Monday, August 23, 2010

Bir diş için ölüm nedir ki?


Birgün
22 Ağustos 2010

Herkes gibi ben de dişçiye gitmekten korkuyorum. (Kendilerine ‘dişçi’ denmesinden hoşlanmazlar, sakın yüzlerine söylemeyin.) Diş doktoru arkadaşım var. Çok yakın arkadaşım hem de. Bir süredir kaçıyorum. Onun varlığı bile beni rahatlatmıyor. Ne zaman o koltuğa otursam, aklıma orada daha evvel çektiğim acılar geliyor. Soğuk soğuk terler döküyorum.

Yine de diş hekimlerine hep bir yakınlık duyarım. Biraz melankolik oldukları için belki de. Neden böyle olurlar? Doktorlardan bekler insan aslında bunu. Daha çok felâket daha çok ölüm görürler çünkü. Ama onlar çoğu kez alaycı ve mesafelidirler. Halbuki diş hekimleri öyle midir? En komiğinden en geveze olanına kadar hepsi illa ki biraz efkârlıdır.

Ne zaman diş doktoruna gitmek zorunda kalsam, hep Mr Tench’i hatırlarım. Graham Greene’in en iyi romanlarından biri olan ‘The Power and the Glory’nin (Güç ve Zafer) karakterlerinden biri olan Mr Tench, bütün bu melankolik dişçilerin prototipi gibidir. Roman, onun küçük bir Meksika kasabasındaki muayenehanesinde açılır. Karısından ayrılmış, iki oğlundan birini kaybetmiş, İngiltere’den Meksika’ya göç etmiştir. Ülkesine geri dönmek ister ama bunu yapabilecek kadar parası yoktur. Bu küçük bunaltıcı kasabada sıkışıp kalmıştır.

Mr Tench, limandaki gemiyi bekleyen bir yabancıyı muayenehanesine davet ettiğinde, biz de onunla beraber içeri girer ve kendimizi doktorun ağır hüznünün içinde buluruz. Yabancıya bir kadeh içki ikram edip konuşmaya başladığında, bütün hayatının büyük bir düşkırıklığından ibaret olduğunu anlarız. O da herkes gibi sahile yanaşan gemiyle ilgilenmektedir. İngiltere’den bir eter silindiri ısmarlamıştır. Eter gelirse hastalarına anestezi yapabilecek, işini rahatça görecektir. Ama o silindir bir türlü eline geçmez. Medeniyetten uzak bu kasabaya bir şeylerin ulaşması aylar almaktadır. Bu aksaklık bile, Mr Tench’ten etrafa yayılan hüznü ve yokluk duygusunu kuvvetlendirsin diye oraya konmuştur sanki. Eter gelmeyecek, acılar dinmeyecektir.

Roman böyle ağır ve sıkıntılı bir havada açılır. Hiç bir şey olmuyormuş gibi görünen bu uykulu kasabada bir felaketin nüvesi saklıdır. Greene, sonradan bütün romana hakim olacak bu duyguyu Mr Tench’in ruh hali üzerinden ince ince kurar. Esas olan yalnızlık ve umutsuzluktur. 1930ların Meksika’sında Tanrı’nın unuttuğu bu küçük kasaba, ağrılı bir diş gibi yavaş yavaş çürüyüp bozulmaktadır.

Graham Greene, romanını bu metaforun üzerinden açarken bize şunu söyler gibidir: hayat acısı dindirilemeyen kocaman bir diştir. Her kalp atışında zonklayarak kendini yeniden ve yeniden hatırlatır. Yaşamın öyküsü çürümenin öyküsüdür aslında. Bozulmayı durdurmak mümkün değildir. Başladığımız andan itibaren yok oluşa doğru ilerleriz. Greene’e göre, buradaki varlığımız kendisi bir hastalıktır ve tedavisi yoktur. Böyle okunduğunda, ‘Güç ve Zafer’ yalnızca o küçük Meksika kasabasının değil, bütün bir insanlığın hikayesidir.

