Sunday, December 06, 2015

Dünyayı güzellik kurtaracak...

BirGün Pazar
15 Kasım 2015




Dünyayı güzellik kurtaracak…

Bu başlığı görünce belki de bu yazıyı atlamak istediniz. Haksız değilsiniz. Şu aralar hiçbirimizin böyle “hülyalı” lafları duymaya tahammülü yok. Her gün insanların öldürüldüğü, şehirlerin kuşatma altında tutulduğu ve bu olanlara itiraz eden insanların hapse atıldığı ülkemizde güzellikten söz etmek bir tür küstahlık bile sayılabilir. Yine de, ilk bakışta nafile bir teselli gibi görünen ve gerekli gereksiz tekrar edildiği için artık kulağa anlamsız gelen bu sözlerin, dünyanın gidişatına dair çok karamsar hisler besleyen bir romancının elinden çıktığını hatırlatmak isterim.

Geçtiğimiz hafta 194. doğum gününü kutladığımız Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, umut ve heves ilham eden bu lafı İppolit Terentyev’e söyletir. Budala’nın unutulmaz kişilerinden biri olan bu veremli genç adam, keskin zekası, aşırı hassasiyeti ve akıl almaz derecede karmaşık kişiliği ile tipik bir Dostoyevski karakteridir. Ivan Karamasov ya da Raskolnikov gibi onun da, Tanrı’nın kendisiyle değil yarattığı dünyayla bir meselesi vardır. Ona göre, insanlar özünde zalim, dünya da adaletsiz bir yerdir. Yaklaşan vakitsiz ölümünü de bunun bir işareti olarak görür, İppolit. Heyecanlı, sivri dilli ve gururlu bir gençtir. Çok zamanı kalmadığının farkındadır. Bir insan olarak onurunu koruyabilmek için, kendisine kalan son özgürlüğü kullanarak canına kıymak ister. Ama bundan önce, romanın ana karakteri olan Prens Mışkin’in de hazır bulunduğu bir toplulukta, bir veda mektubundan çok bir manifestoyu andıran uzun bir konuşma yapar. İşte Budala’nın çok önemli sahnelerinden birini oluşturan bu konuşma onun Prens Mışkin’e sorduğu şu soruyla başlar.

Bir gün konuşurken, dünyayı güzellik kurtaracak demişsiniz, bu doğru mu?”

İnsanın dünyadaki yalnızlığı ve terk edilmişliği Budala’nın temel meselelerinden biridir. İppolit de romanda bu fikrin vücuda gelmiş halidir. Bunu en iyi hissettiğimiz sahnelerden biri, onun Mışkin’in “Bu resme bakan inancını kaybeder” dediği “Mezarındaki İsa” adlı bir tabloya dair söyledikleridir. Holbein’ın bu meşhur tablosu, İsa’nın çarmıhtan indirilip tabuta konduğu anı resmeder. İsa’yı çarmıhtayken bile tanrının kutsal ışığının güzelliği altında resmetmek yolundaki genel eğilimin tersine, bu tablo dövülmüş, yaralanmış ve çeşitli işkencelere maruz bırakılarak öldürülmüş bir insan bedenini en acınası haliyle temsil eder. Bu İsa’nın en insan halidir. Ölü bedeninde güzellikten en ufak bir iz bile yoktur. Kardeşlerinin zalimliğine maruz kalmış ve babası tarafından ölüme terk edilmiş bir adamın resmidir aslında. Ippolit intihar notu olarak yazdığı uzun mektubu okurken bu tablodan şöyle söz eder:

Bu tabloda belki de, özellikle, herkesin boyun eğdiği ve sizi de ister istemez etkisi altına alan o karanlık, küstah, anlamsız-sonsuz güç canlandırılmış. Ölünün çevresinde yer alan ve hiçbirini tabloda görmediğimiz insanlar o akşam bir anda bütün umutlarını, hatta belki de inançlarını paramparça eden korkunç bir acıyı ve kuşkuyu yaşamış olmalıydılar. Asla kurtulamayacakları bir düşünceyi de içlerinde götürerek her biri bir yana dağılıp gitmişti belki de. İsa da öldürülmeden önce kendisinin şu tablodaki halini görebilseydi, çarmıha kendiliğinden çıkar ve şimdi olduğu gibi ölür müydü? Tabloya baktığınızda işte bu soru da karşınıza dikiliyordu.


Dostoyevski, Budala’nın ana karakteri güzel ruhlu Prens Mışkin’in karşısına bu genç ve asi delikanlıyı yerleştirerek, her zaman yaptığı gibi yine bir çatışma ile çıkar önümüze. Dünya bir nihilistin baktığı yerden göründüğü gibi karanlık ve umutsuz bir yer midir? Yoksa insan için bir kurtuluş umudu var mıdır? Eğer varsa bu neden güzellik olsundur?

Bu soru düşünmeye değerdir. Cehennemin öteki dünyada değil burada yanı başımızda olduğuna inanan İppolit, insan olmanın tanım itibarıyla acı çekmek anlamına geldiğini ve bunun ötesinde pek de bir şey beklemememiz gerektiğini söyler bize. O zaman “dünyayı güzellik kurtaracak” ifadesi sadece bir safsata mıdır? Kulağa hoş geliyor diye söylenmiş bir şey midir? İlk olarak Prens Mışkin’in ağzından çıktığına göre, bu sözler bir budalaya mı yoksa bir peygambere mi aittir?

