. Esas olarak oyun sergilenmeden kısa bir süre önce yapılan kostümlü provaya benziyordu. Bunda da oyun baştan sona akıyor, hatalar ve eksikler düzeltiliyor, hatta kostüm ya da dekora dair ufak tefek değişiklikler yapılıyordu. Bir tür genel provaydı aslında. Tek bir farkla: bütün replikler iki misli hızla söyleniyor ve normal koşullar altında diyelim ki dört saat sürecek bir prova iki saatte tamamlanıp bitiyordu. İtalyan geçiş denmesi de bundandı zaten. Mizah duygusu olan biri, bu provaya hızlı konuşulan bir dil olan İtalyanca’dan esinlenerek bu ismi uygun görmüştü anlaşılan. Bunun çok yerinde bir tespit olduğunu söyledim arkadaşıma. Çünkü o hızla söylendiğinde bütün replikler kulağa İtalyanca gibi geliyordu. Oyundan pek bir şey anlamamıştım.

Şimdi de bundan pek farklı bir durumda değilim aslında. Bu yeni hayatta her şey çarçabuk olup bitiyor. Ben yetişene kadar insanlar söyleyeceklerini söylüyor, perde kapanıyor, oyun sona eriyor.

Mesela restoranları ele alalım. Gidip oturuyorsunuz, tepenize bıcır bıcır konuşan ve söylediklerinin yarısı anlaşılmayan bir kızcağız dikiliyor. Diyelim ki salata ısmarlayacaksınız. Bir salata ne kadar karmaşık olabilir ki? Öyle değil işte. Kız nefes almadan saymaya başlıyor: etli mi, tavuklu mu, yoksa vejetaryen mi? Peki ya nasıl sos koymalı: hardalla bal mı, zeytinyağı ve sirke mi, mayonezli mi, sarmısak olsun mu olmasın mı, üzerine kruton koyalım mı? Bu noktada artık boş boş bakmaya başlıyorum. Bir yandan açlıktan zil çalan midemin sesini bastıracak bir şeyler araştırırken, öte yandan da ekmekleri kuruttukları için mi onlara ‘kuru-ton’ dediklerini düşünürken buluyorum kendimi.

Bu terane ısmarladığınız her şeyle tekrarlanıyor. Hamburgerinizin yanına salata mı patates mi? Et yemeğini ekşi kremayla mı yok efendim peynirle mi alırsınız? Hiç bir şey hazır ve sunulabilir halde değil. Her aşamada özgür iradenizi kullanarak seçmeniz ve bunu hızlı bir şekilde muhatabınıza bildirmeniz bekleniyor. Yemeğinizi ısmarlamayı başardıysanız, başka bir sıkıntı başlıyor. Tabağınızdaki yemek bitmeden (herhalde bu konuda çok katı bir kural var ki, şu ana kadar bunu ihlal edene rastlamadım) getirip hesabı burnunuza dayıyorlar. Biraz yavaş yerseniz, yine olmuyor. Bu sefer yanınıza gelip ‘Bitirdiniz mi?’ diye soruyorlar. “Evet, ama tabağımdaki yemek artıklarını seyretmekten hoşlanıyorum,” demek geliyor içimden.

Ama en çok zoruma giden ne biliyor musunuz? Sabahları kahve almak. Zaten bin çeşit kahve var. Bir de nasıl içtiğiniz söz konusu olunca, işler iyice karışıyor. Herkes için değil tabii. Önümdeki sarışın bir an bile tereddüt etmeden saydırıyor: “Kafeinsiz, yağlı süt (süt için yer bırakalım), (ah hayır, soya olmasın) karamel sosu ve krema ekleyin, büyük boy bardağa koyalım ve evet kağıt bardak çünkü yanımda götüreceğim.”

Ağzım açık bakakalıyorum. Ben marketten şampuan alırken bile üç saat düşünen biriyim. Kahve için sunulan seçenekleri bir araya getirince – hesapladım – tam 64 değişik kombinasyon çıkıyor ortaya. Bütün bu kararları toplam yirmi saniyede nasıl verebilirim?

Kabuslara özgü bir yavaşlıkta tezgâha yaklaşıyorum ve “Kahve, lütfen” diyorum kısık bir sesle. Herkes bana bakıyor. Arkamdan sabırsız sesler geliyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum.

Burada bütün şehir İtalyan provada. Bense ezberimi yapmamışım. Suçluyum.

Sunday, October 17, 2010

Ötekinin Yüzü


BirGün
17 Ekim 2010

Litvanya asıllı Fransız düşünür Emmanuel Levinas, felsefeye etiğin önceliğini ilan ederek başladığı için benim gözümde önemli bir adamdır.

İlk bakışta biraz yadırgatıcı görünebilir ama Levinas bize ahlâkın varlıktan önce geldiğini söyler. Yani felsefenin en önemli meselesi olan ‘Neden varım?’ sorusunu bekletir ve onun yerine şununla başlar: ‘Burada olmaya hakkım var mı?’ İlginç bir sorudur bu. Hele felsefeye başlamak için. Çünkü Batı felsefesi tarihi, ‘Ego’nun kendine dair düşünmesinin tarihidir aslında. Levinas ise ‘Ego’dan değil de, onun karşısında duran şeyden, ‘ben’den değil de ‘başkası’ndan başlarsak hayat nasıl bir şey olurdu, düşünce nasıl şekillenirdi, işte bunu sorar.

Levinas’a saygı duyarım. Yalnızca bu hamleyi yaptığı için değil. Bize sosyologların ya da siyasetçilerin anladığından çok daha başka bir “öteki” kavramı sunduğu için de. Onun için ‘öteki’ bir grup insana verilen bir isim değildir. Levinas’ın ötekisi bir kişidir. Bir birey de değildir bu, çünkü siyasi değildir. Bir insandır. Ama benim gibi de değildir. Benden başka olandır. Bana benzemeyen ve bu başkalığıyla beni kendim dışında kalan her şeye dair düşünmeye çağırandır. Yani ‘Ego’yu sınırlarını aşmaya zorlayandır. Felsefe de buradan başlamaz mı zaten?

1961 yılında yayımladığı ve en önemli yapıtlarından biri olan ‘Bütünlük ile Sonsuzluk’ta, Levinas’ın etikten bahsederken gündelik ahlak anlayışından söz etmediğini anlarız. Onun için etik, ‘öteki’ ile girilen yüz yüze ilişkide saklıdır. Bize önce şunu hatırlatır: ‘öteki’ bir başka ‘ben’ değildir. Bunu ancak ‘öteki’ ile yüz yüze geldiğimde anlayabilirim. ‘Öteki’ yüzünü bana sunduğunda, benden farklılığını açık eder. Benden ilk talebi ona zarar vermememdir. Bütün çıplaklığı ile bana şunu buyurur: ‘Beni öldürme!’ Bu yüzün ifadesi aynı zamanda hem direncin ve hem de savunmasızlığın izlerini taşır. Onun içindir ki, Levinas ‘ötekinin yüzü’ derken “bir dul, bir yetim, bir yabancı”dan bahsettiğini hatırlatır bize.

O zaman ‘öteki’nin benden başkalığını belirleyen, yani onu ‘Öteki’ yapan yüzüdür aslında. Adalet de ancak bu yüzün varlığında mümkündür, çünkü onu görmediğim sürece insan olarak sorumluluklarımın da farkında olamam.

Peki, ya ‘öteki’nin sorumluluğu diyecek olursanız, Levinas’a göre, bu beni ilgilendirmez. Benim yüzümün çıplaklığı karşısında hissettiği şey onun meselesidir. Yani ona duyduğum sorumluluk, onun benden sorumlu olup olmamasından bağımsız olarak vardır ve önceliklidir. Levinas bu noktada Dostoyevski’yi alıntılar: “Hepimiz her şeyden sorumluyuz ve herkese karşı suçluyuz. Ama ben herkesten daha fazla böyleyim.”

Geçenlerde, Fransız Anayasa Mahkemesi’nin yüzü örten giysilerin kamuya açık yerlerde yasaklanmasını öngören yasayı onayladığını okudum. Haberde küçültücü bir çok detay vardı tabii. Mesela, yasayı hemen devreye sokmayacakları ve bunu sindiremeyenlere özel ‘vatandaşlık dersleri’ verecekleri yazıyordu. Bu sürede kadınların "yüzleri örtülü olmayan bir hayat olasılığını değerlendirmesi" düşünülüyormuş. Halkı ikna etmek için de ''kamuoyunu bilinçlendirme'' kampanyası düzenlenecekmiş.

Tasarının yasalaşma aşamasında sunulan gerekçeleri okuyunca hiç şaşırmadım. Fransa’daki yaşam biçimine ve cinsiyet eşitliği ilkesine uymadığı gerekçesine ek olarak güvenlik meselesi de konu ediliyordu. Yasaya karşı çıkan kampta ise, ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla mücadele eden dernekler var. Onlar da, bu ülkede yaşayan 2 bin civarında peçeli çarşaf giyen kadının haklarının iade edilmesi talebiyle gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gideceklerini söylüyorlar.

Her iki taraf için de söylenecek çok şey var. Ama bunları siyasetbilimcilere bırakacağım. Ben Levinas’a geri dönmek istiyorum. Ona göre dünyadaki bütün zalimlikler ötekinin yüzünü görememekten kaynaklanır.

Graham Greene’in çok sevdiğim romanı ‘Güç ve Zafer’den Zizek’in sıkça alıntıladığı şu meşhur pasajı hatırlayalım: “Bir adamın ya da kadının yüzünü gözünüzün önüne getirdiğinizde, merhamet hissiniz hemen canlanır – bu özellik Tanrı’nın sureti olmasından gelir. Gözlerinin kenarlarındaki çizgileri gördüğünüzde, ağzının şekline dikkat ettiğinizde, saçların nasıl uzamış olduğunu farkettiğinizde, ondan nefret etmek artık mümkün değildir. Nefret hayalgücünün yetmediği yerde başlar.”

Bunları okuyunca bu ilişkiyi olanaksız kılanın kim olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Yüzlerini kapatıp ‘ötekilik’lerini gizleyen peçeli kadınlar mı, yoksa onları bir ‘kalabalık’ olarak algılayan ve kendilerine benzetmeye çalışan Fransızlar mı?

Peçeli kadın yüzünü vermiyor, onu gizlemekte direniyor. Peki ya o peçe açılsa, Fransa ‘öteki’nin yüzünü görmeye hazır mı?

Herkesin hayalgücü bol olsun.

Sunday, October 10, 2010

Unutmak


Hafızam hiç bir zaman çok parlak olmamıştır. Eskiden buna üzülürdüm. Sonra anladım ki, unutkanlık o kadar da kötü bir şey değil. Öyle ki, buna bir hediye gözüyle bile bakabiliriz aslında. Gündelik hayatı kimi zaman içinden çıkılmaz hale getirse bile, şanslı bir durum olarak görebiliriz.