O zaman diş hekimlerinin melankolisini anlayabiliriz belki. Onların hüznü çaresizliklerinden gelir. Doktorlar hayat kurtardıklarını düşünüp teselli bulurlar. Bir tür tanrısallıktır onlarınki. Ne de olsa, bir hastayı daha ölümün elinden almış, kadere meydan okumuşlardır. Oysa diş hekimleri, bunu söyleyerek kandıramazlar kendilerini. Onlar çürümeyi gün be gün izlerler. En nihayetinde, neticesiz bir mücadele içinde olduklarını bilirler. Dolgular düşecek, dişler sallanacak, protezler kırılacaktır. Diş hekimleri için beden dişten ibarettir. Her gün bir çok hasta kaybederler. Yenik hissetmeleri doğaldır.

Bir diş için ölüm nedir ki? Ağrı sona erer, defter kapanır. Böyle dediğinizi duyar gibiyim.

Bu soruyu bir de Dostoyevski’ye sormanızı öneririm. Diş ağrısından zevk alınabileceğini iddia eden Yeraltı Adamı size şunu söyleyecektir: acı çeken insan içten içe bunun devam etmesini arzu eder. Çünkü ne kadar inkar etse de gayet iyi bilir ki, acıların bitmesi hayatın sona erdiği anlamına gelecektir.

Monday, August 09, 2010

Kadınlar 'düzeltilebilir' mi?


BirGün
7 Ağustos 2010

Her okuyuşumda yeniden hayranlık duyduğum bir yazar olmasına rağmen bazen Joyce’u sevmekte zorlanırım. Bunda kadınlara karşı tutumunun payı büyüktür. Mesela Ulysses, benzerine az rastlanan bir edebi dehanın ürünü olmasına rağmen, kadınlara yönelik yer yer düşmanlığa varacak bir önyargı ile yazılmıştır.

Bir iki istisna dışında kadınlar genellikle basitlikleriyle ya da zayıflıklarıyla öne çıkarlar. Sonunda, romanın en önemli kadın karakteri olan Molly’nin nehir gibi akan zihnine girdiğimiz o noktasız virgülsüz pasaj bile, bir kadının değil, bir erkek tarafından hayal edilen bir kadının iç dünyasını açar bize.

Romanın başkişisi Leopold Bloom kadınlara nasıl davranılması gerektiğine dair uzun uzun kafa yorar. Aslında karısı Molly ile nasıl başa çıkacağını düşünmektedir elbette. Kocasına göre, Molly Bloom cahil bir kadındır. Değişmeye de hiç niyeti yoktur.

Molly’nin edebiyat ve felsefe bilgisi hakikaten pek fenadır. Ucuz aşk romanlarından başka pek bir şey okumaz. Üstelik, Aristo’nun müstehcen resimlerle dolu bir embriyoloji kitabı yazdığına, Defoe’nun kendisiyle aynı ismi paylaşan bir kenar mahalle dilberi yarattığına ve Rabelais’nin sipariş üzerine gastronomi kitapları yazan ikinci sınıf bir Fransız yazarı olduğuna inanır.

Leopold, karısının cehaletiyle çeşitli yöntemler kullanarak mücadele eder. Bazı kitapları, belli bir sayfayı açık bırakıp göze çarpan bir yerlere bırakır. Sürekli göndermeler yaparak konuşur. Molly oradayken başkalarının bilgisizliğiyle açıkça dalga geçer. Ya da ona uzun uzun açıklamalarda bulunur. Ve böylelikle tartışmaları kazanacağını umar.

Ama Molly bildiğinden şaşmaz. Onun için ne ise odur. Romanın sonlarına doğru bir yerde, Leopold karısını eğitmenin olanaksızlığını kabul eder. Ona göre, bir kadını herhangi bir konuda ‘düzeltmek’ istiyorsanız bunu ona doğrudan söylemenin pek bir anlamı yoktur. Ne var ki, kadınlara istediğiniz şeyi dolaylı bir şekilde davranarak yaptırabilirsiniz.

Örneğin?

