Sunday, July 31, 2011

Kıskançlık


31 Temmuz 2011
BirGün


Kıskançlık sinsi bir hayvan gibidir. İnsanın karnında bir yerde saklanır. Muhtemelen bağırsak kıvrımlarından birinde. Orada olduğu aklınıza bile gelmez. Ta ki bir gün kafasını kaldırıp tırnaklarını birer diken gibi böğrünüze geçirene kadar.

O an geldiğinde, içinizde küçük bir el bombası patlamış gibi olur. Piminin ne zaman çekildiğini fark etmediniz. Üzülmeyin. Hep böyledir bu. Anlamazsınız. Önce acıdan gözleriniz kararır. Oysa daha bir iki dakika önce gülüyordunuz. Bir çocuk gibi kaygısızdınız belki. Ama işte artık çok geç. Şimdi dünyanın bütünlüğü bozuldu. Görüntüler paramparça oldu. Artık anların sürekliliği yok. Bundan sonra hiçbir şeye güvenemezsiniz.

“Yeni Roman” anlayışının öncülerinden biri olan Alain Robbe-Grillet’nin romanı “Kıskançlık” (La Jalousie) böyle bir kırılmayı anlatır. Roman, karısının kendisini aldattığından şüphelenen bir adamın ağzından yazılmıştır. Zihninin yansımalarından kurtulup nesneleri (ve dolayısıyla da olayları) “gerçekten oldukları gibi” görmek isteyen bir adamın hikayesidir bu bir bakıma.

Fakat adamın kendisi bu resmin neresindedir? İşte tam bu noktada yazar garip bir şey yapar, karakterini gizlemeye karar verir. Onun duygu ve düşüncelerine dair pek bir şey söylemez bize. Öyle ki, anlatıcı hiçbir zaman kendinden bahsetmez, hatta ‘ben’ bile demez. Böylece asıl duymak istediğimiz şey, yani esas adamın duygu dünyası, hikayeden çıkarılmış olur. Romanın merkezi bir kişi olmaktan ziyade bir ‘boşluk’ haline gelir.
Bu romancılık adına bir devrim sayılır elbette. Modern romanın karakter-merkezli hikayesi gitmiş, onun yerini tamamen dışarısı üzerine kurulu bu garip anlatı almıştır. Özneden çok nesneye yüzünü dönmüş bir anlatı yani.

Bu çok önemli bir gelişme olabilir. Fakat bizi asıl ilgilendiren, her zaman karakterin iç dünyasına odaklanarak anlatılan kıskançlık hikayesinin, burada romanın neredeyse “yok olan” başkişisi üzerinden aktarılmasıdır.

Robbe-Grillet’nin romanı, kıskanç insanın kocaman bir boşluk, hatta bir “kara delik,” olarak takdimidir.

Kıskançlık sizi ele geçirdiği zaman içiniz boşalır. Bütün hücreleriniz dışarıya doğru döner. Neden? Çünkü bir kanıt arıyorsunuz. Karşınızdakinin size ihanet ettiğinin bir işaretini bulmaya çalışıyorsunuz. O zaman bakmalısınız. Daha dikkatli bakmalısınız. Hiçbir şeyi kaçırmamalısınız. Ne pahasına olursa olsun şüphelerinizin delilini bulmalısınız.

Acıklı olan bakmaya bu kadar odaklanan birinin meselenin “aslını” göremeyecek olduğudur. ‘Şey’lerin yüzeyini görebilir ancak. Masanın üzerindeki tozları, duvardaki lekeleri, içki bardağına uzanan bir çift dudağı ya da beklenmedik bir anda yüze dökülen saçları. Bütün bunları bir bir kaydeder. Ama bu detayları birbirine bağlayan hikayeyi illa ki kaçıracaktır. Daha da beteri, her bir ayrıntıyı yakalamak isterken kendini gözden çıkaracaktır.

Bütün bakan-bakılan hikayelerinde görülen denklem kıskançlık söz konusu olduğunda tamamen tersine döner. Burada iktidar bakanın elinde değildir artık. Tam tersine güç bakılanın elindedir. Öteki ise içeriden dışarıya doğru dönen bir bakıştır artık. Bedeni olmayan bir bakış.