Unutkanlığımın derecesini bilen ve bunu dehşetle karşılayan bir arkadaşım vardı. Bir keresinde saklayamadığı bir gururla şöyle demişti: “Ben hiç bir şeyi unutmam, ama hiç bir şeyi.” Ona bunun aslında sevinilecek bir şey olmadığını söyleyememiştim. Benim gözümde onunki kadar kuvvetli bir hafızası olan biri düpedüz lânetli sayılırdı.

“Geçmişin gücüne benim kadar duyarlı biri daha yoktur. Mutlu ya da acı her hatıra gelip kalbime bir bıçak gibi saplanır, hep aynı hisleri uyandırır. Böyle saçma biriyim ben işte: Hiç bir şeyi unutmam – ama hiç bir şeyi!”

Lermontov ‘Zamanımızın Bir Kahramanı’nda Peçorin’e bunları söyletirken, aynı lânetten söz eder. Şunu der gibidir: hatırlamak belâlı bir şeydir.

Yüzbaşı Peçorin de öyledir. Belâlı yani. Lermontov’un karakteri roman aleminin en zor kişilerinden biridir. Kuşkucu ve inançsızdır bir defa. Kadınları birbiri ardına baştan çıkarırken, kendisi asla teslim olmaz. Çünkü ne mutluluğa ne de geleceğe dair bir inancı vardır. Kendisinin ya da başkalarının duygularının gerçekliğine ikna olmaya en çok yaklaştığı anlarda bile, dünyaya bakışı değişmez: hayat sıkıcı, varoluş anlamsız, ölüm kaçınılmazdır. O zaman herhangi bir şeyin peşinden koşmanın ne anlamı vardır? Peçorin, başka şeyler gibi, bunu da unutmaz.

Sonu benzemesin, benim arkadaş da Peçorin’den izler taşıyordu. Kimseye güvenmezdi. Galiba kendisine bile. Çok zekiydi. İnsanları bazen onların kendilerini anladıklarından daha iyi kavrar, en karmaşık durumları bütün inceliklerine kadar görürdü. İkimizin de şahit olduğu bir sahneyi bir de onun ağzından dinlemeye bayılırdım. Farkına bile varmadığım bir sürü ayrıntıyı çıkarıp gösterirdi. Ve tabii hiç bir şeyi unutmazdı. Her olayı en küçük detayına kadar zihnine kaydeder, yeri gelip de hatırlanması gerektiğinde upuzun bir konuşmayı eksiksiz bir şekilde tekrar edebilirdi.

Uzun bir arkadaşlıktı bizimki. Fakat zamanla uzaklaştık, görüşmez olduk. Neden, diye düşündüm geçenlerde. Eskiden bu kadar keyif aldığım bir arkadaşlık, bana neden aynı tadı vermiyor artık? Oysa hiç bir şey değişmedi, dedim kendi kendime. Sonra farkettim ki, sorun da bu zaten. Değişen hiç bir şey yok. Hep aynı şeyleri konuşuyoruz. Aynı hikayeleri tekrar edip duruyoruz. Çünkü o hiç bir şeyi unutmuyor, geride bırakmıyor. Kalp kırıklıkları, sevecenlikler, hatalar ve güzellikler, hepsi onun zihninde yaşandıkları ilk andaki kadar canlı bir şekilde duruyor. Oysa bu şekilde mumlanıp saklandığı zaman, yaşantılar tecrübeye dönüşmüyor. Hayat ilerlemiyor. Aksine, bütün kapıların aynı odaya açıldığı bir döngü haline geliyor.

Ünlü roman kuramcısı Franco Moretti, her zamanki muzipliğiyle, Peçorin’in durumunu andıran bu tıkanmaya ‘kronolojik kısa devre’ adını verir. Üstesinden gelinemeyen tecrübenin zamanda bir tür katlanma yarattığını ima eder bununla. Bu karakterler için hayatın kendisi bir travma gibidir sanki. Öyle bir tekrarlama, ileri gidememe hali içindedirler.

Yine de asıl ilginç olan, Moretti’nin hafızayı değil de unutkanlığı öğrenmenin esası olarak görmesidir. İlk anda çelişik görünse de doğrudur bu. İleri gitmek, yani bir andan diğerine geçmek için, zamanı tarihsel bir süreç olarak algılamak gerekir. Unutmayan biri içinse zaman ‘tarih’ haline gelmez, bir noktada durur. Böyle birinin tecrübesi asla ‘geçmiş’in bir parçası olmaz, sonsuz bir ‘şimdi’de sıkışıp kalır.

Korkutucu olan da budur aslında. Çünkü tecrübenin kendisi ne kadar iyi olursa olsun, yeniden ve yeniden yaşandığı zaman bir felâket haline gelebilir.

Öyleyse, deneyimden bir şey öğrenmenin yolu onu önce tutup sonra bırakmaktır. Hem de çok bekletmeden. Eğer geçmişin izlerinin üzerinde dönüp durmak istemiyorsanız tabii.

Sunday, October 03, 2010

Bir 'edebi' karakter olarak Kezban K.


BirGün
3 Ekim 2010

‘Madam Bovary’i ilk kez okuduğumda romanın tümünü görememiştim. Karakteri de tam olarak anlayabildiğimi sanmıyorum. Emma Bovary sahte ve bayat görünmüştü gözüme. Bütün o çırpınışlarında, hezeyanlarında beni rahatsız eden bir şey vardı. Üstelik bütün derdi sınıf atlamak değil miydi bu kadının?

Hakikaten de Emma genellikle hayalperest, hafifmeşrep ve ihtiraslı bir kadın olarak okunur. Kitabı ilk kez okuyanlar, bedeli ne olursa olsun yükselmek isteyen taşralı bir kız görürler. Ne var ki, ‘Madam Bovary’ yalnızca bir sınıf hikayesi değildir. Kitabın üzerinde öyle yazıyor olsa da, sadece bir taşra hikayesi de değildir. Emma Bovary’nin hikayesi, bundan çok daha fazlasıdır.

Mesela benim için Emma’yı bir karakter olarak anlaşılır kılan şey edebiyatla olan ilişkisidir. Flaubert, her zamanki hinliğiyle, onu romanlarla beslenen bir roman kahramanı olarak tasarlamıştır. Emma hayatı edebiyat üzerinden anlar ve yaşar. ‘Edebilik’ ya da ‘kitabilik’ diye tanımlayabileceğimiz bu durum, onu Don Kişot’la, Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı’yla, hatta ‘Tutunamayanlar’ın Selim’iyle bile kardeş kılar. Çünkü onlar gibi Emma da gerçeklikle bağını edebiyat üzerinden kurar. Bu bağ hepsinde elbette farklı bir noktadan kurulur. Ancak yine de şunu söyleyebiliriz: Don Kişot için şövalye hikayeleri neyse, Emma için de aşk romanları odur. İkisi de hayatlarını hikayeler üzerinden yaşarlar.

Onun için Emma da en az Don Kişot kadar gerçeklikten kopuktur. Biri yeldeğirmenlerine savaş açarken, öbürü elinden düşürmediği aşk romanlarının şekerli romantizmine bulanmış bir dünyada yaşar. Emma için hiç bir şey sıradan değildir. Olamaz da zaten. Onun dünyasındaki her şey büyülüdür. Her şey olağanüstü, mükemmel ve eşsizdir. Onun içindir ki, gayet renksiz ve sıradan bir adam olan kocası Charles’dan bir kahraman yaratmaya çalışır. Onun içindir ki, düpedüz zampara olan Rodolphe’u asil ruhlu bir erkek olarak görür. Onun içindir ki, yavan ve bencil bir genç adam olan Leon’u sadık bir aşık olarak düşünmek ister.

Hanefi Avcı’nın tutuklanmasından sonra, gönül yoldaşı – ya da kendi deyimiyle ‘fikirdaşı’ – olan Kezban Küçük’le NTV’de yapılan söyleşiyi izledim. Söyleşiyi yürüten Mirgün Cabas’ın, artık nezaketinden mi yoksa şaşkınlığından mı, bir türlü kesmeyi başaramadığı uzun bir konuşmaydı bu. ‘Bir edebiyat öğretmeni’ olan Kezban Küçük, büyük bir samimiyetle Hanefi Avcı’nın ne kadar ‘olağanüstü’ bir adam olduğunu, onu ne kadar büyük bir aşkla sevdiğini ve çok yakında nasıl mütevazı ama mutlu bir hayata başlayacaklarını anlattı bize. Bunda hayranlık duyulacak bir şey var tabii. İnsanın kendini bu kadar saf ve inançlı bir şekilde ortaya koymasından etkilenmemek mümkün değil.

Yine de Kezban Küçük’ü seyrederken, elimde olmadan Madam Bovary’i hatırladım.

Düşündüm de, anlattıkları ne kadar inanılması güç olsa da, Kezban Küçük’e sahte demeye kimsenin dili varmıyor. Çünkü hep beraber hissediyoruz ki, onun yaşadığı biçimiyle olanlar sahte falan değil. Basbayağı gerçek. Tıpkı hayatı kitaplara uydurmaya çalışan Emma’nın aşkları gibi. O da Emma gibi ‘gerçekçi’ olmayan beklentilerine rağmen son derece sahici. Söylediklerine kesinlikle inanıyor. Herkesin gerçekten ‘olağanüstü,’ ‘muhteşem’ ve ‘harika’ olduğunu düşünüyor. Onun dünyasında başka türlüsü mümkün değil çünkü. Üstelik bunları söylerken sağda solda yazıldığı gibi rahat falan değil. Gayet kırılgan görüyor. Hepimiz biliyoruz ki, bütün bunları anlattıktan sonra gerçekten de zarar görebilir. Hiç bir şey olmasa, medyanın elinde hırpalanabilir. Bu da hikayeyi iyice üzücü hale getiriyor.

“Emma hayalkırıklığına uğrar.” ‘Madam Bovary’ üzerine yazılmış bütün eleştirilerde bu cümleye raslarız. Emma’nın hayalleri yıkılır. Çünkü hayat aşk romanlarına benzemez. Gerçek hayat çirkin ve bayağıdır. Romanlardaki yüce duygular, soylu aşklar, kahramanlıklar yine romanlarda kalır.

NTV’ye verdiği beyanattan sonra, Kezban Küçük’e dair yazılıp çizilenleri okumak bile istemiyorum. Bunu içim kaldırmayacak. Hiç şüphem yok ki, onun aslında kendini hep yakın hissettiği ‘milliyetçi muhafazakar’ kanat başta olmak üzere, bir çokları onu kınayacak, edepli olmaya çağıracak, hatta düpedüz lanetleyecek.

Kezban Küçük de kendi dünyasını bir tarafa bırakıp dışarıdaki hayatın çirkinlikleriyle yüzleşmek zorunda kalacak.