“Yağmurda şemsiye kullanmayı sevmezdi, o ise şemsiyeli kadınları severdi, karısı yağmurda yeni şapka giymeyi sevmezdi, o ise yeni şapka giyen kadınları severdi, yağmur yağarken karısına yeni şapka alırdı, o da yeni şapka giyerek şemsiye taşırdı.”

Kadınlar konusundaki fikirlerinin bir çoğuna katılmasam da, Bloom’un bu noktada yerinde bir tespitte bulunduğunu kabul etmeliyim. Kadınlar söz konusu olduğunda, doğrudan yaklaşıldığı zaman netice vermeyecek bir çok talep dolaylı bir yöntem izlendiğinde insanı sonuca götürebilir.

Akıllı erkekler bunu hemen farkeder. Bunlar size yengeç gibi hep kenardan kenardan yaklaşacaktır. Dekoltenizi fazla kışkırtıcı bulduklarında bunu açıkça söylemektense, o elbisenin gözlerinizin rengine uymadığı konusunda israr edecek; kahvaltıda beyaz peynir yemekten hoşlanmıyorlarsa bunun selülit yaptığını söyleyecek; ayakkabılarınızın sayısı beklenenden fazlaysa her sosyal ortamda Imelda Marcos’tan bahis açıp size imalı imalı bakacaklardır.

Kadınlar dolaylı mesajları daha iyi algılar. Burası doğrudur. Fakat kadınlar konusundaki bir çok önyargı gibi bu da bir genellemedir. Şunu unutmamak gerekir ki, her kadın manipulasyona pabuç bırakmaz. Kimileri dirençli çıkacaktır. Kendi iradesi dışında bir istikamete doğru yönlendirildiğini farkettiğinde buna itiraz edecektir.

Evet, kadın kültürü ağırlıklı olarak ‘idarecilik’ üzerine kuruludur. Babasını, kocasını, patronunu idare eden kadınlar görürsünüz. Ama bazı kadınlar idare etmez. İdare edilmeye de gelmez. İşte bunları ‘düzeltmek’ mümkün değildir. Onları ne zor kullanarak, ne de talim terbiyeye tabi tutarak değiştirebilirsiniz. Ancak kendileri isterse değişirler.

Beni her zaman gülümseten bir İngiliz atasözünün dediği gibi, atı suyun kenarına götürebilirsiniz ama içmesini sağlayamazsınız.

Daha akıllı erkekler her zaman böyle kadınları seçer.

Sunday, August 01, 2010

Devlet Kapısı


BirGün
1 Ağustos 2010

Ne zaman bir devlet dairesine girmem gerekse bir kaç gün önceden kabuslar görmeye başlarım. Daha önceki tecrübelerim bir bir aklıma gelir, bu konudaki başarısızlıklarım gözümün önünden ağırbaşlı bir cenaze korteji gibi yavaş yavaş geçer. Meşhur birinin cenazesine benzer bu, bitmek bilmez. İçim daralır. Daha gitmeden hesabımın kesildiğinden emin olurum. Şüphesiz bu tecrübe de diğerleri gibi olacaktır. Gideceğim masayı bir türlü bulamayacak, bulsam da sıralarda saatlerce bekleyecek ve suratsız bir memur tarafından iyi ihtimalle o gün kötü ihtimalle ise ertesi gün küçümsenecek olduğumu bilirim.

Devlet kapısı, benim için her zaman Kafka’nın ‘Dava’da sözünü ettiği o mahkeme kapısı gibidir. Tamamen benim için ama bana her zaman kapalı. İçeri girmekten çok önünde beklemek için yapılmış bir kapı. Kafka başka bir yerde devlet dairelerine dair şunları yazar: “Resmi dairelerin koridorları aşağılanma kokar. Sigara içmek kesinlikle yasaktır. Bu yasağın kapsamına soluk almak da girer. Buna karşılık yürek çarpıntısına izin vardır, dahası çarpıntı olması istenen bir şeydir. Her türlü ümit uçup gider. Kapıdan kapıya gönderilen kişiye suçluluk duygusu aşılanır. Buraya giren, yalnızca bir vizite kağıdı ya da pasaportunun uzatılmasını istese bile kendini suçlu hisseder. En iyi olasılıkla bir dilek sahibidir, aslında ise suçludur.”

