Sunday, December 06, 2015

Dünyayı güzellik kurtaracak...

BirGün Pazar
15 Kasım 2015




Dünyayı güzellik kurtaracak…

Bu başlığı görünce belki de bu yazıyı atlamak istediniz. Haksız değilsiniz. Şu aralar hiçbirimizin böyle “hülyalı” lafları duymaya tahammülü yok. Her gün insanların öldürüldüğü, şehirlerin kuşatma altında tutulduğu ve bu olanlara itiraz eden insanların hapse atıldığı ülkemizde güzellikten söz etmek bir tür küstahlık bile sayılabilir. Yine de, ilk bakışta nafile bir teselli gibi görünen ve gerekli gereksiz tekrar edildiği için artık kulağa anlamsız gelen bu sözlerin, dünyanın gidişatına dair çok karamsar hisler besleyen bir romancının elinden çıktığını hatırlatmak isterim.

Geçtiğimiz hafta 194. doğum gününü kutladığımız Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, umut ve heves ilham eden bu lafı İppolit Terentyev’e söyletir. Budala’nın unutulmaz kişilerinden biri olan bu veremli genç adam, keskin zekası, aşırı hassasiyeti ve akıl almaz derecede karmaşık kişiliği ile tipik bir Dostoyevski karakteridir. Ivan Karamasov ya da Raskolnikov gibi onun da, Tanrı’nın kendisiyle değil yarattığı dünyayla bir meselesi vardır. Ona göre, insanlar özünde zalim, dünya da adaletsiz bir yerdir. Yaklaşan vakitsiz ölümünü de bunun bir işareti olarak görür, İppolit. Heyecanlı, sivri dilli ve gururlu bir gençtir. Çok zamanı kalmadığının farkındadır. Bir insan olarak onurunu koruyabilmek için, kendisine kalan son özgürlüğü kullanarak canına kıymak ister. Ama bundan önce, romanın ana karakteri olan Prens Mışkin’in de hazır bulunduğu bir toplulukta, bir veda mektubundan çok bir manifestoyu andıran uzun bir konuşma yapar. İşte Budala’nın çok önemli sahnelerinden birini oluşturan bu konuşma onun Prens Mışkin’e sorduğu şu soruyla başlar.

Bir gün konuşurken, dünyayı güzellik kurtaracak demişsiniz, bu doğru mu?”

İnsanın dünyadaki yalnızlığı ve terk edilmişliği Budala’nın temel meselelerinden biridir. İppolit de romanda bu fikrin vücuda gelmiş halidir. Bunu en iyi hissettiğimiz sahnelerden biri, onun Mışkin’in “Bu resme bakan inancını kaybeder” dediği “Mezarındaki İsa” adlı bir tabloya dair söyledikleridir. Holbein’ın bu meşhur tablosu, İsa’nın çarmıhtan indirilip tabuta konduğu anı resmeder. İsa’yı çarmıhtayken bile tanrının kutsal ışığının güzelliği altında resmetmek yolundaki genel eğilimin tersine, bu tablo dövülmüş, yaralanmış ve çeşitli işkencelere maruz bırakılarak öldürülmüş bir insan bedenini en acınası haliyle temsil eder. Bu İsa’nın en insan halidir. Ölü bedeninde güzellikten en ufak bir iz bile yoktur. Kardeşlerinin zalimliğine maruz kalmış ve babası tarafından ölüme terk edilmiş bir adamın resmidir aslında. Ippolit intihar notu olarak yazdığı uzun mektubu okurken bu tablodan şöyle söz eder:

Bu tabloda belki de, özellikle, herkesin boyun eğdiği ve sizi de ister istemez etkisi altına alan o karanlık, küstah, anlamsız-sonsuz güç canlandırılmış. Ölünün çevresinde yer alan ve hiçbirini tabloda görmediğimiz insanlar o akşam bir anda bütün umutlarını, hatta belki de inançlarını paramparça eden korkunç bir acıyı ve kuşkuyu yaşamış olmalıydılar. Asla kurtulamayacakları bir düşünceyi de içlerinde götürerek her biri bir yana dağılıp gitmişti belki de. İsa da öldürülmeden önce kendisinin şu tablodaki halini görebilseydi, çarmıha kendiliğinden çıkar ve şimdi olduğu gibi ölür müydü? Tabloya baktığınızda işte bu soru da karşınıza dikiliyordu.