Monday, September 27, 2010

Denize Bakmak


BirGün
26 Eylül 2010

Bir hafta içinde müthiş ilerleme kaydettim. Gurbette olmak mevzusuna hakimim artık. Alışmak ne kelime, gören doğma büyüme buralı sanır. Bir defa ürkekliğim kalmadı hiç. Sokakta bir yürüyüşüm var, sanki bütün yollar benim.

Mesela arabalardan hiç korkum kalmadı. Farkettim ki, onların üzerinde garip bir gücüm var. Ne zaman karşılaşsak donup kalıyorlar. Kırmızı ışıkta geçmeye kalksam bile, saygıyla yol veriyorlar. Bu bilgi beni bambaşka biri haline getirdi. Doğaüstü güçleri olan bir kahraman olduğuma inanmaya başladım. Koca kamyonların, otobüslerin üzerine üzerine yürüyorum. Bir işaretimle duruyorlar. Ben de elimi kaldırıp kutsuyorum onları: ‘Barış seninle olsun, kardeşim.’

Buraya gelmeden uyarmışlardı, sokaklar tehlikeli olabilir diye. Hikaye! Sokaklar mis gibi. Gayet de emniyetli. Trafik açısından zaten bir sorun yok. Diğer suçlar ise belli saatlerde belli mahallelerde dolaşmazsanız kolayca bertaraf edilebiliyor. Tehlikeli olan sokaklar değil, başka şeyler.

Mesela kütüphaneleri hiç gözüm tutmadı. Cam gibi çilalanmış mermer zeminde yürümek maharet gerektiriyor. Bir de devasa çelik raflar var. Üstelik çarklarla işleyen bir mekanizma sayesinde kolayca ileri geri hareket ettirilebiliyorlar. Yani rafları kitap sayfaları gibi kapayıp açmak mümkün olabiliyor. Hiç hoş değil. Bunu keşfettiğim ilk andan beri şunun olmasını bekliyorum: Ben eğilmiş bir kitabı ararken, uykusuzluktan zombi haline gelmiş bir yüksek lisans öğrencisi dalgın dalgın rafları çevirmeye başlıyor. Sıranın sonundaki ışığa doğru koşuyorum. Fakat nafile. Raflar üzerime kapanıyor. Roman teorisi kitapları ile antolojiler arasında tost oluyorum. Soylu bir ölüm olduğu tartışılmaz. Ama istediğimin bu olduğundan emin değilim.

Bir başka tehlike de enerji sarfiyatıyla ilgili. Buraların insanları mütemadiyen bir hareket halinde. Hiç dur durak bilmiyorlar. Sabahları ortalık koşan atlayan zıplayan insanlardan geçilmiyor. Genç yaşlı kadın erkek herkes spor yapıyor. Ben onlara bakarken bile yoruluyorum.

Herkesin ağzında aynı laf var. Kime sorarsan ya Jim’e gidiyor ya da gitmiş geri dönüyor. Önce bu Jim’i şehrin ileri gelenlerinden biri zannetmiştim. Hani kasabaların bir bilge kişisi olur, herkes onu görmeye gider falan. Öyle bir şey sanmıştım. Sonra anladım ki, jimnastik salonundan bahsediyorlar. ‘Jim’ dedikleri oymuş meğer. Bu ‘Jim’lerden çok var burada. En güzel binaları hiç acımadan spor salonu yapmışlar. İçine bir takım aletler doldurmuşlar, toplu halde egzersiz yapıyorlar.

Diğer sporları bilemeyeceğim ama neden koştuklarını anlar gibiyim. Bu kentin sabahları çok soğuk oluyor. Her sabah puslu ve karanlık bir gökyüzüne uyanıyoruz. Öğleden sonra hava açıyor genellikle. Ama sabahlar çekilir nane değil. İnsanlar da koşuyorlar. Belli ki ısınmak için. Yapacak daha iyi bir şey yok tabii. Battaniyeme sarılıp çayımı yudumlarken, bunu niye daha önce düşünemedim diye hayıflanıyorum.

Ama hiç durmuyor olmaları beni tedirgin ediyor. Mesela okyanusun kıyısına kurulmuş bir kentte, insanların denize bakmak için bile durmaması çok garip. Körfezde pek bir yerleşim yok zaten. Asıl hayat kentin kara tarafında gerçekleşiyor. Deniz tarafında ise iyi kötü bir yol var. Ama oturmak ne mümkün! Deniz kenarına insan iki tane lokanta, bir çay bahçesi, hadi bilemedin en kötüsünden bir çardak falan kurmaz mı? Yok kardeşim. Varsa yoksa bir koşmak, paten kaymak, bisiklete binmek, sörf yapmak falan filan. Hep bir evecenlik, koşuşturma, bir heyecan bir telaş. Hiç bana göre değil. Azcık durmak istemez mi insan? Bir kahve bir çay içip soluklanmak istemez mi? Bir yere oturup düşüncelere dalmak istemez mi?

Burada boş boş oturup denize bakmak mümkün değil. Onun için ruhum dinlenmiyor. Ne yaparsam yapayım bir türlü sakinleşemiyorum. Günlerdir (galiba) Mahmut Şevket Esendal’ın aşağıdaki lafı dönüp duruyor kafamda:

“Türk insanı asla tembel değildir ama aceleciliği de sevmez – acelecilik şeytani, sabır rahmanidir. Türk, keyif dediği ve istemek ya da düşünmek zahmetine girmeden, bir bitki asudeliği içinde yarı uyur vaziyette geçirdiği dinlenme saatini asla feda etmez.”

Doğulu olduğumu, dahası Türk olduğumu, böyle anlıyorum. Keyfe de efkâra da, hiç bir şey yapmadan baygın baygın denize bakmaya da ihtiyacım var.

Yoksa alıştım buralara. Alışmak ne kelime, gören doğma büyüme buralı sanır.

Harikalar Diyarı



19 Eylül 2010

İki haftadır görüşemiyoruz. Kıta değiştirdim. Feleğim şaştı. Mazur görün. Yeni bir hayata başlamanın zorlukları bir yana, saat farkı da insanı çarpıyor. Yeniden yazabilecek hale gelene kadar biraz zaman geçmesi gerekti.

Bir yerde yabancı olmak çok acayip bir duygu. İnsanı özgürleştirdiği gibi sersemletiyor da. Ben mesela bir kaç numara aptallaştım buraya gelince. Bedenim kıvraklığını yitirdi neredeyse. Her adımdan önce düşünmem gerekiyor. Bir tutukluk geldi üzerime.

Aslında tam yabancılık da değil bu. Daha çok paralel evrenlerin birinden ötekine sıçramış gibiyim. Yabancılık çekmesine çekiyorum, ama garip bir aşinalık da var. Her şey ‘tamam’ olmaya bir kala duruvermiş sanki. Eşyalar, dükkanlar, nesneler hem uzak hem yakın. Hepsi yüzlerini hatırlayıp da isimlerini bir türlü çıkaramadığınız uzak akrabalara benziyor.

Bu bana çocukken düşünmekten hoşlandığım bir şeyi hatırlatıyor. Geceleri yatağa girdiğimde, kendimi oyalamak için bir takım hikayeler uydururdum. Bunlardan biri her şeyin ters olduğu bir dünyayla ilgiliydi. Aynalara duyduğum büyülenmeyle karışık hayranlıktan çıkmıştı bu fikir. Sonraları ‘Alice Harikalar Diyarında’ ve ‘Aynadan İçeri’yi okuyuduğumda, başka birinin de aynı şeyi hayal etmiş olması çok hoşuma gitmişti.

Aynanın önünde saatlerce zaman geçirir, yüzümü cama yaklaştırıp uzaklaştırarak öteki taraftaki hayatın nasıl bir şey olacağını hayal ederdim. Her seferinde yeni bir detay ekler, öyküyü geliştirir büyütürdüm. Öyle bir dünya olacaktı ki, her şey ters tarafa açılacak, bir yere girmek istediğiniz zaman oradan çıkmanız gerekecekti. Ya da saçlarınızı örmek istediğiniz zaman açmanız, uykunuzu almak için uzun saatler uyanık kalmanız, doymak için de mümkünse bir şey yememeniz gerekiyordu. (Bu sonuncusu özellikle hoşuma gidiyordu.)

İşte şimdi o aynanın içinden geçmiş gibiyim. Sonunda her şeyin ters olduğu bu dünyaya ayak bastım. Gündüzleri uyuyor, geceleri oturuyorum. Eşyalarla mekanlar da bir garip. Kapılar normal kapı gibi görünüyor mesela. Ama hiç de öyle değiller. Hepsi dışarı doğru açılıyor. Ne zaman bir dükkana, lokantaya, kafeye falan girsem önce kapıya güzel bir kafa atıyorum. Öyle ki, şu aralar alnımdaki yumrulardan yola çıkarak sosyal hayatıma dair bir fikir edinmek mümkün.

Pencerelerin lafını bile etmeyeceğim. Elbette yukarıdan aşağıya kayarak kapanıyorlar. ‘Tristram Shandy’deki talihsiz sünnet sahnesini hatırlayanlar, giyotin pencerelerin ne kadar tehlikeli olabileceğini bilir. Hiç güven olmaz. Asla dokunmuyorum.

Bir de çamaşır makinaları var. Onlardan deli gibi korkuyorum. Fazla büyük, fazla gürültülü, fazla biçimsizler. Evin bodrumunda kocaman ağızlarını tavana çevirmiş yemek bekleyen yaratıklar gibi duruyorlar. Çamaşırları tepeden koyuyorsunuz. Sonra bırakıyorsunuz bir oraya bir buraya dönsünler. Bununla da bitmiyor: musluklar ters tarafa açılıyor, ışığı yakmak için de kapatmak için de lambanın düğmesini hep aynı yöne doğru çevirmeniz gerekiyor, ocağı kısınca açmış oluyorsunuz, buzdolabının kapısı bile yanlış tarafa doğru açılıyor.

Bazen kaybolduğumu düşünüyorum. Eve dönmek için ne yöne gitmem gerektiğinden emin değilim. Zaten caddeler, binalar, arabalar, hatta porsiyonlar bile o kadar büyük ki, bir süredir kendimi küçücük hissediyorum. Bir fındık kabuğunda bile yaşayabilirim.

Evim de fındık kabuğu kadar bir şey zaten. Pencereden dışarıya bakıyorum. Dev kızıl çamların gölgesinde arka bahçede çıt çıkmıyor. Etraf alabildiğine sessiz. Ama bana öyle geliyor ki, bir iki dakika sonra çalıların arkasındaki şu delikten bembeyaz bir tavşan çıkacak ve telaşla sağına soluna baktıktan sonra söylenerek yokuş aşağı koşmaya başlayacak.

Burada her şey tersine ilerlediğine göre, ne yapmam gerektiğini biliyorum. Eve dönmek zamanı geldiğinde o tavşanı takip edeceğim.