Yakında çıkacağım bir yolculuk nedeniyle şu aralar sık sık devlet kapılarını aşındırmam gerekiyor. Bir sürü kağıt işi. Elimde bir takım evraklarla durmadan oradan oraya koşturuyorum. Bu sıcakta oflaya puflaya ilerleyen bir buharlı tren gibiyim. Seferler bitmek bilmiyor. Arada bir, ben de buhar boşaltmak ya da iyisi mi düdüğümü acı acı öttürmek istiyorum. Ama ne mümkün! Her memurun karşısında bir kez daha anlıyorum ki, daha en başından suçluyum ve haksızım. Çünkü bir ricacıyım ben. O binada bir yer işgal ediyor, istenmeyen soluğumla havayı tüketiyorum. Böyle anlarda, ‘Merhaba Kafka!’ diyorum bazen yüksek sesle. Galiba yavaş yavaş deliriyorum.

Kimi günler biraz daha kalender oluyorum. O zamanlarda da, Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’daki o muhteşem devlet dairesi tasviri geliyor aklıma. İyi bir iş kovalayıcısı olan Turgut’u kendime örnek almaya gayret ediyorum. Pabuçlarımın üzerindeki her bir lekeyi uzun uzun inceleyerek sırada beklerken, onun birbiri ardına sıraladığı kuralları hatırlamaya çalışıyorum: “Elini hiç bir kağıda uzatmayacaksın: on emrin birincisi budur. Söze erken başlamayacaksın, hiç bir düşünce ileri sürmeyeceksin, hiç bir şey bilmezmiş gibi görüneceksin, garip şekilde giyinmeyeceksin, ellerini masaya dayamayacaksın, seni baştan savmalarına yol açmamak şartıyla kendine acındıracaksın, gülümseyeceksin, bekleyeceksin… ve hiç bir zaman ümide kapılmayacaksın.”

Hepsi tamam da, ben bu sonuncusunda çuvallıyorum işte. Bundan kaybediyorum. Çünkü her seferinde öyle bir an geliyor ki, ‘İşte bu sefer tamam,’ diyorum kendi kendime, ‘Bu sefer hallettik.’ Oysa her zaman bir pürüz çıkıyor. Ya yanlış sırada bekliyor oluyorum, ya beklediğim memur gelmiyor, ya da geliyor ama masasına oturur oturmaz ‘Bu evrakı sadece saat 4’e kadar alıyoruz’ deyiveriyor. O zaman saat 4’e kadar neredeydin be adam? Bunu diyemiyorum. Alın bu evrakı! Onun hisleri yok, aldırmayacaktır. Bunu da diyemiyorum.

Ya da netice almaya çok yaklaştığımı düşündüğüm bir anda, bazı belgelerin eksik olduğu ortaya çıkıyor. Basit şeyler bunlar. Nüfus cüzdanı fotokopisi falan gibi mesela. O zaman insanı fotokopiciye gönderiyorlar. Aşağıda canından bezmiş bir adam bir takım teknolojik aletlerin başında oturuyor. Göz göze gelmeyi başarabilirseniz derdinizi söylüyorsunuz. ‘Fotokopi?’ ‘Bozuk,’ diyor. ‘Peki tarayıcı?’ ‘O ne ki?’ ‘Yazıcı?’ ‘Yok bizde.’ O zaman bibuçuk kıymalı pide rica edeyim, demek istiyorum. Dedim ya, yavaş yavaş deliriyorum.

Halletmem gereken kağıt işlerinin başındayım henüz. Daha bunun pasaportu var, vizesi var, hatta belki Ankara’ya gidip gelmesi var. Daha çok kapı var önümde. Aklıma sahip olmalıyım. Turgut’un dediği gibi, Budist olmalıyım. Ağaç, taş ya da bambu olmalıyım. Her şeyi ama her şeyi tevekkülle karşılamalıyım.

Gitmeme bu kadar az kalmışken, balataları yakıp damga, mühür, pul falan diye sayıklayarak dolaşan bir meczup olmamalıyım.