Robbe-Grillet’nin anlatısının ismindeki anıştırma bu noktada önem kazanır. Romanın adı, kıskançlık olduğu kadar “jaluzi” anlamına da gelir. İçeriden görülmeksizin dışarıyı görmeyi sağlayan, şerit biçiminde levhalardan yapılmış bir tür pencere kapama düzeneğidir bu. İşte “La Jalousie,” sıradanmış gibi görünen bir kıskançlık hikayesini böyle bir benzetme üzerinden anlatır. Kendisi tamamen karanlıkta kalan kahramanı, abartılmış detaylarıyla tehditkar bir hal alıp düşmanlaşan dünyanın karşısına yerleştirir.

“Kıskançlık,” nesnelerin değişik açılardan görüntülerini birbirine ekleyerek gerçeğe ulaşabileceğini sanan birinin acıklı hikayesidir aslında. Jaluzinin arkasından bakar gibi fragmanları kaydeden birinin yaptığı uzun ve sıkıcı bir envanterdir. Sonuçta öyle bir noktaya geliriz ki, anlatıcı her detayda bir ihanetin izini görmeye başlar. Muz ağaçlarının konumu, duvarın dökülen boyası, sandalyelerin ahşap tutamakları... Hepsi aynı şeyi söylemektedir. Karısı onu komşusu ile aldatıyordur. Bütün bunlar onun kanıtıdır.

Kıskanç adamın trajedisi gerçeği talep etmesidir. Ancak, gerçeğe ulaşma takıntısı taşıdığı ölçüde gerçeklikten uzaklaşır. Ayrıntıların tümünü bilmek ister. Meseleyi her açıdan görebilmesi lazımdır. Onun için durmadan bakmaya devam eder. Bütün açılara hakim olduğunda bir yargıda bulunabileceğini düşünür. Böylece sarsılan dünyasını yeniden kurabilecek, onun üzerinde hak iddia edebilecektir.

Oysa dünya büyük, açılar sonsuzdur. Kıskanç adamdan ise geriye yalnızca bir göz kalmıştır. Jaluzinin arkasından dışarı bakan bir çift göz. Ondan ötesi kocaman bir boşluktur.

Sunday, July 24, 2011

Komşu

24 Temmuz 2011
BirGün

“Bir yaratık vardır ki tamamen zararsızdır. Önünüzden geçerken neredeyse görmezsiniz onu, sonra da hemen unutursunuz zaten. Ama gizlice kulağınıza yerleşir yerleşmez orada büyümeye, tabiri caizse yuvalanmaya başlar, hatta öyle vakalar görülmüştür ki tamamen beyne nüfuz etmiş ve bu organı mahvedecek kadar yayılmıştır – tıpkı köpeklerin burnundan girerek ilerleyen parazitler gibi.

Bu yaratık insanın komşusudur.”

Buradaki komşularımla pek görüşmemiş olsam da, eve dönmemize pek az zaman kaldığı şu günlerde hayretle fark ediyorum ki, onları da yanımda götüreceğim. Yüzlerini değilse bile seslerini. Alt kattaki İranlı komşumuzu düşünüyorum. Ya da onun karşısında oturan Korelileri. Onlar ve diğerleri. Hepsi kulağıma yuvalandılar. Oysa ilk başta ne kadar zararsız görünüyorlardı, Rilke’nin yukarıda söylediği gibi.

Ne garip müessesedir şu komşuluk! Batı’da belki Doğu’da olduğundan bile acayip. Sürekli bir gülümseme ve selamlaşma hali. Ama ondan ötesi hak getire. Hani bir akşam da birisi kalkıp üç beş mücver, azcık tatlı, komşuluk hakkı için bir gıdım reçel falan getirsin? Ya da kapı önüne bir sandalye atıp iki çift laf etsin? Yok öyle bir şey. Varsa yoksa hep bir hal hatır sorma, özür dileme, yol verme. Ama sorsanız kimse birbirine dair gerçek tek bir şey bilmez. Hatta adını bile.

Belki biraz da bu nedenle, bizim apartmanda hayat görüntülerden çok seslerden oluşuyor benim için. Her akşam merdivenleri tırmanırken bu sesleri dinliyorum. Adımlarım halıyla kaplı ahşap zeminde boğuk boğuk yankılanıyor. Yeşil sert bir halı bu. Sesi tamamen yutmuyor. Birinci katta tetikteyim. Basamaklardan biri bedenimin ağırlığı altında sitemle gıcırdıyor. Yaşlı bir apartman bizimki. Yüzyılın başından kalma. Yukarı çıkarken dikkatli olmaya çalışıyorum. Ama işte hep aynı yerde, aynı basamak illa ki gıcırdıyor.