Sunday, September 05, 2010

BÜYÜLÜ DAĞ


BirGün
29 Ağustos 2010

Thomas Mann’ın ‘Büyülü Dağ’ adlı romanı, genç mühendis Hans Castorp’un kuzeni Joachim’i ziyaret etmek amacıyla Alpler’deki bir sanatoryuma gitmeye karar vermesiyle açılır. Castorp eğitimini tamamlamış hayata atılmak üzeredir. Her şey başlamadan önce, sanatoryumda kuzeniyle biraz zaman geçirmeyi planlar. Ama işler hesapladığı gibi gitmez: Castorp yalnızca üç hafta kalmayı düşündüğü Berghof’ta tam yedi sene geçirir.

Sanatoryum tam bir karnaval yeri gibidir. Avrupa’nın her yanından tedavi olmak için gelen türlü türlü insanla dolup taşar. Thomas Mann, beni her seferinde yeniden şaşırtan becerisiyle, en küçüğünden en önemlisine kadar bütün karakterlerinin üzerinde bir minyatür ustasının sabrıyla çalışır. Diğerleri gibi, bu romanın kişilerini de nefes alıp veren gerçek insanlar haline getirir. Öyle ki, hikâye biraz ilerledikten sonra, Berghof sakinleriyle akraba gibi bir şey olursunuz. Aydınlanmacı ve 'laternacı' İtalyan Settembrini, hiçbir şeyi doğru telaffuz etmeyi başaramayan Frau Stoehr, bütün hastaların biraz çekindiği Doktor Behrens, ne zaman biri kapıyı çarparak içeri girse aklıma gelen Claudia Chauchat, naftalini andıran ismiyle müsemma yaşlı Cizvit Naphta ve diğer birçok karakteriyle ‘Büyülü Dağ’ unutulmaz bir romandır.

Ama ‘Büyülü Dağ’ı benim için eşsiz kılan şey, bu romanda aslında hiçbir şey olmamasıdır. Bütün bu karakterler bir araya gelip konuşur dururlar ama tamamen eylemsizdirler. Büyük bir değişimin öncesinde zamansız bir adacığa sığınmış bekliyor gibidirler. Romanın sonunda I. Dünya Savaşı patladığında, bu histe ne kadar haklı olduğumuzu anlarız. Büyük değişim kapıdadır.

Belki de bu nedenle, yalnızca ondokuzuncu yüzyıla özgü bir oluşum romanı değil, aynı zamanda bir fikir romanıdır ‘Büyülü Dağ’. Bu özelliğiyle yirminci yüzyıla aittir. Ana karakteri ise aslında Hans Castorp değil, ‘Zaman’dır.

Genç mühendis Hans Castorp, roman açıldıkça zaman üzerine gitgide dozu artan bir şekilde kafa yorarak felsefe yapar, ya da kuzeni Joachim'in biraz alaycı bir şekilde söylediği gibi, ‘tefekküre dalar.’ Romanın bir yerinde Castorp, yeni gidilen bir yere alışmanın ne kadar zor olduğu üzerine düşünürken şunları aklından geçirir:

“... Zaman hiç kesintiye uğramadan hep aynı şekilde akarsa, elimizden kaymaya başlar ve zaman duygumuz, yaşam duygumuzla öylesine bağlantılı ve iç içedir ki, bu duygulardan birinin zayıflaması demek, öbürünün de acı ve yıpratıcı bir deneyimden geçmesi demektir. Can sıkıntısının kaynağı ile ilgili bir yığın yanlış düşünce dolaşır ortalıkta... Cansıkıntısı denen şey, aslında, zamanın tekdüzeliğinin neden olduğu sağlıksız bir kısalmadır... Alışkanlık, zaman duygusu uykuya yatarsa ortaya çıkar ve insana gençlik yılları yavaş yavaş, daha sonraki yıllar ise gitgide hızlanarak akıp gidiyor gibi gelirse bu alışkanlık yüzündendir. Yeni alışkanlıklar edinmenin ya da eskilerini değiştirmenin altında yatan şey, yaşamı korumak, zaman duygumuzu yoğunlaştırmak, zaman deneyimimizi yavaşlatmak ve böylece yaşam duygumuzu yenilemek arzusudur.”

Kısa bir süre sonra uzun bir yolculuğa çıkıyorum. Hayatımda ilk kez ailemden, öğrencilerimden, arkadaşlarımdan bu kadar uzakta olacağım. Onları geride bırakacağımı düşündükçe hafif hafif dertleniyorum. Buradaki alışkanlıklarımı terketmek de çok zor geliyor. Evim birden gözüme pek güzel görünmeye başladı. Çamaşır makinasının bile kendine has bir cazibesi var sanki. Sonra herkes bana garip bir şekilde iyi davranıyor. Yemek ısmarlıyor, sırtımı sıvazlıyorlar. (Bu vedalaşma faslı biraz daha devam ederse, yakında öleceğimi falan düşüneceğim.) Her zaman gittiğim kahveler, lokantalar hepsini daha bir sever oldum. Aynı sokaklardan defalarca geçiyor, kaldırımlarda baygın baygın yatan kedilere bakıp bu manzarayı ne kadar özleyeceğimi düşünüyorum. Böyle olunca gitmek iyice ağır geliyor.

Ama bir yandan da Hans Castorp’un haklı olduğunu biliyorum. Gitmenin en müthiş tarafı alışkanlıkları geride bırakmakla ilgili. Çünkü zamanı onlar idare ediyor. Günler birbirinin aynı olduğunda, zaman hızla akıp gidiyor; bugünle yarın arasında bir fark kalmıyor.

Oysa değişikliklere ‘evet’ dediğimizde, zamanın akışını da bozmuş oluyoruz. Rutini kırmak, zamanı da kırmak anlamına geliyor. Tek bir günü bile çekiştirip büyüterek haftalara aylara yayabiliyoruz.

O zaman ben de Castorp gibi ‘Büyülü Dağ’a gidiyorum. Orada zamanı yavaşlatıp hayatı genişleteceğim. Sevinmeliyim.

Monday, August 23, 2010

Bir diş için ölüm nedir ki?


Birgün
22 Ağustos 2010

Herkes gibi ben de dişçiye gitmekten korkuyorum. (Kendilerine ‘dişçi’ denmesinden hoşlanmazlar, sakın yüzlerine söylemeyin.) Diş doktoru arkadaşım var. Çok yakın arkadaşım hem de. Bir süredir kaçıyorum. Onun varlığı bile beni rahatlatmıyor. Ne zaman o koltuğa otursam, aklıma orada daha evvel çektiğim acılar geliyor. Soğuk soğuk terler döküyorum.

Yine de diş hekimlerine hep bir yakınlık duyarım. Biraz melankolik oldukları için belki de. Neden böyle olurlar? Doktorlardan bekler insan aslında bunu. Daha çok felâket daha çok ölüm görürler çünkü. Ama onlar çoğu kez alaycı ve mesafelidirler. Halbuki diş hekimleri öyle midir? En komiğinden en geveze olanına kadar hepsi illa ki biraz efkârlıdır.

Ne zaman diş doktoruna gitmek zorunda kalsam, hep Mr Tench’i hatırlarım. Graham Greene’in en iyi romanlarından biri olan ‘The Power and the Glory’nin (Güç ve Zafer) karakterlerinden biri olan Mr Tench, bütün bu melankolik dişçilerin prototipi gibidir. Roman, onun küçük bir Meksika kasabasındaki muayenehanesinde açılır. Karısından ayrılmış, iki oğlundan birini kaybetmiş, İngiltere’den Meksika’ya göç etmiştir. Ülkesine geri dönmek ister ama bunu yapabilecek kadar parası yoktur. Bu küçük bunaltıcı kasabada sıkışıp kalmıştır.

Mr Tench, limandaki gemiyi bekleyen bir yabancıyı muayenehanesine davet ettiğinde, biz de onunla beraber içeri girer ve kendimizi doktorun ağır hüznünün içinde buluruz. Yabancıya bir kadeh içki ikram edip konuşmaya başladığında, bütün hayatının büyük bir düşkırıklığından ibaret olduğunu anlarız. O da herkes gibi sahile yanaşan gemiyle ilgilenmektedir. İngiltere’den bir eter silindiri ısmarlamıştır. Eter gelirse hastalarına anestezi yapabilecek, işini rahatça görecektir. Ama o silindir bir türlü eline geçmez. Medeniyetten uzak bu kasabaya bir şeylerin ulaşması aylar almaktadır. Bu aksaklık bile, Mr Tench’ten etrafa yayılan hüznü ve yokluk duygusunu kuvvetlendirsin diye oraya konmuştur sanki. Eter gelmeyecek, acılar dinmeyecektir.

Roman böyle ağır ve sıkıntılı bir havada açılır. Hiç bir şey olmuyormuş gibi görünen bu uykulu kasabada bir felaketin nüvesi saklıdır. Greene, sonradan bütün romana hakim olacak bu duyguyu Mr Tench’in ruh hali üzerinden ince ince kurar. Esas olan yalnızlık ve umutsuzluktur. 1930ların Meksika’sında Tanrı’nın unuttuğu bu küçük kasaba, ağrılı bir diş gibi yavaş yavaş çürüyüp bozulmaktadır.

Graham Greene, romanını bu metaforun üzerinden açarken bize şunu söyler gibidir: hayat acısı dindirilemeyen kocaman bir diştir. Her kalp atışında zonklayarak kendini yeniden ve yeniden hatırlatır. Yaşamın öyküsü çürümenin öyküsüdür aslında. Bozulmayı durdurmak mümkün değildir. Başladığımız andan itibaren yok oluşa doğru ilerleriz. Greene’e göre, buradaki varlığımız kendisi bir hastalıktır ve tedavisi yoktur. Böyle okunduğunda, ‘Güç ve Zafer’ yalnızca o küçük Meksika kasabasının değil, bütün bir insanlığın hikayesidir.

O zaman diş hekimlerinin melankolisini anlayabiliriz belki. Onların hüznü çaresizliklerinden gelir. Doktorlar hayat kurtardıklarını düşünüp teselli bulurlar. Bir tür tanrısallıktır onlarınki. Ne de olsa, bir hastayı daha ölümün elinden almış, kadere meydan okumuşlardır. Oysa diş hekimleri, bunu söyleyerek kandıramazlar kendilerini. Onlar çürümeyi gün be gün izlerler. En nihayetinde, neticesiz bir mücadele içinde olduklarını bilirler. Dolgular düşecek, dişler sallanacak, protezler kırılacaktır. Diş hekimleri için beden dişten ibarettir. Her gün bir çok hasta kaybederler. Yenik hissetmeleri doğaldır.

Bir diş için ölüm nedir ki? Ağrı sona erer, defter kapanır. Böyle dediğinizi duyar gibiyim.

Bu soruyu bir de Dostoyevski’ye sormanızı öneririm. Diş ağrısından zevk alınabileceğini iddia eden Yeraltı Adamı size şunu söyleyecektir: acı çeken insan içten içe bunun devam etmesini arzu eder. Çünkü ne kadar inkar etse de gayet iyi bilir ki, acıların bitmesi hayatın sona erdiği anlamına gelecektir.

