Saturday, September 09, 2017

Kadınlar Kenti Juchitan


Türkiye’de yetişmiş çoğu kadın gibi ben de, sokakta yürürken kendimi sakınmam gerektiğini düşünerek büyüdüm. Bizim memlekette kadınlar, kafalarını öne eğerek ve bedenlerini koruma altına alarak yürürler. Dışarıdan gelen herhangi bir tehdide meydan vermemek için yaparlar bunu. Hepimiz üç aşağı beş yukarı aynı beden dilini kullanırız. Omuzlarımızı kasar, gözlerimizi hedefe doğru diker ve mümkün olduğu kadar hızlıca ilerlemeye gayret ederiz. Kalabalık bir sokakta yürüyorsak gereksiz temaslardan kaçınmak için sırtımızı duvara vermeye çalışırız. Sokak ıssızsa daha da kötü. Sürekli sağımızı solumuzu kontrol etmek, birilerinin etrafımızda dolaşmadığından emin olmak için dönüp bakmak zorunda kalırız. Onun için, çoğu zaman kötü bir Hollywood filminden çıkma gizli ajanlar gibi yürürüz dışarı çıktığımızda. 

Artık hayal gücü eksikliği mi dersiniz, yoksa daha elle tutulur sosyolojik bir açıklama mı ararsınız bilmiyorum, dünyanın başka yerlerindeki kadınların da sokakta benzer şekilde davrandığına dair kuvvetli bir hissim vardı. Ta ki, Latin Amerika’yı görene kadar.

Bundan bir iki sene önce kocamla birlikte Meksika’ya gittik. Orada geçirdiğimiz bir aya yakın süre içinde, beni en çok şaşırtan kadınların davranışları oldu. Kendilerini taşıyışlarında, vücut dillerini kullanışlarında, yere sağlam basarak yürüyüşlerinde daha önce rastlamadığım bir şey vardı. Başlarını dik tutuyorlar, cinselliklerinden utanmıyorlar ve içlerinden gelen bir melodiye eşlik edermiş gibi yürüyorlardı. Kendi bedenlerinin içinde rahat görünen ve dişiliklerini gururla taşıyan kadınlardı bunlar. Yaşını başını almış teyzelerin ellerindeki pazar torbalarına aldırmadan sokak orkestrasının çaldığı müziğe uyarak dans etmeye başladığını gördüğümde, kendisine laf atan adama pazılarını göstererek cevap veren bir genç kızla karşılaştığımda, ya da “Gel benim mangomdan ye!” diye bağırarak yoldan geçen genç erkeklere takılan bir kadın satıcı gördüğümde hayretler içinde kaldığımı hatırlıyorum.

Seyahatin bir noktasında kendimizi Oaxaca’da bulduk. Şansımıza o gün yaz festivali başlamıştı. Sokaklar renkli giysileri içinde yürüyen, dans eden, şarkı söyleyen insanlarla doluydu. Onların peşinden nefesli sazlardan büyük orkestralar yürüyordu. Biz de bir süre onlarla beraber şehri arşınladık. Ama sonunda yorulduk ve meydana bakan masalardan birine kurulup yiyecek bir şeyler ısmarladık. Hava limonata gibiydi. Uzaktan müzik sesi gelmeye devam ediyordu. Keyfimiz yerindeydi. Gece ilerledikçe etrafımızdaki masalar doldu ve sağdan soldan neşeli sesler yükselmeye başladı.

Derken masamıza dalgalı kısa saçlarını renkli bir eşarpla bağlamış gözlerinin içi gülen bir kadın yanaştı. Kırklı yaşlarının başında olmalıydı. Sanki içinde çok büyük bir kahkaha varmış da onu güçlükle zapt ediyormuş gibi duruyordu. “Ne içiyorsunuz?” diye sordu bize kırık dökük bir İngilizceyle. Elimizdeki bira bardaklarını gösterdik. “Burada bu içilmez!” dedi bir elini beline koyarak. Sonra içeride bir adama seslendi ve masamıza iki mezcal yollattı. “Bunlar benden,” dedi yine gülerek. Bu bölgeye özgü olduğunu bildiğimiz ama daha önce hiç denemediğimiz bu içecek önümüze gelince birbirimize baktık. “Korkmayın ısırmaz,” diye takıldı bize. Arkadaki masada oturan arkadaşları bunu duyunca alkışlayıp tezahürat yaptılar. Çaresiz birer yudum aldık. Bunun üzerine, sonradan adının Lupita (Guadalupe’nin kısaltılmışı) olduğunu öğreneceğimiz bu cevval kadın, kendine de bir mezcal söyleyip bir hamlede kafaya dikti. “Böyle içilir,” dedi ardından. Sonra da konuşmanın başından beri tutuyor gibi göründüğü kahkahayı patlattı.

O geceyi Lupita ve arkadaşlarının masasında bitirdik. Onların İngilizcesi çok kötüydü, bizim İspanyolcamız ise düpedüz berbattı. Ama Türk olduğumuzu anlayınca bizi hemen evlat edindiler. Sonuçta o masada konuşmadığımız pek bir şey kalmadı. Memleketlerimizin halinden girdik, hiçbir hükümete güvenilmeyeceğinden devam ettik, machismo’nun fenalığından çıktık. Üstüne bir de şarkı söyleyip geceyi kapattık. Ya da ben öyle hatırlıyorum, çünkü üçüncü mezcalden sonra ruhumu tatlı bir bulut sardı ve ayaklarım yere basmaz oldu.

Masadakilerin çoğu gibi Lupita da gazeteciydi. El Sur adında bir yerel gazetede çalışıyordu. O gecenin sonunda, ertesi gün doğup büyüdüğü şehre gideceğini ve orada gazetesinin onuncu yıl kutlamalarına katılacağını söyledi. Onu ziyaret etmek ister miydik? Eğer kabul edersek bizi kendi evinde ağırlamak istiyordu. Ayrıca çok büyük bir fiesta olacaktı, bunu kaçırmak istemezdik. Aslında başka planlarımız vardı. Ama Lupita’ya hayır demek çok zordu. Onun için teklifini kabul ettik ve ertesi gün tam ismi Juchitán de Zaragoza olan bu Zapotek şehrine doğru yola çıktık.  

Bu küçük şehre girer girmez başka türlü bir yere geldiğimizi hissettik. Juchitán’da kadınların yoğun varlığını fark etmemek mümkün değildi. Zocalo denen meydanı hemen hepsi kadınlardan oluşan satıcılarla doluydu. Tezgahlar birbiri ardına dizilmişti. Kurutulmuş balık, bölgenin tropik iklimine özgü çeşitli meyveler ve atole adı verilen mısırdan yapılmış içeceği satıyorlardı. Lupita’nın evinin bulunduğu mahalleye vardığımızda, yine kadınlar ve çocuklar karşıladı bizi. Kadınlar evlerinin önüne oturmuş, Tehuantepec Boğazı’nın nemli havasından kurtulup biraz rahatlayabilmek için yelpazeleniyorlardı. Çocuklar kapının önünde bir kedi bulmuş onunla oynuyorlardı. Lupita’yı görünce çığlıklar atarak ona doğru koştular. O da onlara cebinde taşıdığı şekerlerden verdi.

Sonradan öğreneceğimiz gibi, Orta Amerika’nın en eski yerli kabilelerinden biri olan Zapotekler anaerkil bir topluluktu. Kent ekonomisinin çoğunu kadınlar üstlenmişti. Küçük yaştayken çalışmaya başlıyorlar ve evi onlar geçindiriyorlardı. Erkeklerse ya daha geri planda roller benimsiyorlar ya da eşleriyle birlikte çalışıp ev ekonomisine katkıda bulunuyorlardı. Evde günlük hayat annelerin ve büyükannelerin etrafında dönüyor, kadınların idare ettiği büyük aileler halinde yaşanıyordu. Toplumsal roller de bununla birlikte şekillenmişti. Kadınlar sosyal hayatın her alanında aktif bir şekilde yer alıyor, kentin yönetimine doğrudan katılıyorlardı.

Lupita’nın evinin bulunduğu bölgede bir komün hayatı yaşanıyor gibiydi. İnsanlar birbirlerinin evine rahatça girip çıkıyor, eşyalarını ve yemeklerini paylaşıyordu. Hiç tanımadığımız birileri bize hem yiyecek hem de bir vantilatör getirdi. Fiesta zamanına kadar o vantilatör sayesinde biraz nefes aldık. Sonra yıkanıp temizlendik ve seyahat çantasında bulabildiğimiz en iyi kıyafetleri giyip hazırlandık. Lupita bana şöyle bir göz attı ve “Bu şekilde gidemezsin,” dedi. Üzerimdeki yazlık elbiseye şüpheyle baktım. “Neden?” diye sordum. Cevap vermek yerine beni elimden tutup yakınlarda bir yerde oturan kız kardeşinin evine doğru sürüklemeye başladı.