İkinci kata ulaştığımda, komşunun köpeği zıp diye kapının arkasında bitiveriyor. Bezgin bezgin bir iki kez havlıyor. Muhtemelen adet yerini bulsun diye. Küçük sinirli bir hayvan. Ama her gün kim bilir kaç kişi geçiyor o kapının önünden. Onun için asabiyetten çok görev duygusuyla hırlıyor galiba. Bazen onu kızdırmak için kapının önünde biraz miyavlıyoruz. Tamamen görev duygusuyla tabii.

Sonra tam tırabzana abanıp bizim kata doğru yaylanacakken, Korelilerin dairesinden gelen sesleri duyuyorum. Genellikle oğluna talimatlar veren genç annenin sesi geliyor. Kadını ürkütücü buluyorum. Kill Bill’deki kalabalık dövüş sahnesinden fırlamış gibi görünüyor. Onu elinde bir gürzle hayal ediyorum. Bir de hep emir kipiyle konuşuyormuş gibi geliyor bana. Sesini duyduğumda hazırola geçmek istiyorum. Oğlu da öyle yapıyor sanırım. Küçük elektrikli arabasıyla oynamadığı zamanlarda. Araba traş makinesi gibi ses çıkarıyor. Biteviye vızıltısı çekilir gibi değil.

İranlı komşumuz bir yönetmen. Saçı başı dağınık derbeder bir adam. Ahşap zeminde çıkardığımız ayak seslerinden rahatsız oluyor olsa gerek ki, arada bir galeyana gelip süpürgenin sapıyla tavanı dövüyor. Biz de topuk vurarak cevap veriyoruz çaresiz. Sonra koridorda karşılaştığımızda birbirimizi kahve içmeye davet ediyoruz. Hiç bir şey olmamış gibi. Orta Doğuluların anlaşmak için kendilerine has bir dillerinin olması rahatlatıcı tabii. Aynı sorunu bir Amerikalıyla -- ya da Allah korusun bir Avrupalıyla --- yaşıyor olsaydık, Flamenko’ya karakolda devam etmemiz gerekebilirdi.

Flamenko dedim de aklıma geldi: bazen güzel havalarda, alt kattaki oğlanın içtiği sigaranın kokusuyla beraber çaldığı bas gitarın sesi de odamı dolduruyor. Pek iyi sayılmaz gerçi. Bir ara onu susturma hayalleri ile oyalandım ama sonra bu karanlık düşüncelerden vazgeçtim. Çocuk çok çalışıyor çünkü. Geçen gün bir soloyu baştan sona hatasız çaldı. Oysa geldiğimizde böyle miydi? Anlaşılan zamanla her şey gelişiyor. En karanlık düşünceler bile.

Komşular da işte kulağımızda gelişip büyümüşler. Biz farkına varmadan. Belli ki giderken onları yanımızda götüreceğiz. Bense geride bırakmak isterdim. En azından bazılarını.

Ama neyi gerçekten geride bırakabilir ki insan?

Wednesday, July 20, 2011

"Cogitosuz ergo sum"


BirGün
18 Temmuz 2011

Haziran-Temmuz sayısının büyük bir kısmını Oğuz Atay’a ayıran edebiyat dergisi Notos, hazırladığı dosyanın bir parçası olarak kimi edebiyatçılara yazarın ünlü romanı ‘Tutunamayanlar’ hakkında sorular sormuş. Hala yurtdışında olduğum için dergiyi maalesef okuyamadım. Ama olayın basına yansıyan kısmından anladığım kadarıyla, Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nün bu yılki sahibi olan Şavkar Altınel, Oğuz Atay’ı sığ ve yapay bulduğunu söylemiş. Orta sınıf bunalımlarını anlatan bu “mühendis yazar” yeterince “otantik” değilmiş.