Monday, August 09, 2010

Kadınlar 'düzeltilebilir' mi?


BirGün
7 Ağustos 2010

Her okuyuşumda yeniden hayranlık duyduğum bir yazar olmasına rağmen bazen Joyce’u sevmekte zorlanırım. Bunda kadınlara karşı tutumunun payı büyüktür. Mesela Ulysses, benzerine az rastlanan bir edebi dehanın ürünü olmasına rağmen, kadınlara yönelik yer yer düşmanlığa varacak bir önyargı ile yazılmıştır.

Bir iki istisna dışında kadınlar genellikle basitlikleriyle ya da zayıflıklarıyla öne çıkarlar. Sonunda, romanın en önemli kadın karakteri olan Molly’nin nehir gibi akan zihnine girdiğimiz o noktasız virgülsüz pasaj bile, bir kadının değil, bir erkek tarafından hayal edilen bir kadının iç dünyasını açar bize.

Romanın başkişisi Leopold Bloom kadınlara nasıl davranılması gerektiğine dair uzun uzun kafa yorar. Aslında karısı Molly ile nasıl başa çıkacağını düşünmektedir elbette. Kocasına göre, Molly Bloom cahil bir kadındır. Değişmeye de hiç niyeti yoktur.

Molly’nin edebiyat ve felsefe bilgisi hakikaten pek fenadır. Ucuz aşk romanlarından başka pek bir şey okumaz. Üstelik, Aristo’nun müstehcen resimlerle dolu bir embriyoloji kitabı yazdığına, Defoe’nun kendisiyle aynı ismi paylaşan bir kenar mahalle dilberi yarattığına ve Rabelais’nin sipariş üzerine gastronomi kitapları yazan ikinci sınıf bir Fransız yazarı olduğuna inanır.

Leopold, karısının cehaletiyle çeşitli yöntemler kullanarak mücadele eder. Bazı kitapları, belli bir sayfayı açık bırakıp göze çarpan bir yerlere bırakır. Sürekli göndermeler yaparak konuşur. Molly oradayken başkalarının bilgisizliğiyle açıkça dalga geçer. Ya da ona uzun uzun açıklamalarda bulunur. Ve böylelikle tartışmaları kazanacağını umar.

Ama Molly bildiğinden şaşmaz. Onun için ne ise odur. Romanın sonlarına doğru bir yerde, Leopold karısını eğitmenin olanaksızlığını kabul eder. Ona göre, bir kadını herhangi bir konuda ‘düzeltmek’ istiyorsanız bunu ona doğrudan söylemenin pek bir anlamı yoktur. Ne var ki, kadınlara istediğiniz şeyi dolaylı bir şekilde davranarak yaptırabilirsiniz.

Örneğin?

“Yağmurda şemsiye kullanmayı sevmezdi, o ise şemsiyeli kadınları severdi, karısı yağmurda yeni şapka giymeyi sevmezdi, o ise yeni şapka giyen kadınları severdi, yağmur yağarken karısına yeni şapka alırdı, o da yeni şapka giyerek şemsiye taşırdı.”

Kadınlar konusundaki fikirlerinin bir çoğuna katılmasam da, Bloom’un bu noktada yerinde bir tespitte bulunduğunu kabul etmeliyim. Kadınlar söz konusu olduğunda, doğrudan yaklaşıldığı zaman netice vermeyecek bir çok talep dolaylı bir yöntem izlendiğinde insanı sonuca götürebilir.

Akıllı erkekler bunu hemen farkeder. Bunlar size yengeç gibi hep kenardan kenardan yaklaşacaktır. Dekoltenizi fazla kışkırtıcı bulduklarında bunu açıkça söylemektense, o elbisenin gözlerinizin rengine uymadığı konusunda israr edecek; kahvaltıda beyaz peynir yemekten hoşlanmıyorlarsa bunun selülit yaptığını söyleyecek; ayakkabılarınızın sayısı beklenenden fazlaysa her sosyal ortamda Imelda Marcos’tan bahis açıp size imalı imalı bakacaklardır.

Kadınlar dolaylı mesajları daha iyi algılar. Burası doğrudur. Fakat kadınlar konusundaki bir çok önyargı gibi bu da bir genellemedir. Şunu unutmamak gerekir ki, her kadın manipulasyona pabuç bırakmaz. Kimileri dirençli çıkacaktır. Kendi iradesi dışında bir istikamete doğru yönlendirildiğini farkettiğinde buna itiraz edecektir.

Evet, kadın kültürü ağırlıklı olarak ‘idarecilik’ üzerine kuruludur. Babasını, kocasını, patronunu idare eden kadınlar görürsünüz. Ama bazı kadınlar idare etmez. İdare edilmeye de gelmez. İşte bunları ‘düzeltmek’ mümkün değildir. Onları ne zor kullanarak, ne de talim terbiyeye tabi tutarak değiştirebilirsiniz. Ancak kendileri isterse değişirler.

Beni her zaman gülümseten bir İngiliz atasözünün dediği gibi, atı suyun kenarına götürebilirsiniz ama içmesini sağlayamazsınız.

Daha akıllı erkekler her zaman böyle kadınları seçer.

Sunday, August 01, 2010

Devlet Kapısı


BirGün
1 Ağustos 2010

Ne zaman bir devlet dairesine girmem gerekse bir kaç gün önceden kabuslar görmeye başlarım. Daha önceki tecrübelerim bir bir aklıma gelir, bu konudaki başarısızlıklarım gözümün önünden ağırbaşlı bir cenaze korteji gibi yavaş yavaş geçer. Meşhur birinin cenazesine benzer bu, bitmek bilmez. İçim daralır. Daha gitmeden hesabımın kesildiğinden emin olurum. Şüphesiz bu tecrübe de diğerleri gibi olacaktır. Gideceğim masayı bir türlü bulamayacak, bulsam da sıralarda saatlerce bekleyecek ve suratsız bir memur tarafından iyi ihtimalle o gün kötü ihtimalle ise ertesi gün küçümsenecek olduğumu bilirim.

Devlet kapısı, benim için her zaman Kafka’nın ‘Dava’da sözünü ettiği o mahkeme kapısı gibidir. Tamamen benim için ama bana her zaman kapalı. İçeri girmekten çok önünde beklemek için yapılmış bir kapı. Kafka başka bir yerde devlet dairelerine dair şunları yazar: “Resmi dairelerin koridorları aşağılanma kokar. Sigara içmek kesinlikle yasaktır. Bu yasağın kapsamına soluk almak da girer. Buna karşılık yürek çarpıntısına izin vardır, dahası çarpıntı olması istenen bir şeydir. Her türlü ümit uçup gider. Kapıdan kapıya gönderilen kişiye suçluluk duygusu aşılanır. Buraya giren, yalnızca bir vizite kağıdı ya da pasaportunun uzatılmasını istese bile kendini suçlu hisseder. En iyi olasılıkla bir dilek sahibidir, aslında ise suçludur.”

Yakında çıkacağım bir yolculuk nedeniyle şu aralar sık sık devlet kapılarını aşındırmam gerekiyor. Bir sürü kağıt işi. Elimde bir takım evraklarla durmadan oradan oraya koşturuyorum. Bu sıcakta oflaya puflaya ilerleyen bir buharlı tren gibiyim. Seferler bitmek bilmiyor. Arada bir, ben de buhar boşaltmak ya da iyisi mi düdüğümü acı acı öttürmek istiyorum. Ama ne mümkün! Her memurun karşısında bir kez daha anlıyorum ki, daha en başından suçluyum ve haksızım. Çünkü bir ricacıyım ben. O binada bir yer işgal ediyor, istenmeyen soluğumla havayı tüketiyorum. Böyle anlarda, ‘Merhaba Kafka!’ diyorum bazen yüksek sesle. Galiba yavaş yavaş deliriyorum.

Kimi günler biraz daha kalender oluyorum. O zamanlarda da, Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’daki o muhteşem devlet dairesi tasviri geliyor aklıma. İyi bir iş kovalayıcısı olan Turgut’u kendime örnek almaya gayret ediyorum. Pabuçlarımın üzerindeki her bir lekeyi uzun uzun inceleyerek sırada beklerken, onun birbiri ardına sıraladığı kuralları hatırlamaya çalışıyorum: “Elini hiç bir kağıda uzatmayacaksın: on emrin birincisi budur. Söze erken başlamayacaksın, hiç bir düşünce ileri sürmeyeceksin, hiç bir şey bilmezmiş gibi görüneceksin, garip şekilde giyinmeyeceksin, ellerini masaya dayamayacaksın, seni baştan savmalarına yol açmamak şartıyla kendine acındıracaksın, gülümseyeceksin, bekleyeceksin… ve hiç bir zaman ümide kapılmayacaksın.”

Hepsi tamam da, ben bu sonuncusunda çuvallıyorum işte. Bundan kaybediyorum. Çünkü her seferinde öyle bir an geliyor ki, ‘İşte bu sefer tamam,’ diyorum kendi kendime, ‘Bu sefer hallettik.’ Oysa her zaman bir pürüz çıkıyor. Ya yanlış sırada bekliyor oluyorum, ya beklediğim memur gelmiyor, ya da geliyor ama masasına oturur oturmaz ‘Bu evrakı sadece saat 4’e kadar alıyoruz’ deyiveriyor. O zaman saat 4’e kadar neredeydin be adam? Bunu diyemiyorum. Alın bu evrakı! Onun hisleri yok, aldırmayacaktır. Bunu da diyemiyorum.

Ya da netice almaya çok yaklaştığımı düşündüğüm bir anda, bazı belgelerin eksik olduğu ortaya çıkıyor. Basit şeyler bunlar. Nüfus cüzdanı fotokopisi falan gibi mesela. O zaman insanı fotokopiciye gönderiyorlar. Aşağıda canından bezmiş bir adam bir takım teknolojik aletlerin başında oturuyor. Göz göze gelmeyi başarabilirseniz derdinizi söylüyorsunuz. ‘Fotokopi?’ ‘Bozuk,’ diyor. ‘Peki tarayıcı?’ ‘O ne ki?’ ‘Yazıcı?’ ‘Yok bizde.’ O zaman bibuçuk kıymalı pide rica edeyim, demek istiyorum. Dedim ya, yavaş yavaş deliriyorum.

Halletmem gereken kağıt işlerinin başındayım henüz. Daha bunun pasaportu var, vizesi var, hatta belki Ankara’ya gidip gelmesi var. Daha çok kapı var önümde. Aklıma sahip olmalıyım. Turgut’un dediği gibi, Budist olmalıyım. Ağaç, taş ya da bambu olmalıyım. Her şeyi ama her şeyi tevekkülle karşılamalıyım.

Gitmeme bu kadar az kalmışken, balataları yakıp damga, mühür, pul falan diye sayıklayarak dolaşan bir meczup olmamalıyım.