Lupita’nın kız kardeşini mutfakta muz kızartırken bulduk. Tek başına yaşıyor ve dikiş dikerek geçiniyordu. Önce bana bir tabak kızarmış muz ikram etti. Sonra arka odada duran koca bir sandığın başına götürdü ve “Seç!” dedi. Sandıktan renk renk etekler, işli bluzlar ve kurdeleler çıktı. İkisi bir olup beni bir güzel giydirdiler. Saçlarımı toplayıp çiçekler taktılar. Giyinme faslı bitince, Lupita bana şöyle bir baktı ve “Şimdi oldu!” dedi. Kahkahası yine ağzının kenarında bir yerde duruyordu. “Kocam ne olacak peki,” diye sordum ona. Onun kıyafeti fiesta için uygun muydu? “Erkekler önemli değil,” diye cevap verdi bana, “Beyaz gömlek nesine yetmez?”



Böylece sonunda partinin yapılacağı mekana doğru yola çıktık. Fırfırlı eteğim ve işli bluzumla biraz fazla süslü olduğumu düşünüyordum. Ama alana girer girmez yanıldığımı anladım. Bütün kadınlar saçlarını kurdelelerle süsleyip örmüşlerdi. Genç kızlar saten kumaştan yapılma bluzlar ve eteklerini iyice kabarık gösteren dantel jüponlar giymişlerdi. Hepsinin parlak altın takıları vardı. Bilezikler, küpeler, kolyeler göz alıyordu. Saçlarına gerçek çiçekler takmış güzel bir kadın bana yanaşıp “Hoş geldiniz!” dedi. Lupita kulağıma eğilip onun bir milletvekili olduğunu söyledi. Bir başkası El Sur’un editörüydü. Belediye Meclisi de neredeyse tamamen kadınlardan oluşuyordu ve tam kadro oradaydılar. Lupita bize Juchitán’ın 80’li yıllardan beri solcu bir yerel yönetim tarafından idare edildiğini anlattı. Bundan gurur duyduğu belli oluyordu. 


 Selamlaşma faslı bittikten sonra bizi en itibarlı masaya oturttular. Masamızda kadınlı erkekli bir grup vardı, neşeyle yiyip konuşuyorlardı. Müzik başladığı anda, konuşmalar kesildi. Orkestranın çaldığı neşeli şarkılarla birlikte herkes kendini ortadaki piste attı. Kadınlar yine ortamın kayıtsız şartsız hakimi gibi görünüyordu. Kaygısızca flört ediyor ve erkekleri dansa kaldırmaktan çekinmiyorlardı. Yalnızca saçları kurdelelerle süslü genç kızlar değil, geniş kalçaları ve iri göğüsleriyle geçkince hanımlar da dans etmekten geri kalmıyor, piste doğru ilerlerken gözlerine kestirdikleri birini çekip yanlarında götürüyorlardı. Yelpazeler hızla çevriliyor, etekler savruluyor, müzik hiç kesilmiyordu.

Yanımda oturan yaşlıca bir bey de beni dansa kaldırdı ama çok beceriksiz bulmuş olmalı ki hızlıca kocama iade etti. Bir başkası bütün gece bana Zapotek kültürüne dair bir şeyler anlatıp durdu, arada bir de ağzıma zorla bir şeyler tıkıştırdı. Yarım yamalak İspanyolcam yüzünden anlattıklarının çoğunu anlamadım, ama ayıp olur endişesiyle bana ikram ettiği yemekleri geri çevirmedim. Ta ki yediğim şeylerden birinin haşlanmış kaplumbağa yumurtası olduğunu anlayana kadar. 

 
Sonunda müzik sustu ve ödül töreni başladı. Gazetenin editörü olan bey ile bizim de tanıştığımız milletvekili birer konuşma yaptılar. Lupita ile birlikte bir başka gazeteciye plaket verildi. En çok alkışı Lupita aldı. Bizim yanımıza geldiğinde, “Bu kağıt parçası beni duygulandırıyor,” dedi. Biraz düşündükten sonra, “Yine de bunun yerine biraz para verselerdi fena olmazdı,” diye ekledi, “O zaman ben de Istanbul’a sizi görmeye gelebilirdim.”

Ertesi gün Lupita’nın evinde geceledik. Gece acıkabiliriz diye bize yiyecek bir şeyler bıraktı. Ertesi gün bizi otobüs garına bırakırken ikimize de sıkıca sarıldı ve geldiğimiz için teşekkür etti. Kim bilir belki o da bir gün İstanbul’a gelirdi. Ama önce Oaxaca’daki evine dönüp kocasına iyi davranması gerekiyordu. Çünkü gazetenin ödül töreni yüzünden onu biraz ihmal etmişti. “Deli adamın teki!” dedi kocası için. Ama bunu sevgiyle söylediği belli oluyordu.

Lupita bizi otobüse bindirdikten sonra bir süre el salladı. Sonra da bir elini kalçasına dayayıp yürüdü gitti. Bütün sokaklar onundu sanki. Ayaklarını yere sağlam basıyor, dimdik ve heybetli bir şekilde ilerliyordu.

Ardından öylece bakakaldık.





Monday, July 24, 2017

Güzel şeyler olacakken...


Bundan tam 10 yıl önce, hayatlarımız henüz ölümlerle ve felaketlerle kararmamış iken, Boğaziçi’ndeki sınıfımla dönemin son derslerinden birindeyiz. Genellikle yaptığım gibi, Çehov’u sona bırakmışım, Küçük Köpekli Kadın adlı öyküyü okuyoruz. O vakte kadar kısa öyküye dair öğrendikleri her şeyi unutmalarını, çünkü bir sihirbazla karşı karşıya olduğumuzu söylemişim öğrencilere. Demişim ki, bu öyküyü okuduktan sonra size neyin çarptığını anlayamayacaksınız! Biraz da bu cafcaflı girişin etkisiyle olacak, anlattıklarımı pür dikkat dinliyorlar.

Küçük Köpekli Kadın bir aşk öyküsü. Ama bildiğimiz aşk öykülerinden değil. Hayat hakkında, ölüm hakkında, bu dünyadaki varlığımızın geçiciliği hakkında yazılmış en güzel metinlerden biri. Basit ihtiyaçlar ile kişisel ihtiraslar arasında kaybolabileceğimizi ve insanı kendinden büyük bir anlama açan duygulardan hiçbirini tatmadan ölüp gidebileceğimizi hatırlatan çok kuvvetli bir hikâye. Hayatının tümünü basit zevkler peşinde koşarak geçirmiş ve aradığını bulamamış (hatta aradığının farkında bile olmayan) orta yaşlı bir adamın, genç bir kadınla tanışıp ona aşık olmasını ve bu tecrübeyle birlikte bambaşka bir insana dönüşmesini anlatıyor. Bütün Çehov öyküleri gibi düş kırıklıklarıyla, geç kalmışlık hissiyle, imkânsızlıklarla dolu. Ama yine bütün Çehov öyküleri gibi bu da büyük bir coşku ve umut barındırıyor içinde.

Bense bu öyküyü her anlattığımda yaşadığım endişeyi taşıyorum: Çehov’un hikâyesindeki derinliği öğrencilere gösterebilecek miyim? İlk bakışta sıradan bir aşk hikâyesi gibi görünen bu metnin katmanlarını bir bir kaldırabilecek miyim? Karşımdaki gencecik insanlar, bütün ömrünü ürkütücü bir vasatlık içinde geçirmiş Gurov’un, Anna’ya aşık olduğunu fark ettiğinde duyduğu şaşkınlığı, coşkuyu ve hüznü anlayabilecekler mi? Önünde açılan bu yeni dünyaya bakarken hissettiği korkuya bir anlam verebilecekler mi?

Öykünün en sevdiğim yerlerinden birine gelmişiz. Kahramanımız Gurov’un, yeni tanıştığı Anna’ya aşık olmaya başladığı ama daha evvel bu duyguyu hiç tatmadığı için başına gelenlere henüz anlam veremediği yerdeyiz. Çehov, okuyucusuna temkinli bir şekilde teslim ettiği bu önemli bilgiyi, kendi karakterinden iyice sakınıyor. Gurov buna daha hazır değil çünkü. Her zamanki gibi bir kaçamak yaptığını, güzel bir kadınla gününü gün ettiğini zannediyor. Anna ile birlikte Yalta yakınlarındaki sahil kasabasında bir bankta oturuyorlar. İkisi de pek konuşmuyorlar. Sonra Gurov birden dünyanın ne kadar güzel bir yer olduğunu fark ediyor.

Oreanda’da kilisenin yakınında bir banka oturdular, denize baktılar, suskundular. Sabahın pusunda Yalta zar zor görülüyordu, dağların tepelerinde beyaz bulutlar hareketsiz duruyordu, ağaçlarda yaprak kımıldamıyordu, çekirgeler sıçrıyordu ve aşağıdan denizin monoton, yankı yapan sesi geliyordu, huzurun sesi, ebedi uyku bizi bekliyordu. Burada Yalta yokken, Oreanda da yokken bu ses vardı, öyle olmalıydı. Şimdi de o ses geliyordu ve bizlerden sonra da gelecekti.