Dostoyevski, Budala’nın ana karakteri güzel ruhlu Prens Mışkin’in karşısına bu genç ve asi delikanlıyı yerleştirerek, her zaman yaptığı gibi yine bir çatışma ile çıkar önümüze. Dünya bir nihilistin baktığı yerden göründüğü gibi karanlık ve umutsuz bir yer midir? Yoksa insan için bir kurtuluş umudu var mıdır? Eğer varsa bu neden güzellik olsundur?

Bu soru düşünmeye değerdir. Cehennemin öteki dünyada değil burada yanı başımızda olduğuna inanan İppolit, insan olmanın tanım itibarıyla acı çekmek anlamına geldiğini ve bunun ötesinde pek de bir şey beklemememiz gerektiğini söyler bize. O zaman “dünyayı güzellik kurtaracak” ifadesi sadece bir safsata mıdır? Kulağa hoş geliyor diye söylenmiş bir şey midir? İlk olarak Prens Mışkin’in ağzından çıktığına göre, bu sözler bir budalaya mı yoksa bir peygambere mi aittir?

Bu sorulara en güzel cevabı, 1970 senesinde Nobel ödülü aldığında yaptığı konuşmada Aleksandr Soljenitsin verir. Bu meşhur konuşmasında, Soljenitsin uzunca bir süre Dostoyevski’nin bu sözlerinin pek de derinliği olmayan bir laf salatası olduğunu düşündüğünü söyler önce. Sahi, ne demektir “dünyayı güzellik kurtaracak”? Güzelliğin insanın ruhunu yücelttiği doğrudur belki. Sanat çoğu zaman algımızı keskinleştirir, hayata bakışımızı derinleştirir. Ama dünyayı kurtarmak? O tamamen bambaşka bir şeydir. Dünyanın kan gölüne döndüğü, milyonlarca insanın bir hiç yüzünden yok edildiği, kişisel hırsların ülkeleri savaşlara götürdüğü yakın tarihimize bakmak bile bunun doğru olmadığını görmek için yeterlidir. Güzellik bu vakte kadar kimsenin hayatını kurtarmamıştır.

Ancak, der Soljenitsin, güzellikte – ya da onun sanat şeklinde tezahür eden halinde – karşı koyamayacağımız bir kuvvet vardır. “Gerçek bir sanat eserinin ikna gücü inkar edemeyeceğimiz kadar büyüktür. O kadar büyüktür ki, onun dile getirdiği fikre karşı olanların bile önünde diz çökmesini sağlayabilir.” Oysa, mesela siyasi bir iddiaya dayanan bir fikir eserine karşı çıkmak mümkündür. Onu yerden yere vurabilir, tamamen karşı görüşler dile getirerek çürütebiliriz. İnsanlar bir konuda farklı taraflar seçebilir ve tümüyle uzlaşmaz fikirlere sahip oldukları için sonsuza dek ayrı kamplara düşebilirler. Bir makaleyi birkaç mantık hatası yüzünden çöpe atabilirsiniz. Bir siyasi argümanı, sizin görüşlerinize ters düştüğü için, kökünden reddedebilirsiniz. Bir sanat eseri ise, yalnızca aklınızla kavrayabileceğiniz bir şey değildir. Sizi savunduğunuz fikirlerin ötesinde bir yerden yakalayacak ve sunduğu güzelliğin büyüklüğü ölçüsünde kendine tabi kılacaktır. Üzerinizde yarattığı etki de, bu nedenle, akıllıca yapılmış bir siyasi konuşmadan ya da iyi yazılmış bir makaleden çok daha kuvvetli olacaktır.