Sunday, July 25, 2010

Entelektüelizmin Dayanılmaz Ağırlığı


BirGün
25 Temmuz 2010

Bundan bir kaç sene önce, arkadaşlarımla Çengelköy’de dolaşıyorduk. Sıcaktan hafifçe sersemlemiş bir şekilde aheste aheste yürürken bir tabela çarptı gözüme. Üzerinde iri siyah harflerle ‘Milan Kundera’ yazıyordu. ‘Aaaa, Milan Kundera kitaplarını imzalamaya gelmiş!’ dedim kendi kendime. Çengelköy’de ne işi olur ki diye düşündüm sonra. Bu hisle tabelaya bir kez daha bakınca farkettim ki, ‘Meral Kundura’ yazıyor.

Entelektüelizm böyle bir şey işte. Ağır bir şey. İnsanın hayatla bağlarını zayıflatıyor. Hatta kesiyor kimi zaman. Neye bakarsanız bakın, semboller metaforlar anıştırmalar görüyorsunuz. Hatta benim yaptığım gibi, bazen baktığınız yeri görmüyorsunuz bile.

Üniversiteye başladığım yıl, daha önceleri de yazmıştım, benim için zor bir seneydi. Zorluklardan biri de, bu entelektüel kesafetti. Hatırlıyorum, herkesin elinde Milan Kundera’nın ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ vardı. Kızlar göğüslerine sıkıca bastırarak, erkekler kaba kumaşlardan yapılmış omuz çantalarında taşıyorlardı onu. Bütün arkadaş çevrelerinde bu konuşuluyor, bir kutsal kitap muamelesi görüyordu. Okumamış olanlar ise okumuş gibi yapıyorlardı. Yoksa düpedüz yok sayılıyordunuz.

Ben de aldım kitabı. Hem de okuldaki Köy-Koop sergisinden. Başucuma koydum. Hatta bir kaç sayfa karıştırdım bile. Ama bu romanın etrafında öyle bir hâle oluşmuştu ki, bir türlü cesaret edip okuyamıyordum. Halbuki iyi bir okuyucuydum ben. Hatta aslan okuyucuydum o zamanlar. İyi kötü demeden önüme ne çıkarsa okuyordum. Fakat bu lanetli kitapla beraber akılalmaz bir şey gerçekleşti: hiç bir şey okuyamaz oldum.

Bunun başka sebepleri de vardı belki. İstanbul’a yerleşmek heyecanverici bir tecrübeydi. Hayat sonsuz olasılıklarla ve sürprizlerle doluydu. Bu hevesle, okumaktan çok yaşamakla ilgilenmiş olabilirim. Ama bence esas mesele, etrafımdaki insanların değişmiş olmasıydı. Herkes benden çok daha bilgili, akıllı ve ‘tamam’ gibiydi. Onların entelektüel birikimine ulaşmanın yolu yok gibi görünüyordu. Kiminle oturup çay içsem, tanımadığım yazarlardan bahsediyor; boynuna yemeniler takmış abilerle ablalar ceplerinden bir takım kitaplar çıkarıp bunları okuman lâzım diyorlardı. Kundera’nın romanı bunların başında geliyordu.

En fenası da şuydu: kitaba dair söylenenlerden hiç bir şey anlamıyordum. Egzistansiyalizm, diyorlardı. Palyatif, diyorlardı. Sarkastik, diyorlardı. Kullanılan sözcüklerin yarısını daha evvel hiç duymamış olduğum için, yanımda bunlar konuşulduğunda sürekli gülümsüyor ve anlayışlı bir şekilde kafamı sallayıp duruyordum. Ama tek isteğim bir an evvel oradan kaçmak ve sahile inip bir bira içmek oluyordu.

Sahilde bira içerken düşünüyordum: Bu entelektüel ortama ayak uydurabilmek için kim bilir daha kaç kitap okumalı, neleri hatmetmeliydim. Sonraları küçük battaniyem ve gizli gizli içeri soktuğum termosumla müdavimlerinden biri haline geleceğim kütüphane bile korkutucu bir yer gibi görünüyordu bana. Rafların arasında üç beş dolaştıktan sonra, pes etmiştim. Bu kadar kitabı okumamın ihtimali bile yoktu.

Ben de boşgeçtim. ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni okumaktansa, kendimi o hafifliğin ağababasına bırakmayı tercih ettim. Gezdim tozdum, bütün sene İstanbul’u dolaşıp aylaklık ettim. Fakat bir zaman sonra suçluluk duyusu içimi kemirmeye başladı. Kitap başucumda öylece duruyor, onu her görüşümde bana yenilgimi hatırlatıyordu.

Seneler sonra bu kitabın üzerindeki ‘ağırlık’ kalkıp da, kapağı açılabilir hale geldiğinde okuyup çok beğenecektim. Garip olan şuydu ki, romanın kendisi de benzeri bir sorun üzerinden açılıyor, bir çok başka şeyin yanı sıra, entelektüel bir çevredeki ilişkilerin sahiciliğine dair sorular açıyordu.

Bense üniversitedeki ilk senemde bütün bunlardan habersizdim. Her gün yüzümü yıkayıp okuldan çıkıyor ve hayata bakmaya gidiyordum. O zaman ‘entel’ denen bu ağır abiler ve ablalarla boy ölçüşemeyeceğime göre, yapabileceğim en iyi işin bu olduğuna karar vermiştim.

Sonraları bunu düşündüğümde, o sersem halimi özlediğimi farkettim. Entelektüelizmin katmanlı ve bulanık sularına dalmadan önceki halim çok daha sahiciydi sanki. Bir kunduracıyı sadece kunduracı olarak görebildiğim o son sene, sonrakilerden çok daha gerçekti.

Sunday, July 18, 2010

Ejderhalara İnanmak



BirGün
18 Temmuz 2010

Her okuyucu her metinle kanat açamaz. Kimileri bilim-kurguya, ütopyaya, fantastik edebiyata kapalıdır mesela. Hani şöyle bir insan türü vardır: birlikte Avatar seyredersiniz ve çıkışta gözlerini devirerek ‘Bu film hiç gerçekçi değil!’ deyiverir. Bununla filmde tanımlanan dünya içinde bir tutarsızlık olduğunu söylemekten ziyade, sivri kulaklı mavi yaratıkların kendisine pek de ‘inandırıcı’ görünmediğini, içinde yaşadığı dünyaya uymadığını anlatmaya çalışmaktadır aslında.

Çok sevdiğim bir oğlan var. Bir arkadaşımın oğlu. Diğer çocuklarla arası pek iyi değil. Daha çok yetişkinlerle vakit geçirmekten hoşlanıyor. Akıllı bir çocuk. Duyarlı. Farklı. Ve farklı olduğunun farkında olduğu için de biraz melankolik. Aslında tam benim tipim. Ama maalesef sadece sekiz yaşında. O yaşta bir erkeğe göre olgun davranıyor ama yine de benim için biraz genç sayılır.

Gerçi dostluğumuz baki. Birbirimizi özlüyor, soruyoruz. Geçenlerde babası onun için endişelendiğini söyledi. “Hayalgücü zayıf bizim oğlanın,” dedi, “Okuduğum hikayelere inanmıyor. Böyle şey olmaz, diye kestirip atıyor.” “Ne okuyorsunuz?” diye sordum. “Cadılar, sihirbazlar, ejderhalar, öyle şeyler işte,” dedi.

Bu bana Coleridge’in kurmaca metinlere dair söylediklerini hatırlattı. İngiliz şair ve eleştirmen Samuel Coleridge, bir edebi metinle karşı karşıya geldiğimizde yazarla sessiz bir anlaşma yaptığımızdan söz eder. Yazar, bize tamamen hayal ürünü bir şey anlatıyor olmasına rağmen gerçek bir öykü aktarıyormuş gibi yapar. Biz de kurmaca anlaşmasını kabul eder ve onun anlattıkları gerçekten olmuş gibi davranırız. Coleridge, yazarla okuyucu arasındaki bu anlaşmaya 'inançsızlığın askıya alınması' adını verir ve bunun bir anlatı metniyle ilişkiye girmenin temel kuralı olduğunu söyler.

Bu çok da yerinde bir tabirdir. Bu anlaşma olmazsa eğer, hepimiz çocukların yaptığı gibi ‘Yalan söylüyorsun!’ diye bağırmak isteyebiliriz. Bu anlaşma olmazsa, ne Ursula LeGuin okuyabiliriz, ne ejderhalara inanabiliriz, ne de herhangi bir kurmaca metniyle ilişki kurabiliriz.

Aslına bakarsanız, bu anlaşma olmasa aşık bile olamayız. Çünkü farkında olmasak da, ilişkiler de romanlar gibi kurmacadır. Her kurmaca metinde olduğu gibi, yaşamın içinde de aynı kuralı uygularız. Her yeni ilişki, Coleridge’in yasasını çağırır. Çünkü her insan başlıbaşına bir anlatıdır. Onunla kanat açıp açmayacağımıza karar vermeden önce, anlatısına inanıp inanmadığımızı gözden geçirmemiz gerekir. Eninde sonunda bütün ilişkiler bu kuralla sınanır.

Birine bağlandığımızda, onunla bir anlaşma yapmış sayılırız. Yani, inançsızlığımızı askıya alıp onun anlatısına, daha da önemlisi birlikte kurduğumuz anlatıya, teslim oluruz. Anlatının kendi içinde tutarlı olması yeterlidir. Dünyanın geri kalanı ile uyumlu olması gerekmez.

Her kurmaca metinde olduğu gibi, aşkta da gerçeklikle çelişen noktalar vardır. Olanaksızlıklar, uyumsuzluklar, yalnızca hayalgücü ile gidilebilecek yerler vardır. Ama bu anlatıyı kuranlar kendi kurallarını yaratırlar. Gerçekliğe uymasa da, bu iki kişilik anlatıyı bazen dışarıdaki dünyanın kendisinden bile daha inanılır ve gerçek kılarlar.

Aşk gerçekliğin kapılarını zorlar. O ana kadar tümüyle tanımlı olduğunu düşündüğümüz dünyayla çelişen bambaşka ve yepyeni bir anlatı kurar. Gündelik hayatımızın kurallarını ve mantığını yerle bir eden bir anlatıdır bu.

Onun içindir ki, aşık olmak ejderhalara inanmaya benzer. Olanaksız olanın mümkün olabileceğine inanmazsanız aşık olamazsınız.

Monday, July 12, 2010

Sirenlerin Sessizliği


BirGün

11 Temmuz 2010

Odysseia’yı İlyada’dan daha çok severim. Çünkü İlyada bir olayı naklederken, Odysseia bir kişinin hikâyesini anlatır. Bu haliyle, bir destandan çok bir romana benzer. Daha tanıdık, daha anlaşılır gelir bana.