Yukarıdaki alıntıyı öğrencilere okurken, bir yandan da çok sevdiğim bu sahneyi anlatmaya hazırlandım. Her detayın, her ifadenin üzerinde duracak ve Gurov’un benliğinin nasıl yeni bir gerçekliğe açıldığını gösterecektim. Anna’nın varlığı sayesinde, yalnızca evrenin sonsuzluğunun değil, kendi kırılganlığının ve ölümlülüğünün de farkına vardığını anlatacaktım. 

Ama olamadı. Çünkü kapı çalındı. “Buyrun,” diye seslendim sabırsız bir şekilde. Derse geç kalan öğrencilerden birinin, sessizce içeriye süzülüp boş iskemlelerden birine oturacağını düşünmüştüm. Onun yerine temiz yüzlü bir çocuğun kapıda durduğunu gördüm. Ceketinin önünü ilikleyerek, “Bir duyuru yapmak istiyorum, hocam” dedi. “Ben de ders yapmak istiyorum,” dedim ona. Her zaman bu kadar huysuz değilimdir. Ne var ki, işin ucunda Gurov’un aydınlanma anını kaçırmak vardı.

Kaşlarımı çattım, suratıma mümkün olduğu kadar korkutucu bir ifade vermeye çalıştım. Genç adam bir adım geri çekildi, ama kapıyı kapatmadı. “Lütfen hocam,” dedi bana, “Çok uzun sürmeyecek, söz veriyorum.”

Tepeden tırnağa şöyle bir süzdüm onu. Ceketini ilikleyişinde, kapının önünde tedirgin bir şekilde duruşunda ve yüzünde bu tedirginliğe hiç uymayan kararlı ifadede merak uyandıran bir şey vardı. Neden ceket giymişti ki zaten! Öğrenci milleti ceket giymezdi. Kazak, mont, palto giyerdi. Ama ceket? Sonunda merakıma yenildim. “Ne hakkındaymış bu duyuru?” diye sordum ona. “Kulüpler hakkında, hocam,” dedi. “Ne kulübü bu?” “Yeni bir kulüp, hocam…”

“Peki,” dedim sonunda bezgin bezgin, “Yap bakalım duyurunu!” Ben ona yer vermek için çekilince, içeriye girip tahtaya doğru ilerledi. Sınıfa dönüp mırıl mırıl bir şeyler söylemeye başladı. “Duyamıyoruz,” diye seslendiler. Galiba ders bölündü diye onlar da biraz sinirliydiler. Bunun üzerine bağırarak devam etti: “Arkadaşlar, biliyorsunuz, hepimiz kariyer yapmak istiyoruz, para kazanmak istiyoruz, büyük işler başarmak istiyoruz.”

Hah, diye düşündüm bunları duyunca, ceketin sırrı çözüldü: Bu oğlan herhalde ileride iş adamı olmak isteyenlerin gittiği kulüplerden birinden. Onun için böyle fiyakalı giyinmiş.

“Oysa hayatta kariyerden çok daha önemli şeyler vardır,” diyen sesini duyunca yeniden kulak kabarttım. “Hayatımızı bunlarla uğraşarak geçirmemeliyiz,” diye anlatıyordu, “İyi bir hayat bundan çok daha fazlasını hak eder.” İşler gitgide ilginç bir hal alıyordu. Kollarımı kavuşturup dinlemeye başladım. “Ben bunun için yeni bir kulüp kurdum, şimdi size internet sitesinin adresini yazacağım,” dedi sonunda ve tahtaya gayet okunaksız bir yazıyla şunu yazdı:

www.buokulunenguzelkızınıseviyorum.com

Ardından ceketinin düğmelerini çözdü, cebinden bir kırmızı gül çıkardı ve arkalarda bir yerde oturan siyah saçlı sevimli yüzlü kıza doğru ilerleyerek gülü onun sırasına bıraktı. Sınıf ve ben hayretle onlara baktık. Kız utancından gülün rengini almıştı. Oğlanın suratında ise çok ciddi bir ifade vardı. Kıza doğru eğildi, “Ben sana üç yıldır aşığım,” dedi. Sonra sert hareketlerle bir asker gibi kapıya doğru yürüdü, bana başıyla kısa bir selam verdi ve sınıftan çıkıp gitti.

O gittikten sonra sınıfa şöyle bir göz attım. Çocuklar olan bitenin etkisiyle sersemlemişti. Önünde kırmızı gülüyle mahcup bir şekilde oturan kız hariç, hepsi sorar gibi bana bakıyordu. “Dersi tatil ediyorum,” dedim onlara, “Bunun üzerine söyleyecek daha iyi bir şeyim yok.”

Geçenlerde, ceketinin cebinde kırmızı gülüyle sınıfa giren o genç adam geldi aklıma. Gizlemeye çalıştığı heyecanını, gülü masaya bırakırken yüzünün aldığı ciddi ifadeyi hatırladım. Tek bir hareketi ile, benim iki saatlik Çehov dersimden daha fazlasını anlatmayı başarmıştı. O ve aşık olduğu tatlı gülüşlü kız öğretmen olacaklardı. Daha sonra beni görmeye gelip anlatmışlardı. Oldular mı acaba? Beraberler mi hâlâ? Ne harikaydılar onlar! Ne umutlu, ne güzeldiler!

2016 senesini geride bırakırken, bu mutlu anıya dönmüş olmak şaşırtmadı beni. Bunun bombalı saldırılarda hayatını kaybeden genç insanlarla ilgisi var, biliyorum. Bir hiç uğruna görevden alınan öğretmenlerle, yakılıp yıkılan evlerine giremedikleri için açlık sınırında yaşamak zorunda bırakılan çocuklarla, bu kadar şiddete maruz kaldıktan sonra insanlık sınırında yaşamak zorunda bırakılan bizlerle. Hepsiyle ilgisi var. Korkunç bir yıl oldu bu. Kötülükler ve felaketler yılı. Bir annus horribilis.

“Güzel şeyler olacakken kötü şeyler neden olur? Bunu neden yaparlar?” demiş Rus elçinin suikastına tanık olanlardan biri.* Sakin bakışlı, yüzünden üzüntü akan bir adam bu. Sergiye katılan bir grup izleyicinin, olayın ertesinde bir köşeye büzülüp bekleyişini gösteren ve sosyal medyada uzun süre paylaşılan o meşhur fotoğrafta sağ köşede duran adam. Korkmuş gibi görünmüyor. Daha çok bitkin. Hisleri körelmiş neredeyse. Düşünceli bir şekilde uzaklara bir yere doğru bakıyor. Sorulduğunda da bunu söylemiş işte: Kötü şeyler neden olur? Ben de bir süredir bunu düşünüyorum. Güzel şeyler olacakken… Hayatımız aşk ve mutluluk ile dolacakken, neden kötü şeyler olur?

Bu yazıyı yukarıda hikayelerini anlattığım o iki öğrenciye adıyorum. Umarım aşkları ve umutları devam ediyordur. Umarım bu ülkenin girdiği karanlık dönemeç, onlar gibi güzel çocukların hayallerini kırmamış, kalplerini karartmamıştır.

Sizlere de, sevgili okuyucular, iyi bir sene diliyorum. 2017, her şeyden önce barış getirsin bize. Gençlerin bombalara ve anlamsız savaşlara kurban gitmeyecekleri; onun yerine doludizgin aşık olacakları, parklarda bahçelerde sevgilileriyle el ele dolaşacakları, bu da olmazsa en azından aşk acısı çekip kötü şiirler yazacakları bir sene olsun.
* 5Harfliler’den Duygu Aytaç, söz konusu fotoğraftaki “sağdaki adam”a ulaşmış ve onunla konuşmayı başarmış. Söyleşinin devamı için bkz: http://www.5harfliler.com/sagdaki-adam-kendi-sozleriyle/

Bağlı Adam




20. yüzyılın en önemli yazarlarından biri geçtiğimiz ay hayata veda etti. Uzun ve eziyetli bir ömürdü onunki. Ama bir o kadar da verimli ve ilginç bir hayat yaşadı. 95 yaşında öldüğünde arkasında, kendi tabiriyle “üstesinden gelemediği tecrübeler” ile birlikte, çok sayıda şiir, oyun, roman ve öykü bıraktı.

Avusturyalı yazar ve romancı Ilse Aichinger, 1921’in Kasım ayında Viyana’da Yahudi bir anne ile Katolik bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelir. Kolay bir çocukluk değildir bu. Daha küçük bir kızken, annesi ile babası boşanır. Babası Nazilerin tarafında bir polis olarak hayatına devam eder, annesi ise mesleği olan hekimliği gitgide kötüleşen koşullar altında sürdürmeye çalışır. Başarılı bir öğrenci olmasına rağmen, bir “Mischling” (yarım-kan) sayıldığı için üniversiteye kabul edilmez. Anne tarafından Yahudi olmasına rağmen, Yahudiler arasında da kabul görmez aslında. İkiz kardeşi Helga İngiltere’ye gidip kurtulur. Ilse ise, annesi ile birlikte Viyana’da kalır ve bir eczanede çalışmaya başlar. Bu sürecin sonunda, bütün akrabalarını toplama kamplarında kaybedecek ve birdenbire kayıplara karışan annesinin izini bile süremeyecektir. Yine de onu en çok sarsan, anneannesinin bir trene bindirilip toplama kampına yollanmasıdır. Yıllar sonra yazacağı “Daha Büyük Umut” (Die grössere Hoffnung) adlı romana damgasını vuran da bu tecrübe olacaktır.