Dostoyevski’nin bu sözü için “Dikkatsizce söylenmiş bir laf değil, bir kehanettir bu,” der Soljenitsin. Bu büyük romancı, karakteri Mışkin’e atfettiği cinsten bir aydınlanma anında belki de bütün dünyayı böyle bir güzelliğin ışığı altında görmüştür ve onu söylemektedir bize.

Budala’nın başlarında bir yerde, sara krizi geçiren Prens Mışkin kutsal bir yükselme anı yaşar ve kendini ancak “zamansız bir güzellik” olarak tarif edebileceği bir anın içinde bulur. Mışkin, burada gündelik hayatın ve belki de aklın sınırları içinde kaldığı sürece asla ulaşamayacağı bir yere dokunmuş ve varlığından şüphe edilemeyecek bir hakikatin karşısında durduğu hissiyle donup kalmıştır.

Dostoyevski, bu sahneden hemen sonra Prens Mışkin’in ağzından “İnsan hakikatin karşısında ne yapabilirdi ki?” diye sorar bize. Böylece onun nezdinde hakikat ile güzelliğin tamamen aynı olduğunu anlarız. Belli ki, Soljenitsin’in okuması isabetlidir. Dostoyevski “Hakikat, İyilik ve Güzellik” şeklinde özetlenebilecek antik üçlemeyi, tek bir fikirde birleştirmiş ve bu fikre Prens Mışkin’in kişiliğinde can vermeyi tercih etmiştir.

Ne yazık ki, Holbein’in İsa’sı gibi, Mışkin de romanın sonunda taşıdığı ışığı kaybeder ve sıradan bir insanın çaresizliği içinde bulur kendini. Kimseyi kurtarmayı başaramamış, başkalarının acılarına çare olamamıştır. Her şey bittiğinde onu Rogojin’in yanında görürüz. Arkadaşını düşmek üzere olduğu dipsiz uçurumdan kurtarmaya çalışırken hem aciz hem de acınacak haldedir. Güzelliğini ve diğerleri üzerindeki gücünü yitirmiş, sonunda zavallı bir budala haline gelmiştir. 

O zaman, Dostoyevski’nin romanın başında Mışkin’in ağzından bize sunduğu “Dünyayı güzellik kurtaracak” kehaneti yerle bir mi olmuştur? Mışkin’in yıkılmasını bu umudun sonsuza kadar yok olması olarak mı anlamalıyız?

Hiç sanmıyorum. Mışkin yıkılmıştır belki. Ama Budala hala ayaktadır. Dostoyevski’nin romanı, edebiyatın karşı konulmaz güzelliği ile hala kalbimize dokunmakta ve bize başkalarının acılarına kayıtsız kalamayacağımızı hatırlatmaktadır.

Kalbe dokunmayanı tekrar etmenin anlamı yoktur, der Soljenitsin.

O zaman sanatın gücünü teslim edelim. Dünyayı değiştirecek olan güzelliktir. Çünkü güzel olanın önünde hepimiz aynı saygıyla eğileceğiz bir gün. Kendimizden daha büyük bir şeyin karşısında olduğumuzu bilerek yapacağız bunu. Zamansız bir şeyin önünde olduğumuzun farkında olarak duracağız orada. Çünkü güzel olan aşkın olandır. Kendi küçük dertlerimizden çıkıp dünyanın acısına doğru ilerlememizi sağlayandır.



NAİF

BirGün Pazar
14 Haziran 2015


Seçimden sonraki sabah gülümseyerek uyandım. Harika bir rüya gördüm çünkü. Rüyamda kül rengi bir dağ birden yeşilleniyordu. Taş toprak renk değiştiriyor, yerden ağaçlar fışkırıyordu. Yanımda eski bir öğrencim vardı: "Bizim memlekete bahar işte böyle gelir, hocam!" dedi.