“Otantik” lafını her işittiğimde gözümün önüne savaş boyaları içinde yerliler gelir. Yine aynı şey oldu. Hemen ardından da şunları düşündüm: Bu soruyu nereden bakarak soruyoruz Atay’a? Kendi sınıfının dertlerini anlatmıyor desek, öyle değil. Tam da kentli orta sınıfın meselelerini anlatır Atay. Yeterince “yerli” değil desek, yanlış olur. Bayağı bizden biridir çünkü. Hatta dünyaya açılma meraklısı kimi eleştirmenlerin onu fazlaca yerel olmakla suçladığı bile olmuştur. Kendi “benliğine” sadık değil desek, bu köşenin sınırları uygun olmadığı için detaylandıramıyorum ama, bunda da hata etmiş oluruz. Fakat anlaşılan Altınel aynı fikirde değil: “Başkahramanına ‘Özben’ soyadını vermiş, ama içimde romanın arkasında elle tutulabilir bir ‘benlik’ olduğu, yazarın anlattıklarını gerçekten görüp yaşadığı duygusu yok. Daha çok, bunları bir yerlerden duymuş, öğrenmiş, doğru olanın dünyaya böyle bakmak olduğuna karar vermiş gibi.”

Demek bir de “yazar bu anlattıklarını gerçekten yaşamış mı?” diye soracağız. Garip doğrusu. Benliğin işareti, samimiyetin ölçüsü bu anlaşılan. Yalnız en gerçekçi yazarlar bile böyle bir sınavdan sınıfta kalır, hemen söyleyeyim. Altınel’in çok beğendiği belli olan Flaubert bile gümbür gümbür çakabilir. O Flaubert ki, “Madam Bovary benim!” derken herhalde onun yaşadıklarını birer birer tecrübe ettiğini söylemek istememiştir. En azından böyle olduğunu ummak istiyoruz.

Yine de bu haberde beni çok eğlendiren şey, Altınel’in Oğuz Atay’ı “sevmeyi başaramadığını” söylemesi oldu. Sanki böyle bir zorunluluk varmış gibi. Bir edebiyatçının yazıp çizebilmek için öncelikle böyle bir ehliyete sahip olması gerekiyormuş gibi: “Edebiyatta güvenli sürüşler için, illa ki Oğuz Atay’ı seçin.”

Yazarların başka yazarları sevmemesi yeni bir şey değildir halbuki. Çoğu huysuz misafirler gibidir. Salona girer girmez etrafı kolaçan eder ve kendilerinden evvel gelip iyi yerleri kapmış olanlara gıcık olurlar. Herkes bilir ki, misafir misafiri sevmez. Onun içindir ki Tolstoy, Shakespeare’in kötü bir oyun yazarı olduğunu düşünür; Nabokov, Dostoyevski’nin sıkışınca melodrama başvuran ikinci sınıf bir romancı olduğunu söyler; Virginia Woolf ise Joyce’un efsanevi romanı ‘Ulysses’ için zamanında aynen şunları yazmıştır: “Cahilce, sası bir kitap gibi geliyor bana; kendi kendini yetiştirmiş bir işçinin kitabı, onlar ne kadar can sıkıcı olurlar hepimiz biliriz, ne kadar bencil, ısrarcı, çiğ, çarpıcı ve sonuç itibariyle mide bulandırıcı.”

Pek şenlikli bir salvo bu: sınıf kininden tutun düz kıskançlığa kadar her şey var. Talihsiz bir tespit. Fakat bu Joyce’un değerinden düşürmüş müdür? Hayır. Aynı şey ötekiler için de geçerlidir. Shakespeare hepimizin babası sayılır. Dostoyevski ise, Nabokov dışında herkesin teslim ettiği gibi, roman camiasının peygamberidir.

Demem o ki, bütün bu büyük adamlar eleştiriye maruz kalmışlardır. Hiç birinin pulları dökülmemiştir. Benim bildiğim hepsi hala iyi yazarlardır. Onun için Oğuz Atay’a dair bir iki tatsız laf edildi diye, celallenmenin anlamı yoktur. Böyle bir dosya hazırlanıyorsa, bu konuda herkesin olumlu görüş bildirmesi beklenemez. Birileri elbette kitabın zaaflarından söz edecektir.