Varoluşsal meseleleri konu alan ve insanın yeryüzündeki kaderini anlatan alegorik hikayeler yazdığı için, genellikle Kafka’ya benzetilir Aichinger. Haklı bir benzetmedir bu. Yalnızca seçtiği konular değil, ne kadar çaresiz olurlarsa olsunlar umut etmekten vazgeçmeyen roman kişileri de Kafka’nınkileri andırır. Ne var ki Aichinger, bazen kısa ve vurucu bazen uzun ve şiirsel cümlelerle bezeli üslubu, çarpıcı imgeleri ve çocukların dünyasını anlatmaktaki özel becerisi ile tamamen kendine has bir yazardır aslında. Bunun için de edebiyat dünyasında apayrı bir yeri hak eder.

Sonradan büyük bir hayranlık duyacağım bu benzersiz kadın ile tanışmam uzun zaman önce karşıma çıkan bir öykü sayesinde oldu. “Bağlı Adam” (Der Gefesselte) adlı bu öyküde, bir sabah yol kenarında eli kolu bağlanmış şekilde uyanan bir adamın yaşadıkları anlatılır. Adam nasıl olup da bu hale düştüğünü hatırlamaz. Önce deli gibi çırpınır, ardından birilerinin gelip onu kurtaracağını umar, en sonunda boynundan ayağına kadar uzanan bu halatın aslında sıkıca bağlanmamış olduğunu ve eğer dikkatli bir şekilde hareket ederse ayağa kalkabileceğini fark eder. Bu bilgiyle birlikte vücudunun yeni sınırlarına alışır ve zamanla bu koşulları lehine çevirerek neredeyse bir akrobat kadar beceri kazanır. Sonuçta, istese halatı çözüp kendini kurtarabilecek hale gelmesine rağmen, onu bağlayan şeyle bütünleşir ve hatta bir gün tamamen serbest kalmaktan korkar hale gelir.

Kurt üzerine sıçradığında, akşam rüzgarı ikisinin arasında sakince esiyordu. Adam ipinin izin verdiği kadar hareket etti. Daha önce defalarca tekrar ederek öğrendiği gibi, vücudunu dikkatlice çevirdi ve hayvanı boğazından yakalayıverdi. Karşısında iki ayağı üzerinde dikilen yaratığa duyduğu şefkatle sarsıldı birden. Dört ayaklı bir varlığın içinde saklanan benzerine duyduğu şefkatti bu. Büyük bir kuş gibi ansızın pike yaparak hayvanın üzerine atıldı – tam o anda anladı ki, insan uygun bir şekilde bağlanırsa uçması bile mümkündü – ve onu yere indirdi. İnsanı yenilgiye götüren şey, kolunun bacağının tamamen serbest olmasıydı. Bu ölümcül avantajı kaybettiği için neredeyse sevinç duydu.”


Hazine gibi bir öyküdür, Bağlı Adam. Hepsi birbirinden zengin ve çeşitli anlamlara gebedir çünkü. İlk okuduğumda çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Aichinger’in öyküsü, bizi bağlayan şeye bağlandığımız ve onsuz yapamaz hale geldiğimiz fikri bir yana, bir de özgürlüğün sınırsız bir serbestlikle değil ancak “uygun bir şekilde bağlanmakla” mümkün olduğunu söylüyor gibiydi – ki bu sonuncusu bana çok garip gelmişti. Ama hikaye beni ele geçirmişti bir kere. Aynı sahneyi yeniden ve yeniden okudum. Bağlı Adam’ın bir gün vahşi bir hayvanla karşılaştığı ve kendini savunmak için onunla dövüşmek zorunda kaldığı sahneydi bu:
 
İyice garip bir sahneydi. Tamam, özgürlük ve serbestlik aynı şey değildi. Bu kadarını anlamıştım. Peki ya, bağlı olmaktan çıkarılan bu büyük kıvancın anlamı neydi? Bunun bir çaresizliğin değil, yeni bir olasılığın ifadesi olduğunu seziyordum. Ama nasıl bir şey olduğunu tam olarak kavrayamıyordum. Nasıl olur da, insanın elinin kolunun bağlanması, onu uçacak kadar özgür kılabilirdi?

Sonradan anlayacağım gibi, Aichinger bu öyküde, başka birçok şeyin yanı sıra, kendi tecrübesinin hikâyesini anlatıyordu. Dile getirilmesi zor, yazıya tercüme etmesi güç bir tecrübeydi bu. Nazi rejimi altında geçen hayatından ve bu korkunç koşullardan çıkan özgürlüğün olasılığından bahsediyordu. Bu öykü, bir varoluş anlatısı olduğu kadar, zalim bir rejimin altında yaşayan bir insanın ayakta kalabilmek için verdiği mücadelenin hikâyesiydi. “Bağlı Adam”ın ilk bakışta çelişik görünen durumunu anlatırken, bizi fiziksel olarak bağlayan ve hapseden koşulları kurtuluşumuzun umudu olarak görüyor ve onlar vasıtasıyla özgürleşebileceğimizi söylüyordu.

Varoluşun en büyük laneti, kontrol edemediğimiz ötekilerin acı verici varlığı ve bedenimizin gitgide ağırlaşan yükü ile bu dünyada hapis kalmış olmaksa; en büyük ödülü de, bu tecrübeye yön verecek bir zihnimizin olmasıydı. Bir göbek bağı gibi boğazımıza dolanan o halat, bedenimizi yere doğru çekiyordu. Ama her şey bununla bitmiyordu. Bir de o yükü taşıyan zihnimiz vardı. Ve esas önemli olan zihnin o halatla ne yaptığıydı. Zihnimiz bedenimizi hapseden koşulları anladığı sürece, onları dönüştürebileceğinin farkına varıyordu. Özgürlük de ancak böyle mümkündü zaten.

Uzun ömrü boyunca, insanlık durumuna dair bu derin bilgiyi asaletle taşıyan Aichinger’i buradan saygıyla selamlıyorum.

Kırılgan ve ölümlü bedenlerimizden çok daha fazlası olduğumuzu hatırlattığı için ona teşekkür borçluyuz. Evet, belki tamamen serbest değiliz hiçbirimiz. Hele tarihin bu karanlık dönemecinde. Sadece zarar görmeye müsait bedenlerimizle değil, hayatımızı cehenneme çevirenlerin zalimliğiyle ve doğanın acımasızlığıyla da elimiz kolumuz bağlı. Bütün bunlar doğru. Ama hiçbiri özgür olmamızın önünde engel değil. Yaratabiliriz ve dönüştürebiliriz. Hatta belki bir gün uçarız bile.

Auf Einmal/Ansızın




İsviçreli romancı ve oyun yazarı Friedrich Dürrenmatt, Yaşlı Kadının Ziyareti adlı oyununda gençken terk etmek zorunda kaldığı kasabaya bu sefer varlıklı bir kadın olarak dönen Claire Zachanassian’a şunu dedirtir: “Dünya beni bir fahişeye çevirdi, ben de onu geneleve çevireceğim.”

Yozlaşmış bir dünyada yaşadığının farkında olan, yasanın hiçbir işe yaramadığını bilen ama geç de olsa adaletin yerini bulmasını isteyen bir insanın sesidir bu. Bir Dürrenmatt karakterinin sesidir. Dürrenmatt, orta sınıfın toplumsal riyakarlığını, burjuva ahlakının yarattığı boğucu atmosferi ve hukuk denen şeyin çoğu kez güçlülerin zayıfları alt etmek için kullandığı bir araç haline geldiğini gayet iyi bilir. Ona göre, ne hukuk ne de onun yapı taşı olan orta sınıf değerleri adaleti tesis etmek için güvenilir bir zemin olarak kabul edilebilir. “Adalet korkunçtur,” der Dürrenmatt, üstelik nadiren yerine gelir.

Aslı Özge’nin adalet ve ahlak meselelerini masaya yatıran son filmi Auf Einmal/Ansızın da bir Dürrenmatt oyunu gibi açılıyor. Genç bir adam olan Karsten (Sebastian Hülk), bir akşam evinde parti veriyor ve yeni tanıştığı Anna ile yakınlaşıyor. Başında her şey sıradan bir hikaye gibi ilerlerken, gece bir felaketle sonuçlanıyor: Anna bilinmeyen bir nedenle ölüyor. Karsten ise, onu kurtarmak adına kendisinden beklenenleri yapmadığı için, bir süre sonra bu talihsiz olayın tanığı olmaktan çıkıp şüphelisi haline geliyor ve yargı süreci başlıyor (Filmi henüz izlememiş olanların, bundan sonrasını okumaları biraz lezzet kaçırıcı olabilir, haber verelim.)