Homeros, İlyada'nın devamı olan bu destanı yazarken, tek bir karakterin yolculuğunda tüm insanlığın dünya üzerindeki macerasını anlatmak ister gibidir. Öykü, Odysseus'un Truva'nın düşüşünden sonra vatanı İthaka'ya dönmek üzere yola çıkışıyla açılır. On yıl süren savaştan sonra denize açılan Odysseus yolda da bir on yıl daha geçirecek ve kendisini bekleyen sadık karısı Penelope’ye ancak yirmi yıl sonra kavuşabilecektir. Odysseia, bu maceralı yolculuğun hikâyesidir.

Odysseus yolda bütün engelleri aşar, bir sürü zorluktan geçer. Lestrygon adı verilen dev yamyamlardan tutun da, büyücü Kirke’ye kadar bir çok tehlikeyi bertaraf eder. Hatta İthaka'ye nasıl varabileceğini kahin Teiresias'a sormak için Hades’e gittiğinde ‘gölgeler ülkesi’ diye anlatılan ölümden geri dönmeyi bile başarır.

Yine de benim en çok hoşlandığım epizot, Odysseus’un Sirenlerin baştan çıkarıcı şarkılarından korunmak için kendisini geminin direğine sımsıkı bağladığı bölümdür. Burada onun kendine duyduğu inançtan her seferinde etkilenirim. Bir kulaç zincirle bu güçlü düşmanı yenebileceğine bütün kalbiyle inanır Odysseus. Oysa Sirenler, bu meşakkatli yolculuğun belki de en zor noktasıdır. Hiç ölümlünün taşıyamayacağı bir sırrın şarkısını söylerler. Varoluşun hikayesidir anlattıkları.

Kafka da bundan etkilenmiş olmalı ki, Odysseia’daki bu bölüme dair bir küçük hikaye yazar. ‘Sirenlerin Sessizliği’ adlı bu hikayede, Odysseus bu doğaüstü yaratıkların gücünü bilir ve onların her şeyin içine işleyebilen şarkılarına direnebilmek için kendini teknenin direğine zincirlemekle kalmaz, kulaklarını da bir avuç balmumu ile tıkar.

Oysa sirenlerin şarkılardan çok daha ölümcül bir silahları vardır, o da sessizlikleridir.
İnsan birinin şarkılarından kurtulabilir, der gibidir Kafka, ama ya sessizliğinden? Odysseus yanlarından geçip giderken, sirenler şarkı söylemezler. Odysseus ise kulaklarında bir avuç balmumu ile geçer gider onların yanından; sirenlerin sessizliğini işitmez: “Onların şarkı söylediklerini ancak bunu kendisinin işitmediğini sandı. Bir an için çıkıp inen gırtlaklarını, şişip duran göğüslerini, yaşla dolmuş gözlerini, yarı açık dudaklarını gördü; ve bütün bunların, çevresinde yankılanıp sönen ve işitmediği nağmelerin eşlikçileri olduğunu düşündü.”

Eğer Sirenlerin bilinçleri olsaydı, der Kafka, o anda yok olup giderlerdi. Anlarız ki, ölümlü olsalardı bunun anısı ile yaşayamazlardı. Sessizliklerinin duyulmamış olduğunun bilgisini taşıyamazlardı. Ama Sirenlerin hatıraları, duyguları, düşünceleri, benlikleri yoktur. Onun için Odysseus’un sağırlığı onları yok etmez. Saçlarını rüzgara verip kayalara döner ve yeni bir yolcu boy gösterene kadar beklerler.

Oysa insanlar ne ölümsüz ne de hafızasızdır. Bir bilinçle lanetlenmiştir onlar. Varlıklarının bir başkası tarafından tanınmasına ihtiyaç duyarlar. Seslerinin duyulmasını isterler.

Biri sessizliğinize kulak tıkadığında bunun için acı çekersiniz. Neden sustuğunuz önemli değildir. Belki yalnızca sessizlikle başa çıkılabilecek bir durumda kalmışsınızdır. Ya da Odysseus gibi balmumu ve zincirlerinden başka hiçbir şey düşünmeyen biri çıkmıştır karşınıza ve onun kendinden bu kadar memnun olduğunu görünce şarkı söylemeyi unutuvermişsinizdir. Belki de söylenebilecek bir şey kalmamıştır da ondan susuyorsunuzdur. Sonuçta ne kadar yaman bir şarkıcı olursanız olun, sessizlikte karar kılmışsınızdır.

Sessizliğin gücü ise yalnızca duyabilenlere işler. Sağırlar için şarkınız gibi sessizliğinizin de bir anlamı yoktur.

Kafka’nın dünyasında, Odysseus’un hikayesinin böyle bir hâl almasına şaşırmayız. Anlamın ve iletişimin mümkün olmadığı sessiz bir dünyadır bu. Sözün kendisi gibi yokluğu da bir mesaj olarak yerine ulaşmaz, alıcısını bulmaz.

Yine de öyküyü, tam kendisinden beklenecek şekilde, garip bir dönemece sokarak bitirir Kafka. Derler ki, diye devam eder, Odysseus “öylesine kurnaz, öylesine tilkinin biriydi ki, yazgı tanrıçası bile zırhını delemedi. Hani insan anlayışının ötesinde ama, belki de o, Sirenlerin sessiz olduğunu gerçekten farketti ve yukarıda anlatılan numarayı hem onlara hem de tanrılara karşı bir çeşit kalkan olarak kullandı.”

Kim bilir, belki de hikâyenin aslı budur.

Pişmanlık

BirGün
4 Temmuz 2010

Büyük pişmanlıklar bir yana - ki onlardan da yok değil hayatımda - bir (nispeten küçük) pişmanlığım var ki, hatırladıkça bugün bile yanaklarım kızarır.

Tıfıl bir üniversite öğrencisiyken, bir arkadaşım vasıtasıyla büyük bir şairle tanışmıştım. Doğruyu söylemek gerekirse, her şeyiyle korkunç bir adamdı: kaba, küstah, hırçın ve alabildiğine kendisiyle dolu. Yaşına ve şairliğine duyduğum saygıdan kibarlığımı bozmadım. O kadar toydum ki, belki de kibarlığımı bozma becerim bile yoktu.

Neyse, benim arkadaş şairin asistanı gibi bir şeydi: şiirlerini temize çekiyor, işlerini görüyor, yaşlılık nedeniyle başa çıkamadığı hayatını kolaylaştırmaya çalışıyordu. Bir yandan kendisi de şiir yazdığı için, bir tür ustalık-çıraklık ilişkisi içindeydiler. Şair de arkadaşıma pek düşkündü. Belki de bu nedenle benden hoşlanmadı, bilmiyorum. Bana kaba davrandığını farketsem de, sesimi çıkarmadım. Arkadaşım ona büyük bir hayranlık besliyordu. Duygularını incitmenin anlamı yoktu.

Bir zaman sonra, arkadaşım elinde benim için yazılmış bir referans mektubu ile çıktı geldi. Ufak tefek bir şeyler yazıyordum, bunların bir dergide, hem de bir kültür-sanat dergisinde basılmasını ister miydim? İşte burada elinde tutuyordu, koca şair gönül indirmiş benim için bir referans yazmıştı.

Toydum ama kafam çalışıyordu. Bu işte bir terslik olduğunu seziyordum. Bir sürü sebep sıraladım gitmemek için: ben böyle bir şey istememiştim, bu da nereden çıkmıştı; şair nasıl referans yazmış olabilirdi, beni doğrudürüst tanımıyordu bile; elimde bir mektupla bir editorun önüne çıkmak istemiyordum; yazdıklarımı doğrudan yollasam daha iyi olmaz mıydı, falan filan...

Fakat arkadaşım ısrarlıydı. Ayağıma kadar gelmiş bu fırsatı tepmemem gerektiğini söyledi. Hatta edebiyat dünyasında işlerin nasıl yürüdüğünü bilmediğim için benimle alay etti. Konuştu da konuştu. Sonunda, nasıl olduğunu anlayamadan, kendimi elimde kapalı bir zarfla dönemin önemli dergilerinden birinin kapısında buldum.

Editör, soğukkanlılığı ve mesafesi ile ünlü bir kadındı. Belli ki buralara kolay gelmemişti. Tepeden tırnağa ketenler giymişti, hatırlıyorum. O sıcak yaz gününde pırıl pırıl ve taptaze görünüyordu. Bense yaptığım uzun otobüs yolculuğundan ve oflaya puflaya tırmandığım Babıali yokuşundan sonra kan ter içindeydim. Yakası çarpılmış tişörtüm ve paçaları yerleri süpüren kot pantolonumla pek de muteber bir görüntü arzetmiyordum.

Bir şeyler geveleyerek zarfı ona uzattım. Kendisine kokmuş bir et parçası vermişim gibi bir iğrenme ifadesi ile aldı onu. Şairin yazdıklarını kaşlarını kaldırarak okudu. Bir ara yüzünden bir gülümsemeye benzer bir şey geçti mi, yoksa bana mı öyle geldi bilmiyorum. Zarfı kapatıp masasının üzerine koydu. Öyle bir süre bekledik. Sonunda konuşmaya karar verdiğinde, zaten bildiğim bir şeyi söyledi: başka birinin referansı ile gelmek yerine, yazdıklarımı kendisine yollamalıydım.

Ne kadar haklıydı! Böyle bir hatayı nasıl yapmıştım? Aslında yazdıklarımdan bir iki parça bir şey yanımdaydı. Branda bezinden yapılma yeşil çantamın içindeki dosyayı elimle yokladım. Ama o kadar utanmıştım ki, dosyayı çıkarıp masanın üzerine koymak dünyanın en zor işi gibi göründü bana. Bütün arzum bir an evvel oradan uzaklaşmaktı. Teşekkür edip kalktım. Neyse ki koşmamayı başardım çıkarken. En azından bunu becerebildiğim için kendimi kutladığımı hatırlıyorum.

Mektuba gelince, içinde ne yazdığını hâlâ bilmiyorum. Açıp bakmadım bile. Dedim ya kapalıydı. Ben de ahlâklıydım. Editörün yüzünde oluşan ifadeye bakılırsa, şair için aynısı söylenemezdi.

Şair artık hayatta değil. Editör ise ilerleyen yaşına rağmen bugün de o zamanki kadar itibarlı, sarışın ve kusursuz.

Bense işte üç aşağı beş yukarı yine aynı ‘ben’im. O pişmanlığı da diğerlerinin yanına koyup yoluma devam ettim. Ama o kadının acımasız bakışları altında nasıl terlediğimi hatırladıkça hâlâ utanırım. Ne zaman ‘edebiyat dünyası’ lafı geçse, aklıma o buzlar kraliçesinin karşısında kabahat işleyip de müdürün odasına çağrılmış bir öğrenci gibi duruşum gelir hep.

Düşünüyorum da, galiba kendimi bunun için hiç affetmedim.

Sunday, June 27, 2010

ÇAY TEPSİLERİ, FİNCANLAR VE BİR EV KAZASI OLARAK JULİO CORTáZAR


BirGün
27 Haziran 2010

İnsanları sevdikleri Latin Amerikalı yazara göre kişilik analizine tâbi tutmak mümkündür. Márquezciler maceracı, Borgesciler felsefeye yatkın, Fuentesciler romantik, Amadocular sosyal meseleler konusunda hassas, Cortázar’ı tercih edenler de biraz nevrotiktir.