İnsan kabusların en korkunç tarafını anlatamadığı gibi, bu kadar güzel bir rüyanın verdiği ferahlık hissiyle de baş edemiyor. Ben de ne yapacağımı bilemeden bir süre dolandım evde.

Tam o sırada, bir arkadaşım telefon etti. Seçim sonucuna dair kimi analizler yaptı. Belli ki o benim kadar iyimser değildi. Bense o kadar şaşkındım ki daha tam sevinememiştim bile. Ama rüyanın buğusu hala üzerimdeydi. Telefonu kapatmadan önce ona rüyamı anlattım. “Her zamanki gibi naifsin,” dedi bana “Boşuna ümitlenme, bu devran öyle kolay kolay değişmez!”

Bu naif lafını ne zaman duysam irkilirim. Daha iyi bir dünya istiyorsanız bu hep bir miktar şüphe ile karşılanır. Size hayalperest derler, romantik derler ve işte en fenası “naif” derler. Tırnak içinde yazdım, çünkü çoğu kez müstehzi bir şekilde söylenir bu. “Pek zeki biri değil” demektir, “hayaller dünyasında yaşıyor” demektir, “kolayca kandırılabilir” demektir. Bu liste böyle uzar gider. “Naif,” en iyi ihtimalle, iyi niyetli ama biraz saf anlamına gelir.

Dünyayı çözüp kenara koyduğunu zanneden bir tür insan vardır. Bu yargı genellikle onlardan gelir. Zaten yargıların çoğu onlardan gelir. Onlar hayatlarının bir döneminde bir sille yemiş ve bunun neticesinde dünyanın iyi bir yer olmadığını fark etmişlerdir. Hala o sillenin hatırası ile yaşarlar. Sanırlar ki, dünyanın fena bir yer olduğunu sadece onlar görmüştür. Tek bir sillenin etkisiyle yere düşmüş ve bir daha kalkamamış olduklarını anlamazlar bir türlü. Onlara göre yola devam edenler ya dayak yememiş ya da silleleri saymayı becerememiştir.

Bu kişiler kendilerine “gerçekçi” derler. Bunu söyleyerek kötülük dışındaki bütün olasılıkları öldürdüklerini fark etmezler. Çoğu kez aksini iddia etseler de, dünyayı bütün pisliği ile kabul ederler aslında. Kötülüğün mimarı değillerse bile zamanla ortağı haline gelirler. İyilik ancak bilgisizlikle ya da aptallıkla eşdeğerdir onlar için. Daha iyi bir dünya isteyenler, ya safiyane ütopyalar peşinde koşanlar ya da dağ başında yaşayan cahil çobanlardır. “Omelas’ı Terk Edenler” adlı öyküsünde Ursula LeGuin bu yanlış anlamayı çok güzel anlatır:

Ukalalarla züppelerin kışkırttığı kötü bir alışkanlığımız var bizim, mutluluğu aptalca bir şey gibi görüyoruz. Sadece acı entelektüel, sadece kötülük ilginç geliyor bize. Sanatçının ihaneti bu: Kötülüğün sıradan ve acının müthiş sıkıcı olabileceğini bir türlü kabul edememek. Onlarla baş edemiyorsan onlara katıl. Canını yakıyorsa yinele. Oysa acıyı yüceltmek sevinci lanetlemektir, şiddeti kucaklamak bütün diğer şeyleri elden kaçırmaktır.”

Le Guin haklıdır. Kötülük banal ve tekdüzedir. İyilik ise çok daha şaşırtıcıdır. Her seferinde farklı bir renk ve şekilde gelir. Hayalgücü ister. Cesaret ister. Zeka ve incelik ister. En çok da tevazu ister. Yoksa Fukushima’da radyoaktif bölgenin içinde terk edilmiş hayvanlara dört yıldır bakan Naoto Matsumura’yı nasıl anlayabiliriz? Hindistan’da 2002 yılındaki kıtlıktan sonra hayatını yoksul, evsiz, kimsesiz ve yardıma muhtaç insanlara adayan ve o zamandan bu yana 1,2 milyon kişiyi doyurmuş olan Narayanan Krishnan’ın yaptıklarına nasıl anlam verebiliriz?