Auf Einmal/Ansızın, kaba hatlarıyla bu yargı sürecinin nasıl işlediğinin hikayesi gibi görünse de, yönetmenin asıl odaklandığı nokta filmin ana karakterinin bu dönemde geçirdiği dönüşüm. Bir yandan mahkeme devam ederken, bir yandan da Karsten’in yakın çevresi tarafından nasıl yargılandığını ve yavaş yavaş derin bir yalnızlığa mahkum edildiğini görüyoruz. Dava nedeniyle etrafında oluşan puslu hava, o vakte kadar hayatını “normal” bir genç adam, uyumlu bir vatandaş, iyi bir erkek arkadaş ve gurur duyulacak bir evlat olarak geçirmiş Karsten’i toplumun dışına itiyor. Patronu, arkadaşları, sevgilisi ve hatta bir anlamda ailesi bile sonunda onu terk ediyorlar. Böylece genç adam kaderi ile baş başa kalıyor. Daha da fenası, ikiyüzlülüğünü o zamana kadar hiç fark etmediği bu küçük kasabayı çok garip bir açıdan ve bambaşka bir ışık altında görüyor.

Filmin başından itibaren karşımıza çıkan Hamlet göndermelerini de belki bu ışık altında okumak gerekiyor. Epigrafta bir ahlak tartışmasına doğru ilerleyeceğimizin ipucunu veren alıntı (“İyi ya da kötü diye bir şey yoktur; sadece düşünce onu öyle yapar”), film ilerledikçe Danimarkalı prens ile Karsten’in kaderlerinin benzerliğine dikkat çeken bir vurguyla devam ediyor: Ophelia’nın cenaze törenini anımsatan mezarlık sahnesi, dünyanın acılarına karşı şarkı söyleyen mezar kazıcısı detayıyla tamamlanıyor. Suçluluk duygusu, tereddüdü ve toplumun genel geçer yargılarına karşı isyanı ile Karsten film ilerledikçe gitgide Hamletleşiyor. Genç prensin kaderine isyan ettiği meşhur sahne ise (“Zaman çığrından çıkmış./Ey kör talihim benim, keşke bana düşmez olaydı onu düzeltmek!”), Karsten’in bir tepeden kasabasına doğru baktığı ve tamamen şirazesinden çıkmış bu dünyayı düzeltemeyeceğini anladığı anda karşılığını buluyor.
 

Filmin önemli anlarından biri olan bu sahnede, Karsten doğup büyüdüğü kasabaya yüksek bir yerden bakıyor ve biblo gibi evleriyle yapay bir cenneti andıran bu küçük kente bağırarak küfürler yağdırıyor. Aşağıdan yukarıya doğru çekilmiş planlardan birinde, onu bir yanında Alman bayrağı öbür tarafında dev bir haç olmak üzere görüyoruz. Bu iki sembol, yani milliyet ve din, Karsten’in o vakte kadar sorgulamak ihtiyacını duymadığı kimliğinin çok büyük bir kısmını oluşturuyor. Oğlunun evinde ölü bulunan kızın Rus olduğunu duyduğunda rahatlayan babası gibi, o da belki Almanlığı sayesinde bu davayı kazanacağını düşünüyor içten içe. “Bizim ailemiz nesillerdir bu kasabada yaşıyor, toplumun saygın birer üyesiyiz,” diyen babasıyla hesaplaşması nihayet gerçekleştiğinde ise, “Senin bana öğrettiklerin yüzünden bu haldeyim!” diye çatıyor ona.

Karsten, içinde yaşadığı riyakar topluma duyduğu nefretini haykırma noktasına geldiğinde, kiliseyle olan bağını da çoktan koparmış durumda aslında. Bundan bir önceki sahnede, onu son bir çare olarak Tanrı’ya sığınmak arzusuyla kilisede otururken görüyoruz. Düşünmek, dua etmek, ya da en azından kendi vicdanıyla baş başa kalabilmek umuduyla geldiği bu mekanda, bozuk bir orgdan çıkan uyumsuz sesler karşılıyor onu. Böylece sadece işlemeyen bir toplumun değil, tamamen sağırlaşmış bir Tanrı’nın da huzurunda olduğunu anlıyoruz. Karsten’in ahlaki çıkmazına cevap olabilecek dünyevi bir yargı olmadığı gibi, vicdanını rahatlatacak tanrısal bir merci de yok belli ki. Onun için dünya berbat bir kakofoniden ibaret artık.

Karsten’in dönüşümü de, bu farkındalığın neticesinde ortaya çıkıyor. Filmin ortasına geldiğimizde, üzerinde durduğu zemini artık bütünüyle kaybetmiş olan bu karakter, iyinin ve kötünün ötesinde yeni bir ahlak anlayışı arıyor. Bundan sonrası ise tamamen yokuş aşağı. Adalet yerine gelse de gelmese de, insanlığın hırsları ve zaafları üzerine kurulmuş bir dünyanın bir daha yaşanabilir bir yer olamayacağı hissiyle kalıyoruz. Tıpkı bir Dürrenmatt oyununda hissedeceğimiz gibi.

Auf Einmal/Ansızın, zekice göndermeleri, etkileyici sinematografisi (görüntü yönetmeni Emre Erkmen’i de ayrıca tebrik etmek lazım) ve ölçülü oyunculuklarıyla birinci sınıf bir film. En büyük övgü ise, bu incelikli hikâyeyi yazan ve yöneten Aslı Özge’ye gidiyor. Bu filmle yalnızca Hamletvari bir modern zaman trajedisi yaratmakla kalmamış, sıradan bir genç adam olan Karsten’in hikâyesinden yola çıkarak, evrensel bir meseleye dokunmayı ve sert bir toplumsal eleştiriyi dile getirmeyi de başarmış.

Son Durak





Zekice kurgulanmış bilimkurgu romanları ile tanınan Amerikalı yazar Connie Willis, Marble Arch’ın Rüzgarları adlı kitabına adını veren uzun öyküde, her zamanki muzipliğini bir yana bırakıp hüzünlü bir hikaye anlatır. 

Orta yaşlı bir tarihçi olan Tom, karısı Cathy ile birlikte bir konferansa katılmak üzere Londra’ya gelmiştir. Her ikisi de gayet iyi tanıdıkları bu eski kentte olmaktan mutludurlar. Uzun süredir görmedikleri arkadaşlarını görecekler ve belki bir iki oyun izleyeceklerdir. Cathy alışveriş etmek istediği için taksiye biner. Londra’nın meşhur metrosunu çok seven Tom ise, her zamanki gibi “Tube” ile gitmeyi tercih edecektir. Fakat bu sefer bir gariplik vardır: Metroya biner binmez suratını yalayan kötü kokulu bir rüzgâr hisseder. Çürümüş bedenlerin kokusunu andıran ağır bir havadır bu. Eski ve ölümcül bir şeyden geliyordur sanki. Tom, bu rüzgârın uyandırdığı anıların etkisi ile birkaç gün boyunca hiçbir şey yapamaz olur. Tiyatro bileti almayı unutur. Merakla beklediği konferansı kaçırır. Onun yerine bu garip kokunun kaynağını bulmak umuduyla metroda bir ileri bir geri gider durur. 

Connie Willis’in bu biraz uzun ama dokunaklı öyküsü, Londra’nın karanlık tarihinin, özellikle de II. Dünya Savaşı sırasında şehrin Almanlar tarafından aralıksız bombalandığı döneme dair büyük acının, gömüldüğü yerden kurtulup yavaş yavaş yüzeye çıkmasının hikâyesidir. Alman hava kuvvetlerinin ağır ve kesintisiz saldırı taktiğine istinaden The Blitz (yıldırım) adı verilen bu bombardıman sonucunda, 1940-41 seneleri arasında, başta Londra olmak üzere bütün Birleşik Krallık’ta 40 binden fazla sivil öldürülmüştür. Londralılar o kışı birer sığınak haline getirilmiş metro duraklarında geçirirler. Ancak kimi duraklar bombardımanda isabet alır ve binlerce kişi göçük altında kalıp hayatını kaybeder. 
 
Willis, ana karakterinin ağzından, Londra’nın bombalandığı dönemi ve metro duraklarını uzun uzun anlatır. Ancak öykünün asıl merkezi bu değildir. Tom, metrodan gelen o kötü kokunun peşinde, ülkenin tarihindeki bu büyük felaket gibi, kendi özel tarihinin de sırlarına doğru ilerler. Yalnızca yaşlanmakta olan bedeninin değil, ruhunun da bir çöküşün eşiğinde olduğunun ayırdına varır. Sonuna doğru, insanlığın kendi elleriyle yarattığı bu büyük kötülükten yayılan o ağır koku öyküyü tamamen ele geçirir, okuyucuyu da yanına katarak derin bir karamsarlığa doğru ilerler. 