Fakat unutmamak gerekir ki, Oğuz Atay bu ülkenin çıkardığı önemli edebi kişiliklerden biridir. Sadece bir değil bir kaç kuşağın düşünce hayatını etkilemiş büyük bir yazardır. Onu değerlendirirken, talibini biraz oyaladıktan sonra reddeden şımarık bir kız edasıyla “bilmiyorum, samimi değil galiba” ya da “çok uğraştım ama sevemiyorum” diye kestirip atamazsınız. Bundan daha iyisini yapmanız gerekir. Beğenmeyen oturup kitabın sorunlarını bir bir ortaya koyar ve onu yine edebiyatın araçlarını kullanarak alaşağı eder. Eleştiri böyle bir şey olsa gerektir.

Yoksa akılsız fikir olur, Atay’ın muzipçe söyleyeceği gibi, “cogitosuz ergo sum” olur. Bir de, ne bileyim, bayağı ayıp olur.

Sunday, July 10, 2011

Hazırlıklı Olmak


BirGün
10 Temmuz 2011

“Yargı” Kafka’nın ilk öyküsüdür. Buna inanmak zordur gerçi. Acemilik karalamalarından çok bir olgunluk dönemi eserine benzer çünkü. Yazarın mektuplarından öğrendiğimize göre uykusuz bir gecede bir oturuşta yazılıp tamamlanmıştır.

Bu kısa öykü, bir çok açıdan Kafka’nın edebi kariyerinin nüvesidir. Yazdıklarım yazacaklarımın teminatıdır, der gibidir sanki. Başka metinlerde de benzer temaları imgeleri kullanır mesela. Fakat en önemlisi, bir zaman sonra alameti farikası haline gelecek bir karakterle ilk kez burada tanıştırır bizi: İhtiyatlı adam.

Bu öyküden sonra, “Dönüşüm”ün Gregor Samsa’sından “Dava”nın Jozef K.’sına kadar bütün Kafka kahramanları, kendi hayatlarına sahip çıkmak, olayların gidişatına yön vermek isteyen ama bunu başaramayan karakterler olarak çıkacaktır karşımıza. Hepsi hastalık derecesinde tedbirlidir halbuki. Her şeyin kaydını tutar, bütün detayları zihinlerinde kaydetmeye çalışır, günlerini tamamen öngörülebilir bir düzen içinde yaşamaya gayret ederler.

Onun içindir ki, Gregor Samsa bir sabah uyanıp dev bir böceğe dönüştüğünü gördükten sonra bile, ceketini giyip işe gitmenin yolunu arar. Onu en çok rahatsız eden düzeninin bozulmuş olmasıdır çünkü. Jozef K. da, odasında beliren adamlar tarafından tutuklandıktan sonra, gündelik hayatını her zaman olduğu gibi devam ettirmeye çalışır. Umutsuzca tabii. Kafka'nın dünyasında umuda pek yer yoktur çünkü.

Yine de Kafka karakterleri ümit etmekten vazgeçmezler. Her biri hayatını istediği gibi yönlendirebileceğine inanır. Hem de son ana kadar. Onları trajik kılan da budur zaten. “Yargı”nın ölçülü ve dikkatli karakteri Georg Bendemann da farklı değildir. Hiç bir işi şansa bırakmaz, her zaman her şeye hazırlıklı olmak ister. Fakat uzun süredir ihmal ettiği yaşlı ve hasta babasının odasına girdiğinde, onu bir değil bir kaç sürpriz beklemektedir. Önce hayranlıkla bağlı olduğu babasının çocuklaşıp bunadığını farkeder. Ardından bu yaşlı adam son bir gayretle ayağa dikilip oğlunu dünyada kendisine ait olan yeri çalmakla itham eder. İşte o zaman, bir duvara sırtını verip oracığa büzülür, Georg. Bunu öngörememiştir.

“Georg bir köşede, babasından mümkün olduğu kadar uzakta, duruyordu. Çok uzun zaman önce, her şeyi yakından gözlemlemeye karar vermişti. Böylece sağdan soldan ya da belki arkasından gelecek her türlü sürprize hazırlıklı olacak ve hiç bir şeye şaşırmayacaktı. İşte şimdi, çoktan unuttuğu bu kararı yeniden hatırlamış ve hemen unutmuştu -- tıpkı kısacık bir ipliğin iğne deliğinden kurtuluvermesi gibi.”

Unutulmaz bir sahnedir bu. Özellikle de her şeye hazırlıklı olmak isteyenler için.

