Tuesday, December 08, 2009

İncelikler yüzünden



BirGün/ 16:10 15 Kasım 2009

‘Karamazov Kardeşler’ çok büyük bir romandır. Hatta belki de en büyüğüdür. Dostoyevski bu romanın içine dünyaları sığdırmıştır. Onun için oturup ‘bir roman, bir sahne’ oyunu oynuyor olsak, bu romanı anlatacak kişinin en iyi sahneyi seçebilmek için saatlerce düşünmesi gerekir. Bunu kabul etmekle beraber, hiç tereddüt etmeden en sevdiğim sahneyi söyleyebilirim: Babasını öldürdüğü suçlamasıyla yargılanan Dimitri Karamazov, saatlerce süren mahkemede yorgun düşüp uyuyakalır. Uyandığında başının altına bir yastık konduğunu farkeder. O vakte kadar canla başla suçsuzluğunu kanıtlamaya çalışan Dimitri’nin gözleri dolar, yüzü aydınlanır ve minnet dolu bir sesle “Başımın altına yastığı kim koydu? Kimdir o iyi yürekli insan?” diye sorar. O kişi ortaya çıkmaz, ama Dimitri değişmiştir; suçsuz olmasına rağmen kürsüye yaklaşır ve her şeyi imzalamaya hazır olduğunu söyler. Bu küçücük şefkat anı çözülmesine neden olmuş, başka her şeyi önemsizleştirmiştir.

Bizi mahvedenin kabalıklar olduğunu zannederiz. Oysa, asıl incelikler yıkar hepimizi. Kabalık, içinde yaşadığımız, kendimizi hazırladığımız, hatta bir dereceye kadar baş etmeyi öğrendiğimiz bir şeydir. Dünya iyi bir yer değildir. Hayat acımasız, insanlar hoyrat, mutluluklar geçicidir. Bunu beş yaşında falan öğreniriz. Sonrası üç aşağı beş yukarı hep aynı terânedir.

Başta karşımızdaki insanların duyguları olmak üzere hayatta bir çok şeyi kontrol edemediğimizi farkederiz. Üstelik görürüz ki, bu hiç de az bir bilgi değildir aslında. “Öteki,” cehennemin ta kendisidir. Sartre, başka bir çok şeyde olduğu gibi, bu konuda da haklıdır.

Böylece zaman geçer. Yavaş yavaş katılaşırız. Hayata karşı donanmış, kötülüklere karşı zırhlanmış olduğumuzu düşünmek isteriz. Beklentilerimizi düşük tutar, her şeye hazırlıklı olmaya çalışarak yaşar gideriz.

Sonra birden, hiç beklemediğimiz bir yerden, bizi hiç tanımayan birinden bir incelik görürüz. İşte bu darmadağın eder bizi. Buna hazırlıklı değilizdir çünkü.

Kırk yaşına girdiğim gün hayatımın en kötü günlerinden biriydi. Neredeyse bir ay boyunca her gün yaptığım gibi, hastaneye annemi görmeye gitmiştim. Annem komadaydı. Yoğun bakımdaydı. Bizi yine içeri almadılar. Bir kez daha ‘her şeye hazırlıklı’ olmamızı söylediler. Babam, kardeşim ve ben hastanenin bahçesinde yine sessizce oturduk.

Eve dönerken, bir daha hiç bir doğumgünümde mutlu olamayacağımı biliyordum.

Ruhumla beraber bedenim de katılaşmış gibiydi. Her adım için düşünmem gerekiyordu. Bir robot gibi ilerleyerek dolmuşa bindim. Biri bana dokunursa paramparça olacağımdan korktuğum için öne, şöförün yanındaki koltuğa oturdum.

Güzel bir yaz günüydü. Haziran güneşi ön camda patlayıp dağılıyor, her şey fazla parlak, fazla canlı, fazla renkli görünüyordu. Işık öyle kuvvetliydi ki, canımı acıtıyordu. Dayanamayıp gözlerimi kıstım.

Bunun üzerine yanımdaki koltukta bir hareket hissettim. Yaşlıca bir adam olan şöför bana doğru uzandı, önümdeki güneşliği indirip gözlerimin hizasına gelecek şekilde ayarladı. Sonra hiç bir şey söylemeden işine döndü ve gözlerini yola çevirdi.
Güneşliğin üzerindeki aynada kendimi gördüm. Kızarmış ve kısık gözlerimi. Şöföre teşekkür etmek için ağzımı açtım. Ama sesim çıkmadı.

İşte o zaman ağlamaya başladım.

Her şeye hazırlıklı olduğumuzu zannederiz. Ama bir gün bir şey olur. Kırılırız.

İncelikler yüzünden.

4 comments:

yekpare said...

keşke burdaki resim gitmeseymiş..

Meltem Gürle said...

Annemle resmim vardı. Nereye gitmiş sahi! Ben de anlamadım.

Başak Deliloğlu said...

"Amour" filmini seyrettim ve aklıma bu yazınız geldi. Çok uyuyorlar bence.

Unknown said...

♥️🙋‍♀️