Suruç Katliamı'ndan hemen sonra bir gün metroda giderken, patlamada kaybettiğimiz gençlerden birini yolcuların arasında gördüğümü sandım. Kısa süren bir göz yanılmasıydı bu. Ama beni iliklerime kadar titretti. Fotoğraflardan tanıdığım o gülen gözler iki metre ötemde duruyordu. Göz ucuyla bir kez daha baktıktan sonra bu yüzün sandığım kişiye ait olmadığını anladım. Küçücük bir andı aslında. Saniyenin onda biri kadar bir şey. Öyle ki, onun orada bulunmasının imkansızlığını düşünecek kadar bile zamanım olmamıştı. Az sonra tren durdu. Anonsları yapan kadının melodik sesi, “Bu yöndeki son durak”ta olduğumuzu ilan etti. Ardından aynısını bir de İngilizce söyledi. Hep beraber metrodan çıktık. O kadar sarsılmıştım ki, bir süre yürümeyi başaramadım. Her biri işi gücü olan insanlar sağımdan solumdan akarak ilerlediler. Kalabalıktan bir iki kişi bana çarpıp geçti. Dengemi kaybedip düşecek gibi oldum. Birisi uzun uzun söylendi. Kendimi duvara doğru bir yere atıp soluklanmaya çalıştım. Nefesim normale dönene kadar orada bekledim.

Hâlbuki daha her şeyin başındaydık. Bundan sonra üzerimize çökecek felaketlerin hiçbirinden haberdar değildik henüz. Suruç Katliamı'ndan sonra, daha birçok canlı bomba saldırısı yapılacağından, 250’den fazla insanın öldürüleceğinden, 1000’den fazla kişinin yaralanacağından, şehirlerin yakılıp yıkılacağından, sivil halkın ölülerini kaldırmak için bile sokağa çıkamayacağından habersizdik. Daha çok nefesimiz tıkanacak, göğsümüz sıkışacaktı. Patlamalarda ölenlerin fotoğraflarda gördüğümüz yüzlerini hatırlayamaz hale gelecektik. Çocuklar, yaşlılar, gençler... Hepsinin yüzleri birbirine karışacak ve bize aynı ifadeyle sorar gibi bakacaklardı: Ben neden öldüm? Neden öldüm ben? 

Bundan çok sonra, yine kayıpların ağırlığı ile soluksuz kaldığım anlardan birinde, Willis’in öyküsünü ve metroda yaşadıklarımı hatırladım. Bir hayaletle burun buruna geldiğimi düşündüğümde hissettiğim sarsıntıyı, etrafımdan akan aldırışsız kalabalığın içinde durmaya çalışırken tökezleyişimi ve en çok da metro anonsunu yapan kadının zihnimde yankılanan sesini: “Bu yöndeki son duraktır.” “This is the terminal station.” Son durağa geldik gerçekten de dedim kendi kendime. Bu yöndeki son durağa geldik. Daha fazla acıyla, kanla, savaşla gidebileceğimiz bir yer kalmadı. Bu topraklar felakete doydu, daha fazlasını bağrında tutmayacak. 

Başka bir yöne doğru gitmek gerekiyor artık. Barışın mümkün olduğu yere doğru ilerlemek gerekiyor. Yalnızca gelecekteki hedeflerimizi değil, geçmişimizi de barış üzerinden düşünmemiz lazım. Bu topraklar üzerinde zulme, haksızlığa, eziyete uğrayan kim varsa, onlarla helalleşmeden yeni bir yöne doğru hareket etmek mümkün değil çünkü. Şu ana kadarki politikalarla gidebileceğimiz en uç noktaya geldik. Artık kayıplarımızla yüzleşmemiz, ölülerimizin yasını tutabilmemiz ve geride kalanlar olarak birbirimize sarılacak cesareti göstermemiz gerekiyor. 

Eğer bunu başaramazsak, son durakta sıkışıp kalacağız. Onun sonsuz karanlığında geçmişin hayaletleriyle beraber hapsolacağız. Ölülerimiz bir türlü huzur bulamayacaklar. Onları ne kadar derine gömersek gömelim, mutlaka bir gün karşımıza çıkacaklar. Yine sorar gibi bakacaklar yüzümüze: Ben neden öldüm? Neden öldüm ben? 


Mitya'nın Rüyası




Karamasov Kardeşler’de Mitya, yani Dimitri Karamasov, babasını öldürmekle suçlandığı ve sorguya çekildiği sahnenin ertesinde bir rüya görür. Rüyasında bozkırda bir köylünün sürdüğü at arabasının içinde çamurlara batıp çıkarak ilerlemektedirler. Soğuk bir yağmur yağmakta ve Mitya üşümektedir. Birden biraz ilerde bir köy görürler. Kapkara izbe bir yerdir burası. Arkada yanmış, isten kurumdan kararmış kalaslar görünür. Köyün girişinde, köylü kadınlar bir şey bekler gibi yan yana dizilmiş durmaktadırlar. Kanları çekilmiş renksiz yüzleri ile Dimitri’ye bakarlar. Uzun zayıf yüzlü bir tanesi, kollarında çelimsiz bir bebek tutmaktadır. 

Bebek açlıktan ve soğuktan ağlayıp durur. Küçük kollarını havaya kaldırıp annesine uzatır. Ama kadının ona verecek hiçbir şeyi yoktur. Arkasındaki yıkıntı gibi kuruyup kararmıştır o da. 

“Neden ağlıyorlar? Niçin gözyaşı döküyorlar?” diye sorar Mitya. Arabacı, oranın bir yangın yeri olduğunu, insanların fakirlikten ve çaresizlikten karardığını, çocukların açlıktan ve soğuktan birer birer öldüğünü anlatır ona. Ama anlamaz Mitya. Dünyanın neden böyle bir yer olduğunu kavrayamaz bir türlü. Sormaya devam eder:

Sen bana şunu söyle! Yangından çıkmış olan bütün anneler böyle mi dururlar? İnsanlar neden fakirdir? Bebe neden zavallıdır? Bozkır neden çıplak? Neden birbirlerini kucaklamıyor, birbirlerini öpmüyor, neden neşeli şarkılar söylemiyorlar? Neden başlarına kapkara bir felâket gelmiş gibi karanlık içindeler? Neden bebenin karnını doyurmuyorlar?”

Dostoyevski bir yandan Mitya’ya bu soruları sordurur, öte yandan da onun bu soruların hemen cevaplanamayacağını hissettiğini söyler bize. Yine de şunu anladığımızdan emin olmak ister gibidir: Hayattaki en önemli sorular bunlardır aslında. Ne olursa olsun bunları sormak ve muhakkak böyle sormak gerekir. Mitya bu konuda bir şeyler yapmak gerektiğinin farkına varmıştır. Acıların, kederlerin, haksızlıkların sona ermesi gerektiğini bilir. Bunu kanında, etinde, bütün bedeninde hisseder. Soğuktan kaskatı hale gelmiş vücudu, yangın yerinde kalakalmış bu talihsiz insanlara duyduğu şefkatin etkisiyle gevşer, gözlerine yaşlar dolar ve bu adaletsizliğe bir son vermek gerektiğini düşünür: “Öyle ki, artık bebe ağlamasın, bebenin kapkara ve vücudu kurumuş annesi gözyaşı dökmesin, o andan sonra artık hiç kimsenin gözü yaşlı olmasın...”

Dimitri Karamasov, yangın yerinde çaresizce yan yana dizilmiş o kadınların yüzünde insanlığın acısıyla yüz yüze gelir. Onların çektiği azabın karşısında daha evvel yaşamadığı türden bir sarsıntı geçirir. Ancak, onları gördüğü andan itibaren, bu acılara son vermek için bir arzu da duyar. Dünya artık böyle olmamalıdır. Acılardan ve kayıplardan oluşmamalı, bir yangın yeri hâline gelmemelidir. Dimitri, insanlığın acısını hissettiği ölçüde, bu ıstırabı yaratan her şeyle mücadele etmek için büyük bir kararlılık da duyar içinde. 

Mitya’nın rüyası bir süredir aklımdan çıkmıyor. Kötülüğün ve adaletsizliğin karşısında, ben de onun gibi afallıyorum çünkü. “Neden, neden?” diye sormak istiyorum. Bu soruyu boşuna tekrar ettiğimi bilsem de, büyük acılara şahit olduğumuz bu korkunç dönemde bunun çoğu insana anlamsız geleceğini hissetsem de. 

Oysa Dostoyevski çok haklı. Tam da bu soruları sormamız gerekiyor aslında. Bıkmadan, yorulmadan ve her zaman. Ama özellikle de şimdi. Bütün ülkenin bir yangın yeri hâline geldiği şu anda.
Neden düğünler cenazeye dönüyor? Çocuklar neden ölüyor? Anneler neden hep ağlıyor? Sokaklar niye cesetlerle doluyor? Bazı cenazeler neden kaldırılamıyor? Neden yan yana yüzlerce mezar kazılıyor? Evler niçin yakılıp yıkılmış? Şehirler nasıl olmuş da tanınmaz hale gelmiş? Yoksulluk, adaletsizlik, bu kadar koyu bir düşmanlık niye var? Bütün bunlara bir çare bulunamaz mı? Ağlayanların gözyaşı dindirilemez mi? Gidenlerin yası tutulamaz, kalanlara teselli olunamaz mı? Bu korkunç döngüden bir çıkış yok mudur? Barış içinde yaşamak mümkün değil midir?