Ben onlardan biriyim. Hastalık derecesinde ihtiyatlı olanlardan yani. Benim gibi çok insan var biliyorum. Onlara kardeşim gözüyle bakıyorum. Eve üç sokak kala çantada anahtarını arayanlar, durağa varmadan akbilini çıkarıp hazırlayanlar, misafir gelmeden saatlerce önce sofrayı kurup beklemeye başlayanlar, evden çıkmadan ocağı bir kaç kez kontrol edenler ve sonra apartmanın kapısından geri dönüp bir daha kontrol edenler. Elinizi görüyorum ve potu yükseltiyorum. Eve temizlikçi geleceği zaman sıkıntıdan isilik döküyor musunuz? Ya seyahatler? Bu gerilime dayanamayıp hastalandığınız oluyor mu? Taşınmanın fikrine bile tahammül edebilenler bizden değildir. Bütün bunlar sizi de hırpalıyor olabilir. Ama korkmayın, yalnız değilsiniz. Dünya bizim gibilerle dolu.

Her şey kontrol altında olsun istiyorsunuz. Ne güzel. Oluyor mu bari? Bir arkadaşım var, onun durumu daha vahim, bana bir keresinde şöyle demişti: “Ben bir şeyleri oldurabiliyorum. Çok uğraşınca oluyor.” İçimden geçen “Hadi ya!” demekti ama yukarıda sözünü ettiğim kardeşlik hissinden dolayı ağzımdan “Tabi ya!” çıktı.

Biz ihtiyatlı insanlar, her şeye hazırlıklı olmak isteriz. Böylece hayatı kontrol edebildiğimiz rüyası içinde yaşarız. Oysa, esas olan her şeye hazırlıklı olmak değil, tek bir şeye hazır olmaktır. Sevdiğim bir başka ihtiyatlı karakterin söylediği gibi, “Hazır olmak her şeydir!” Bunun böyle olduğunu, bir hastanın başında boynubükük beklerken, bize hazırlıklı olmamız söylendiğinde anlarız. Neye hazırlık? Ölüme mi? İçimizden delice bir gülme gelir. Yutkunur kalırız.

Sonra hayat yine ele geçirir bizi. Küçük dertlerimizin hayhuyu içinde, unuturuz esas şeyi. Bir de bakarız ki, zihnimizden sıyrılıp gidivermiş -- “tıpkı kısacık bir ipliğin iğne deliğinden kurtuluvermesi gibi.”

Monday, July 04, 2011

Çocuk Kafası

Çocuklarla ne yapacağımı genellikle bilemiyorum. Onları sevmediğimden değil. Sadece beni o kadar şaşırtıyorlar ki, onlarla birlikteyken nasıl davranacağıma, elimi kolumu nereye koyacağıma karar veremiyorum bir türlü.

Bir süre önce yeğenimle bir gün geçirdik. Günün sonuna doğru ikimiz de sokaklarda dolaşmaktan perişan olmuşken, kendimi ondan özür dilerken buldum. Daha çok büyüklerle zaman geçirmeye alışık olduğumu ve çocuklarla ne yapılacağına dair pek fikrim olmadığını söyledim. Defne bu durumu olgunlukla karşıladı. “Üzülme teyze” dedi, “ben sana öğretirim, hiç zor değil.” Ona diyemedim ki, tam da bu nedenle çuvallıyorum ya işte! Her şeyi biliyor gibi görünüyorsunuz. Çekiniyorum sizden.

Çocuklardan korkmasaydım kesin ilkokulda çalışırdım. Karı koca sınıf öğretmeni arkadaşlarım var. Çok kıskanıyorum onları. Her gittiğimde başka bir hikaye anlatıyorlar. Onların çocukları iyice korkutucu gerçi. İkisi de fazla akıllı. Küçük oğlanın adı Çınar. Geçen sene dört yaşındaydı. Bir ara başbaşa kaldık. Baktım oyunu falan bırakmış, dikmiş gözünü beni seyrediyor. Çocuklar onların yanında tedirgin olduğumu hemen sezerler. Bir süre ne diyeceğimi bilemeden sağa sola bakındım. Derken şu müthiş soru geldi aklıma: “Büyüyünce ne olacaksın?” Kocaman güzel gözlerini açıp hayretle baktı. Aptal olup olmadığıma karar vermek ister gibi. Sonra da omzunu silkip şöyle dedi: “Yine Çınar olacağım tabi!”