Dünyayı değiştirmeyi isteyen insanlar aptal ya da cahil değildir. Bunu kötülüğü bilmedikleri için yapmazlar. Kötülüğü tercih etmedikleri için yaparlar. Daha iyisini istemeye cesaretleri olduğu için yaparlar. Aradaki fark budur.

Komplo teorileri, felaket senaryoları ve hayatı basite indirgeyen açıklamalarla uğraşanlar ise kolaycıdır çoğu kez. Ezberlerini bozmak istemezler. Kendi güvenli alanlarını bırakmaz, risk almayı tercih etmezler. Bulundukları o konforlu köşeden dünyanın geri kalanına dair ahkam keserler. Oysa hayatın büyülü tarafı o güvenli alanın dışına çıkınca başlar. Hayal gücünün alanı bu sınırdan başlayarak açılır. Hiç bilmediğiniz bir yere adım atmaya cesaret ettiğiniz andan itibaren siz de değişime açılmış olursunuz. Yeni ve daha iyi bir dünyanın olasılığını bulursunuz orada.

Gezi’de bize olan da buydu. O küçücük parkın içinde iyiliğin hakim olduğu bir dünyanın olasılığı ile karşılaştık. Bir ütopyayı ucundan bile olsa gördük. Evet, bu bir hayaldi belki. Ama o hayal bir süre için gerçek oldu. Bu seçim, o hayali meclise soktuğumuzun resmidir. Olduğu gibi kalır mı, buradan nerelere evrilir, bunları konuşmanın anlamı yok. Gezi için söylediğimiz şeyi, meclise girmeyi başardığımız bu tarihi seçim için de söyleyebiliriz: Bu oldu. Bunu artık bizden alamazlar.

Boşuna umutlanmayın diyenlere, seçim sonucu kalıcı bir birlikteliğin işareti değildir diye ahkam kesenlere, bir gecede ne değişecek sanıyorsunuz diye akıl verenlere ise şunları sormak lazım: Diyarbakır’da birkaç gün içinde öldürülen, kollarını bacaklarını kaybeden, yanıp kavrulan Kürtlere mi söylüyorsunuz bunu? Onlar da “naif” midir sizce? Evlerinde oturup boş hayaller mi kurmuşlardır? Her gün şiddete maruz kalıp öldürülen, taciz edilen, dövülen, o da olmazsa aşağılanan kadınlara mı söylüyorsunuz? Irkçı saldırılara maruz kaldıkları için senelerdir tedirginlik içinde yaşamaya mahkum edilmiş azınlıklara mı sesleniyorsunuz? Peki ya LGBT, alternatif bir hayat arayan romantik gençlerden mi oluşuyor sizce? Bunlardan hangisi her şeyin bir gecede değişeceğini düşünüyordur? Mücadele hangisi için şimdiye kadar kolay olmuştur ki, bundan sonrası öyle olsun?

Onun için, karar verdim, umutlanacağım ben. Bu anı gerçek kılabilmek için, kolunu bacağını gözünü vermiş, sevdiklerini kaybetmeyi göze almış insanlar umutlarını bırakmıyorsa, ben neden bırakayım? En karanlık günlerde bile bırakmadıysam, şimdi neden bırakayım?

Arkadaşıma gelince, niyetinin kötü olmadığını biliyorum. Bana “naif” derken amacı ukalalık etmek ya da akıl öğretmek değildi. O sadece beni düş kırıklığına karşı korumak istedi. Keşke ben de ona şunu söyleyebilseydim: Düş kurmaya cesaret edemeyenlerin kırılacak düşleri bile olmaz ki, arkadaşım!