Bu soruları soranlar yok mu? Var elbette. Ama onların da başına gelenleri biliyorsunuz. Yazarlar, gazeteciler, avukatlar, akademisyenler, öğrenciler... Bu ülkenin bütün vicdanlı insanları, birer birer hapse atılıyor. En son Aslı Erdoğan’ı tutukladılar. Oysa, dünyanın acılarına isim koymuş, insanlığın dertlerini anlaşılır kılmış bir yazardır o. Özgür Gündem’de yazdığı Cizre yazıları nedeniyle suçlandığını öğrendikten sonra, “Keşke daha fazla anlatsaydım, daha fazla yazsaydım!” diyen biridir. Onu hapse atanlar bilmiyorlar ki, daha böyle çok insan var. Türkiye’nin Mityaları onlar. Bu soruları soranlar. 

Dostoyevski başka bir yerde diyor ki: “Hayatta korktuğum bir şey varsa, o da acılarıma layık olamamak.” 

Biz de acılarımıza yetişemediğimiz bir dönemden geçiyoruz şimdi. Daha birinin yasını tutamadan öteki patlıyor. Bundan kötüsü olmaz derken, çok daha büyük bir zalimlikle karşılaşıyoruz. Öldürülen çocukların, kadınların, ihtiyarların gazetelerdeki fotoğraflardan neşeyle, şaşkınlıkla, ciddiyetle bakan gözleri birbirinin üzerine yığılıp duruyor. Çoğunun ismini bile hatırlayamıyoruz artık.

Ama gözler orada duruyor. Acılarımızın cisimleşmiş hâli olarak bize bakmaya devam ediyorlar. Onlara layık olacağımızı ve sormamız gerekenleri sormaktan vazgeçmeyeceğimizi umalım.

Gerçekleşen bir rüya

Çocukluktan kalma bir anım var. Bir anı mı yoksa bir rüya mı onu bile bilmiyorum. Ama yıllardır zihnimin bir köşesinde duruyor. 

Güneşli bir öğle sonrasında denize bakan bir evin bahçesinde uyukluyorum. Anneannem beni sedire yatırmış. Böcekler yüzümü gözümü ısırmasın diye de üzerime tülbent örtmüş. Bahçeden kadınların konuşmaları duyuluyor. Belki sebze ayıklıyorlar, belki kahve içiyorlar. Gülüşmeleri dalgaların sesine karışıyor. Uyur uyanık bir şekilde onları dinliyorum. Saz damdan sızan güneş ışıkları üzerimde oynaşıyor. Yüzümdeki tülbent nefesimle inip kalkıyor. Kendimi çok mutlu hissediyorum. Mutlu da değil de başka bir şey gibi. Sanki her şeyin neden olduğu gibi olması gerektiğini biliyormuşum gibi. Yağmur neden yağar, taş niye serttir, tırtıllar nasıl düşmeden yapraklara tırmanır, hepsini tek ve bölünmez bir anda kavrayıvermişim gibi. Bunun verdiği güvenle gülümsüyorum. Her şey yerli yerinde ve ben de onların ortasındayım. Kimse dokunamaz bana. 

Geçenlerde Uruguaylı yazar Juan Carlos Onetti’nin “Vedalar” (Los Adioses-1955) adlı öykü kitabını okudum. Onetti çok acayip bir yazar. Yazdıkları bilincimizden ziyade bilinçaltının karanlık yerlerine doğru gidiyor. Damardan alınmış bir ilaç gibi bizi iki dakikada bambaşka bir ruh haline sokuyor. Göğsümüzdeki sıkışmadan anlıyoruz artık kanımıza karıştığını. 

Kitaptaki öykülerden biri beni fena çarptı. “Gerçekleşen bir Rüya” (Un sueno realizado-1941) adlı bu öykü başarısız bir rejisörün ağzından anlatılıyor. Aktör arkadaşı Blanes’in sandığı gibi “Hamlet’i halka en iyi şekilde sunabilmek” gibi bir derdi olmayan anlatıcı, borç batağındaki tiyatrosunu kurtarmak için herhangi bir oyunu sahneye koymaya hazır. Ama Blanes onun yüksel idealleri yüzünden mahvolduğuna inanmış bir kere. Tiyatronun bütün çalışanları çoktan Buenos Aires’e kaçmış. Bir tek bu ikisi kalmışlar geride: Kötü bir oyuncu ve çulsuz bir rejisör. Onlar da hep aynı şeyleri konuşup duruyorlar. Ta ki önlerine gelen bir teklifle öykünün yönü değişene kadar.

Bir gün tuhaf giyimli bir kadın anlatıcıyı görmeye geliyor. Elli yaşlarında görünen ama çocuksu bir utangaçlıkla davranan bir kadın bu. Eski püskü bir elbise giymiş. “Bir zamanlar, kim bilir belki bir yüzyıl önce, bir çocuğun giyebileceği türden bir şeydi,” diyor anlatıcı bize. Gülüşünde duruşunda neredeyse zamansız bir hal var: “Sanki uyumuş da sonra birden uyanıvermiş gibi, saçı başı karmakarışık, neredeyse hiç yaşlanmamış ama her an yaşlanıp sessizce dağılıverecekmiş gibi.” Kadın, rejisörden bir sahneyi canlandırmasını istiyor. Onun ilk önce zannettiği gibi birkaç perdelik bir oyun değil. Sadece tek bir sahne. Bir zamanlar gördüğü bir rüyanın temsili. Çok basit bir rüya bu: Bir araba yolda ilerliyor, bir adam karşıdan karşıya geçiyor ve genç bir kadının kendisine sunduğu sürahiden bira içiyor. Sonra yeniden caddeyi aşarak geri dönüyor ve bütün bunlar olurken kaldırımda uzanmakta olan yaşlı kadının (yani rüyayı görenin) başını küçük bir kızı severmiş gibi okşuyor okşuyor. Daha sonra bu sahneyi canlandıracak Blanes’den öğrendiğimize göre, kadının bu rüyaya dönmek istemesinin sebebi onda çok derin bir anlam bulması falan değil, sadece “uyurken ve bu rüyayı görürken çok mutluymuş – hayır, mutlu doğru sözcük değil, başka türlü bir şey. Onun için hepsini yeniden yaşamak istiyor.” 

Öykü bu noktadan sonra iyice garipleşiyor ve bu başarısız kumpanyanın yaşlı kadının rüyasını sahneye koymaya çalışmasını anlatarak devam ediyor. 

Kafka öyküleri gibi, Onetti’ninkiler de insanın midesine yumruk gibi iniyor. Katmerli bir etkileri oluyor okuyucu üzerinde. İlk darbeden sonra afallıyorsunuz ama esas acısı sonradan çıkıyor. Çok derinlerde kalmış bir şeylere dokunan ve her zaman bilinç düzeyinde anlaşılır olmayan öyküler bunlar. Metindeki boşluklar da bununla bağlantılı aslında. Onetti dilden kaçanı anlatıyor çünkü. Dile gelmesi mümkün olmayanı yazmaya çalışıyor. Onun için, bu öykülere bambaşka bir yerden bağlanıyoruz: “Aynı çocuklukta öğrenilen ve hiç unutulmayan şeyler gibi.” 

“Gerçekleşen bir Rüya”yı okuyunca bana da öyle oldu. Önce neye uğradığımı anlayamadım. Birkaç gün içimde bir sıkıntıyla dolaştım durdum. Hani neye sıkıldığınızı tamamen unutursunuz, ama içinizin daralması devam eder. İşte onun gibi bir şey. Sonra fark ettim ki, bu kadının duruşunda, giyinişinde, uykudan uyanmış gibi şaşkın halinde bana çok tanıdık gelen bir şeyler vardı. Ellerini kucağında birleştirerek oturması, gülümseyişindeki utangaçlık, rüyasını yeniden görmek konusundaki inadı... Hepsi en mahrem anılarım kadar aşina göründü bana. 

Bunların peşinden çocukluğumdaki o öğle uykusunun anısı çıktı geldi. Sedire başımı koyuşum, nefes aldıkça yüzüme inip kalkan incecik tülbent, ardından her şeyin tamam olduğunu hissedişim ve gözlerimi kapatıp uykuya dalışım. Derken birden anladım ki, bu uzun uykudan ancak şimdi uyanabilmiştim. Onetti’nin hikayesi sayesinde kalkmıştım o tahta sedirden. Kendimi burada ve bu anda bulmuştum işte! Artık yaşını başını almış bir kadın olarak ve aynı rüyaya geri dönmenin imkansızlığı içinde. Kot pantolonum, lastik pabuçlarım ve çizgili gömleğime şöyle bir baktım ve yaşamımın büyük bir kısmının geride kaldığını anladım. 