Çocuk kafası işte! Bu kafayı yapan neyse artık? Ne içiyorsa aynısından bana da ver, dedim annesine. Elimize birer bardak muzlu süt tutuşturdu, oturup hep birlikte Sünger Bob seyrettik.

Fena değildi aslında. Sünger Bob yani. Muzlu sütse hiç değişmemişti. Her zamanki gibi berbattı. Dünyayı yeniden çocukluğumdaki gibi görebileceğimi bilsem her gün içerim, orası ayrı. Ne biçim yazar insan o kafayla, biliyor musunuz?

Aslında biliyorsunuz, çünkü muhtemelen ‘Oğullar ve Rencide Ruhlar’ı okuyup Alper Kamu’yle tanıştınız. Üstelik benim gibi siz de, beş yaşındaki bu zehir hafiyenin hastası oldunuz. Çünkü onun varoluşun sorunlarıyla ağırlaşmış gözkapaklarının arasından dünyayı ne kadar isabetli bir şekilde gördüğünü biliyorsunuz.

Çınar’ın da, akıl yürütmek konusunda, Alper Canıgüz’ün küçük karakterinden pek farkı yok. Şu verdiği cevabı bir düşünün. Ondaki basitliği, güzelliği. Kaçınız bunu yapabilirsiniz? Hadi soruyu yeniden düzenleyelim, Çınar’ın anladığı gibi varlığın zaman içindeki sürekliliğine dair bir soru haline getirelim. Benim öğrencilere sorsak (ki soruyoruz da zaten), dünkü senle bugünkü sen aynı mı diye, kırk dereden su getirirler. Çınar’ın bulunduğu noktaya varabilmek için saatlerce ders yapmak gerekir. O da varabilirsek tabii.

Bu yüksek varlık biçiminden nasıl olup da şimdiki çamurlu bulanık zihinlerimize transfer oluyoruz hiç bir fikrim yok. Bu geçiş ne zaman gerçekleşiyor? “Beş yaş insanın en olgun çağıdır, sonra çürüme başlar” diyor Alper Kamu. Bana makul görünüyor.

Çınar’ın kendi “öz”üne dair tespiti de böyle bir olgunluk çağının eseri olsa gerek. Bunun altında yatan fikri çok anlamlı buluyorum: zaman geçse de onu Çınar yapan şeyin değişmeyeceğini söyleyerek, kendini bir takım vasıfların eklenip çıkarıldığı bir kıyafet askısı gibi görmediğini ifade ediyor çünkü. Bir “şey”ler bütünü değil, bir kimse olduğuna inanıyor. Hem de kendine has bir kimse.

Bu bana kendini her gün yeniden kurgulayarak izleyiciye sunanları hatırlatıyor. Sakinleşin, demek istiyorum onlara, siz bir proje değilsiniz. Bu kadar mühendisçe hazırlanmış bir kimlikle “piyasaya” çıkarsanız, dünyayla ancak bir iş ilişkisi kurabilirsiniz. Kimlik dediğiniz şey bir “vasıflar paketi” haline gelir, hayatınız da bu paketlerin sürekli değiş-tokuş edildiği pazar yeri. Al gülüm, ver gülüm. Hayırlı olsun. Kötü haber şu ki: aldığınız eğitim, bulunduğunuz çevre ya da işgal ettiğiniz makam nedeniyle sizi beğenenler, bu nitelikleri kaybettiğinizde hızla uzaklaşıp başka paketlerin peşine düşeceklerdir.

Çınar’ın çocuk kafasıyla hemen farkedip düzelttiği gibi, esas soru “ne” olacağınız değil “kim” olduğunuzdur. Gittiğiniz okullar, seçtiğiniz eşyalar, hatta mesleğiniz bile bir takım “şey”lerdir. Onları benimsemiş, beğenmiş, yeni birer “özellik” olarak kendinize “eklemiş” olabilirsiniz. Ama bunların hiç biri “siz” değilsiniz.

Siz kendisinde hep devam edecek olansınız. Biri sizi sadece bunun için severse ona inanın. Bundan daha sahici bir şey yoktur çünkü.