Ben bütün bu yazarlara yer yer yakınlık duysam da, bir tanesini seçmem gerekirse hiç düşünmeden Cortázar’ı alırım. Arjantinli yazar Julio Cortázar, incelikli mizah duygusu ve okuyucuyu her seferinde şaşırtma becerisiyle beni hep heyecanlandırmıştır. Bir Cortázar öyküsünde hiçbir şey beklediğiniz gibi gitmez. Hiçbir şey yerli yerinde değildir. Ve her an her şey olabilir.

Evler özellikle tehlikeli mekânlardır. Şöminenin önündeki koltuğunuza yayılmış rahatça kitabınızı okurken, tamamen kurgusal bir karakter tarafından sırtınızdan bıçaklanabilirsiniz. Görünmeyen yaratıklar evinizin odalarını birer birer işgal edip sizi sokakta bırakabilir. Ya da ailenizin diğer fertlerinin yanı sıra salonunuzda serbestçe dolaşan bir kaplanla yaşamak zorunda kalabilirsiniz.

Başkalarının evlerine misafir olduğumda, bazen kendimi bir Cortázar öyküsünde gibi hissederim. Hani bazı insanlar vardır, gittikleri eve hemen uyum sağlar, mutfağa girip çay falan yapmaya başlarlar. Ya da sofrayı toplamak gerektiğinde neyin nereye konacağını bilir, hiç yabancılık çekmeden tabak çanağı istif eder kaldırırlar.

İşte ben o insanlardan değilim.

Gittiğim her evde uzaydan gelmiş gibi bir kenarda dururum. Sakar olduğum için bir şeyi kırıp dökmekten zaten hep korkarım. Ama hepsi bu da değildir. Evin düzenini bozmaktan çok çekinirim. Kutsal bir mekânda yersiz davranışlarda bulunmaktan endişe etmeye benzer bu his. Kazara ev sahibine yardım etmeye falan kalkışırsam sonu hep hüsranla sonuçlanır. Neyi tutsam elime yapışır. Elimdekileri her zaman götürüp en yanlış yere koyarım. Ya da biri beni bu durumdan kurtarana kadar, elimdeki üç beş fincanla çaresiz bir şekilde ortalıkta dolanıp dururum. Yanlış bir şey yapma korkusu beni neredeyse felce uğratır. Ev ne kadar düzenli ise, bu his de o kadar kuvvetli olur.

Böyle zamanlarda, aklıma hep Cortázar’ın “Paris’teki Genç bir Hanıma Mektup” adlı hikâyesi gelir. Öykünün anlatıcısı, bir süre Paris’te kalacağı için evini kendisine bırakan arkadaşı Andrea’ya o gittikten sonra olanları anlatan bir mektup yazmaktadır. O da eve gelir gelmez benimki gibi bir korkuya tutulmuştur. Bir mabede izinsiz girmiş gibi hissetmektedir: “Bir kadının kendi zarif apartman dairesine getirdiği o tumturaklı düzenin karşısında olmak, ama yine de varlığının her zerresiyle o düzene kayıtsız şartsız boyun eğerek onu kabul etmek ne kadar da zordur...”

Bu endişeyle, evdeki tek bir şeyi bile yerinden oynatmamaya karar verir, çünkü böyle yaparsa dünyanın düzeni bozacağına dair bir hisse kapılmıştır. Kitaplarını yerleştirmek için masanın üzerindeki bir tepsiyi azıcık kıpırdatmayı aklından geçirmekle beraber, bunun olanaksızlığını hemen idrak eder: “O tepsiyi yerinden oynatmak evdeki tüm ilişkilerin, bir eşyayla ötekinin, her bir eşyanın ruhuyla evde olmayan sahibelerinin ruhu arasındaki bağın gidişatını değiştirir...”

Oysa felaket kapıdadır. Öykünün bu kısmında bile, yazar alttan alta olabilecekleri hissettirir bize. Bizi tam olarak neyin beklediğini kestiremeyiz ama bu düzenin böyle devam etmesinin olanaksız olduğunu biliriz. Cortázar bu noktada, her zamanki çılgınca hamlelerinden birini yapar ve öyküye akılalmaz bir ayrıntı ekler. Sonunda tamamen tahrip olmuş bir evle başbaşa bırakır anlatıcıyı. Böylece, mizahi bir tonda açılan öykü, dokunaklı bir şekilde sona erer.

Cortázar, bu öyküde yalnızca başka birinin mekânında tedirgin olan bir karakterin hikâyesini anlatmaz. Bir yandan da, dünyaya yerleşemeyen, dünyayı kendinin kılamayan, orada bir ev bulamayan birinin öyküsünü yazar.

Andrea’nin dünyevîliği ile ona mektup yazan anlatıcının evsizliği karşı karşıya konduğunda, kendimizi bütün umudu ve çabasına karşın o düzeni tutamayan anlatıcının yanında buluruz.

Ve anlarız ki, hepimizin hali budur aslında. Dünya evimiz değildir. Ne kadar yerleşmek istesek de, hep biraz yabancı kalırız.

Monday, June 21, 2010

Timşel



BirGün
21 Haziran 2010

Aynı konuda iki yazı yazılır mı? Neden olmasın? (Galiba bununla beraber üç oluyor, ama neyse. Aritmetik hiç bir zaman kuvvetli tarafım olmamıştır.)

Geçen hafta Habil’le Kabil’in hikayesini yazmıştım. Bu bana Steinbeck’in ‘Cennetin Doğusu’ adlı romanındaki bir tartışmayı hatırlattı. Romanın sonuna doğru Adam, Samuel ve Çinli uşak Lee bu hikayeyi tartışırlar. Tanrı’nın Kabil’e kötülüğe egemen olacağı yolunda bir söz verip vermediği üzerine kafa yorarlar.

Lee bu öyküden çok etkilenmiştir. İncil’deki açıklama onu tatmin etmez. Tanrı Kabil’e şöyle demektedir orada: “Elbette, eğer iyi davranırsan, yüzünü kaldırırsın; eğer kötü davranırsan, günah kapıda durur ve onun arzuları sana yönelir, ama sen ona egemen olacaksın.” Buradaki “sen ona egemen olacaksın” lafı ilgisini çeker, çünkü bu Kabil’e kötülüğün üstesinden geleceği yolunda bir teminat verildiği anlamına gelmektedir.

Bunun üzerine Tevrat’a başvurur Lee. Tevrat’ta bunun için başka bir ifade yer almaktadır. İbranice’deki ‘timşel’ sözcüğü bir kesinlikten çok bir olasılığa işaret eder. ‘Timşel,’ ‘yapabilirsin’ demektir. Yani kötülüğe egemen olabilirsin. Eğer istersen. Lee, seçimi tamamen insana bıraktığı için, bunun dünyanın belki de en önemli sözcüğü olduğunu söyler. İnsanın önünde iyiliğin yolunu açmaktadır çünkü.

“Milyonlarca inanmış insan ‘egemen ol’ buyruğuna uyuyor ve bütün ağırlıklarını itaat etme üzerine veriyorlar; milyonlarca başka inanan da o an ‘egemen olacaksın’ sözündeki yazgıya inanıyorlar ve yaptıkları hiçbir şeyin, yazgının akışını durduramayacağını sanıyorlar. Ama insanı yücelten ve tanrıların katına çıkaran ‘yapabilirsin’ sözcüğüdür, çünkü o güçsüzlüğü, kirlenmişliği içinde, kardeş katili olma durumunda, önemli bir seçim yapmak zorunda kalır. Yolunu seçebilir, bu yolu aşmak için savaşabilir ve yenebilir.”

Steinbeck, Habil ve Kabil’in hikayesini romanının eksenine koyarak, bize kötülüğün doğasına dair önemli bir şey söyler: kötülük de iyilik gibi özgürlükten beslenir. ‘Yapabilirsin’ demek aynı zamanda ‘yapmayabilirsin’ anlamına da gelir çünkü. Belki de tam bu nedenle, bilerek ve isteyerek kötülüğü seçen bir karakteri de romana dahil eder, Steinbeck. Bu hikayenin Habil ve Kabil’i olan ikizlerin annesi Kate’in kötü olmak için hiç bir sebebi yoktur. O sadece vicdanının kapılarını sımsıkı kapatmış, iyiliğe sırt çevirmeyi tercih etmiştir. Yapmayabileceğini bilir ve yapmaz.

İyiliğe gelince, evet bir söz verilmiştir. Ama verilen söz iradeyi dışlamaz. Bir olasılığın sözüdür bu. Daha iyi bir dünya yaratabileceğimizin garantisi değildir belki, ama umudu terketmemek için bir gerekçedir. Belki çok çaba gerekecektir. Belki daha bir çok insanın kan, ter ve gözyaşı dökmesi lâzım gelecektir. Ama kötülüğe egemen olmak mümkündür.

2009 senesinin Ocak ayında, Gazze Şeridi’ne giren İsrail tanklarının ateşinde hayatını kaybeden ilk kişinin Filistinli bir çocuk olduğunu okuduğumu hatırlıyorum. Bundan kısa bir süre sonra da Internet’te dolaşan bir video geçti elime. Vaktinden önce büyümek zorunda kalmış küçük kavruk bir kız çocuğu, yıkılan evinin duvarlarını, paramparça olmuş oyuncaklarını göstererek konuşuyor da konuşuyordu.

İnsanın içini dağlayan bir manzaraydı bu. Aylarca aklımdan çıkmadı. Yıkıntıları göstererek, “Şimdi buraları kim temizleyecek? Oyuncaklarımı kim onaracak?’ diye soran o çocuğun çaresizliğini unutmak mümkün değildi.

İsrail hükümeti, üç yıldır Gazze'ye uygulanan ekonomik ambargonun sebebini açıklamayı reddiyor. Geçenlerde, İsrailli insan hakları örgütlerinden Gisha, bilgi edinme hakkı çerçevesinde mahkemeye yaptığı başvuruda Gazze'ye sokulmayan malların listesi ve sebeplerinin izahını istedi. Mahkeme de başvuru üzerine hükümetten izahat istedi. Ancak Netanyahu hükümeti mahkemenin bu yöndeki talebini reddetmeyi tercih etti.

İsrail’in Gazze’ye sokulmasını istemediği şeyler arasında oyuncakların da olduğunu okuyunca, o kız çocuğu yeniden aklıma düştü. Parçalanmış oyuncaklarının arasında kendisi de kırık bir bebek gibi oturan o çocuk, acaba şimdi neyle oynuyordur? Boş kovanlar ve sağa sola saçılmış şarapnel parçalarıyla mı?

İsrail hükümetine Tevrat’taki o sözü hatırlatmak istiyorum. Bu böyle devam etmek zorunda değil. Aksi de mümkün. Yapabilirler. Timşel.