Taşınması zor bir bilgi oldu bu. Yine de düşündüm ki, Onetti’nin beni götürdüğü yerde yalnız değilimdir belki. Benim gibi başkaları da olacaktır orada. Ayrı yumrukla sarsılmış başka okuyucular mesela.
Sonuçta hepimiz çocukluğun uzun uykusundan birer ihtiyar olarak uyanmıyor muyuz? Her birimiz o çok mutlu – yok, mutlu da değil, daha çok eksiksiz ve tamam – hissettiğimiz ana geri dönmek istemiyor muyuz? Ve en nihayetinde, nefesimiz kesilip yere uzandığımızda, şefkatli bir el tarafından o büyük uykunun affedici kucağına bırakılmanın hayalini kurmuyor muyuz? 

Not. Bildiğim kadarıyla Onetti’nin öyküleri henüz Türkçeye çevrilmedi. Fakat Alef Yayınevi yazarın meşhur romanı Tersane’yi Suna Kılıç çevirisi ile geçenlerde bastı.

Dolunay, yunuslar ve kestane ağacı



Kötülükler büyüdükçe üzerimizde koyu ve yapışkan bir çamur birikiyor. Patlayan bombalarla can verenler, bodrum katlarında ölüme terk edilenler, yerinden yurdundan edilenler, tutuklanan akademisyenler, adliyede dövülen avukatlar, tecavüze uğrayan çocuklar... Bütün bunlara dayanmak çok zor. 

Mevsimler aylar gelip geçiyor. Çamur her yeri kaplıyor. Vereceğimiz tepkileri yavaşlatıyor, duyularımızı felce uğratıyor. Geçen gece bir arkadaşımla beraberdik. Dışarıda harika bir dolunay vardı. Arkadaşım pencereden baktı ve “Eskiden olsa bu beni çok mutlu ederdi, ama artık hiçbir şey ifade etmiyor,” dedi. O kadar çok kötülük var ki, bir şey hissedemez hale geldik. Hissetmek acı çekmekle eş değer hale geldiği için belki de. 

Bana kalırsa, bu hissizlik hali en büyük düşmanımızdır. En çok da bizi gitgide yayılan bu kötülüğe alıştırdığı için. Alışın alışın, deyip duruyorlar ya? İşte üzerimizdeki çamura bir katman daha eklemek için söylüyorlar onu. Derimiz kalınlaşsın, hislerimiz körelsin, önümüzü bile göremeyelim diye üsteleyip duruyorlar. Alışmamanın yolu nereden geçiyor peki? Duyularımızı felce uğratan bu hissizleşmeyi nasıl alt edebiliriz? Peki ya hissizleşmezsek bu kadar acıyla nasıl başa çıkabiliriz? 

Bunları düşünüp dururken, elime çok ilginç bir kitap geçti: Victor Frankl adında bir psikoterapistin “İnsanın Anlam Arayışı” (Der Mensch auf der Suche nach Sinn) adlı kitabı. Meğer çok meşhur bir kitapmış ama benim bu vakte kadar haberim olmamıştı. Frankl, 1930’ların sonunda Viyana’da gayet başarılı bir hekim iken, II. Dünya Savaşı başlayınca ailesiyle birlikte toplama kamplarına yollanıyor. Savaşın sonunda bütün ailesini ve arkadaşlarını kaybediyor. Kendisi ise, Auschwitz de dahil olmak üzere, kapatıldığı dört toplama kampından da sağ kurtulmayı başarıyor. Savaş bitip de serbest kaldığında, bütün bunlara maruz kaldıktan sonra yaşamaya devam etmesinin bir anlamı olup olmadığını soruyor kendine. Bu kitabı da o sorunun cevabı olarak yazıyor. 

Kitap beni çok etkiledi. Sadece bir toplama kampı hikayesi olduğu için değil. Zaten Frankl daha kitabın başında yazdıklarını acıma duygusu ile okumamamızı söyleyerek bizi uyarıyor. Anlatmak istediği toplama kamplarında çekilen acıların büyüklüğü değil. Onu zaten belki de anlatılabilir bir şey olarak görmüyor. İnsanlık dışı bu muamelenin kendi bilinci üzerinde yarattığı dönüşümü aktarmaya çalışıyor daha çok. Yaşanan acının yasını tutmaktan ziyade, bu acıyla ne yapabileceğimizle ilgileniyor. Aslında anlatmak istediği acıyı dindirmek ya da hissedilmez kılmak da değil. Daha çok onu dönüştürmek ve birlikte yaşanabilir hale getirmekle ilgileniyor. Frankl’ın “logoterapi” adını verdiği bu ruhsal sağaltım biçimi, insanı kendi varlığının anlamına dair düşünmeye zorlayan ve kaçınılmaz olanla baş etmesini kolaylaştırmaya çalışan bir bakış açısını benimsiyor. 

“İnsanın Anlam Arayışı”ndan geçen gün okuduğum bölümde müthiş bir hikaye vardı. Hikaye şöyle: Frankl tıp eğitimi alan herkes gibi kaldığı kampta da doktorluk yapıyor. Bu işin büyük bir kısmı da, kamptaki ağır hastaların başında durarak onların ölüme doğru gidişini kolaylaştırmaktan ibaret aslında. Herkes eninde sonunda başta dizanteri ve tifo olmak üzere bulaşıcı hastalıklardan birine yakalanıp ölüp gidiyor çünkü. Ya da açlıktan ve takatsizlikten tükeniyor. Bunlardan biri de yakında öleceğinin farkında olan genç bir kadın. Kadının korkmuş ya da üzgün görünmediğini fark eden Frankl, ona ne hissettiğini soruyor. Biraz da bilimsel bir merakla yapıyor bunu. Kadın pencereden görünen bir kestane ağacını gösteriyor ona “Bu ağaç benim tek arkadaşım,” diyor. “Bazen onunla konuşuyorum,” diye ekliyor sonra. Hastanın acı ve korkunun etkisiyle sanrılar görmeye başladığını düşünen Frankl, “Peki, o da seninle konuşuyor mu?” deyince, “Evet” diye yanıtlıyor kadın, “Buradayım--Buradayım--Ben hayatın ta kendisiyim, sonsuz hayat benim diye sesleniyor bana.” 

Victor Frankl, sonsuz hayatın küçücük bir parçası olarak varlığımıza anlam verenin ne olduğunu bulmaya çalışmanın çok önemli olduğunu düşünüyor. Ona göre, kişinin yaşamda kendi anlamını bulması üç yolla mümkün: Bir eser yaratabilirsiniz, bir insanı sevip onun acısını dindirebilirsiniz, ve en önemlisi de, kaçınılmaz olanla karşılaştığınızda onu anlamlı bir şeye dönüştürmek için çaba gösterebilirsiniz. “Hayat sizden büyüktür diyor,” Frankl, “siz ondan ümidi kesmiş olsanız bile o sizden ümidini kesmemiş olabilir.”
 
Bu sabah haberleri okurken, bana Frankl’ın söylediklerini ve yukarıda anlattığım hikayeyi hatırlatan bir şey oldu. Gazeteler her zamanki gibi haksızlıklarla, şiddetle ve memlekette gitgide büyüyen umutsuzluğun işaretleriyle doluydu. Sonra gözüme kötü haberlerin arasına sıkışmış güzel bir fotoğraf çarptı. İstanbul’a yunuslar gelmişti. Pırıl pırıl güneşli bir havada çekilmiş bir fotoğraftı bu. Her sene baharda yaptıkları gibi Boğaz’ın mavi sularında sıçrayıp duruyorlardı. “Haberleri yok diye düşündüm,” sonra, “Hiçbir şeyden haberleri yok! Bombalardan, parçalanan bedenlerden, üzerimize çullanan karanlıktan. Bunların hiçbirini bilmiyorlar.” 

Sonra nasıl olduysa, aslında haberi olmayanın ben olabileceğim geldi aklıma. Belki ben hiçbir şey bilmiyordum. Belki yunuslar biliyordu. Her şey yoluna girecekti. Yaralar sarılacak, doğa kendini onaracak ve güzel günler gelecekti. Her bahar onların güzelim bedenlerinde yeniden can bulan sonsuz hayat bir şekilde devam edecekti. Ben orada olsam da olmasam da böyleydi bu. Endişeye gerek yoktu.
Bunları düşünürken içim birden sevinçle doldu. 

Olur ya bazen öyle? Sevinçle dolar içi insanın? Bu sefer sevinçli olduğum için utanmadım üstelik. O sevince ihtiyacım olduğunu fark ettim çünkü. Sadece benim değil hepimizin ihtiyacı var. Yunuslara, dolunaylara, kestane ağaçlarına muhtacız. Kötülüklerin geçici olduğunu fark etmek ve acıları baharlara dönüştürebilmek için. Üzerimizde birikerek bizi hareketsiz bırakan o koyu çamuru söküp atabilmek ve yeniden hayata dahil olabilmek için.