Bu sorulara en güzel cevabı, 1970 senesinde Nobel ödülü aldığında yaptığı konuşmada Aleksandr Soljenitsin verir. Bu meşhur konuşmasında, Soljenitsin uzunca bir süre Dostoyevski’nin bu sözlerinin pek de derinliği olmayan bir laf salatası olduğunu düşündüğünü söyler önce. Sahi, ne demektir “dünyayı güzellik kurtaracak”? Güzelliğin insanın ruhunu yücelttiği doğrudur belki. Sanat çoğu zaman algımızı keskinleştirir, hayata bakışımızı derinleştirir. Ama dünyayı kurtarmak? O tamamen bambaşka bir şeydir. Dünyanın kan gölüne döndüğü, milyonlarca insanın bir hiç yüzünden yok edildiği, kişisel hırsların ülkeleri savaşlara götürdüğü yakın tarihimize bakmak bile bunun doğru olmadığını görmek için yeterlidir. Güzellik bu vakte kadar kimsenin hayatını kurtarmamıştır.

Ancak, der Soljenitsin, güzellikte – ya da onun sanat şeklinde tezahür eden halinde – karşı koyamayacağımız bir kuvvet vardır. “Gerçek bir sanat eserinin ikna gücü inkar edemeyeceğimiz kadar büyüktür. O kadar büyüktür ki, onun dile getirdiği fikre karşı olanların bile önünde diz çökmesini sağlayabilir.” Oysa, mesela siyasi bir iddiaya dayanan bir fikir eserine karşı çıkmak mümkündür. Onu yerden yere vurabilir, tamamen karşı görüşler dile getirerek çürütebiliriz. İnsanlar bir konuda farklı taraflar seçebilir ve tümüyle uzlaşmaz fikirlere sahip oldukları için sonsuza dek ayrı kamplara düşebilirler. Bir makaleyi birkaç mantık hatası yüzünden çöpe atabilirsiniz. Bir siyasi argümanı, sizin görüşlerinize ters düştüğü için, kökünden reddedebilirsiniz. Bir sanat eseri ise, yalnızca aklınızla kavrayabileceğiniz bir şey değildir. Sizi savunduğunuz fikirlerin ötesinde bir yerden yakalayacak ve sunduğu güzelliğin büyüklüğü ölçüsünde kendine tabi kılacaktır. Üzerinizde yarattığı etki de, bu nedenle, akıllıca yapılmış bir siyasi konuşmadan ya da iyi yazılmış bir makaleden çok daha kuvvetli olacaktır.

Dostoyevski’nin bu sözü için “Dikkatsizce söylenmiş bir laf değil, bir kehanettir bu,” der Soljenitsin. Bu büyük romancı, karakteri Mışkin’e atfettiği cinsten bir aydınlanma anında belki de bütün dünyayı böyle bir güzelliğin ışığı altında görmüştür ve onu söylemektedir bize.

Budala’nın başlarında bir yerde, sara krizi geçiren Prens Mışkin kutsal bir yükselme anı yaşar ve kendini ancak “zamansız bir güzellik” olarak tarif edebileceği bir anın içinde bulur. Mışkin, burada gündelik hayatın ve belki de aklın sınırları içinde kaldığı sürece asla ulaşamayacağı bir yere dokunmuş ve varlığından şüphe edilemeyecek bir hakikatin karşısında durduğu hissiyle donup kalmıştır.

Dostoyevski, bu sahneden hemen sonra Prens Mışkin’in ağzından “İnsan hakikatin karşısında ne yapabilirdi ki?” diye sorar bize. Böylece onun nezdinde hakikat ile güzelliğin tamamen aynı olduğunu anlarız. Belli ki, Soljenitsin’in okuması isabetlidir. Dostoyevski “Hakikat, İyilik ve Güzellik” şeklinde özetlenebilecek antik üçlemeyi, tek bir fikirde birleştirmiş ve bu fikre Prens Mışkin’in kişiliğinde can vermeyi tercih etmiştir.

Ne yazık ki, Holbein’in İsa’sı gibi, Mışkin de romanın sonunda taşıdığı ışığı kaybeder ve sıradan bir insanın çaresizliği içinde bulur kendini. Kimseyi kurtarmayı başaramamış, başkalarının acılarına çare olamamıştır. Her şey bittiğinde onu Rogojin’in yanında görürüz. Arkadaşını düşmek üzere olduğu dipsiz uçurumdan kurtarmaya çalışırken hem aciz hem de acınacak haldedir. Güzelliğini ve diğerleri üzerindeki gücünü yitirmiş, sonunda zavallı bir budala haline gelmiştir. 

O zaman, Dostoyevski’nin romanın başında Mışkin’in ağzından bize sunduğu “Dünyayı güzellik kurtaracak” kehaneti yerle bir mi olmuştur? Mışkin’in yıkılmasını bu umudun sonsuza kadar yok olması olarak mı anlamalıyız?

Hiç sanmıyorum. Mışkin yıkılmıştır belki. Ama Budala hala ayaktadır. Dostoyevski’nin romanı, edebiyatın karşı konulmaz güzelliği ile hala kalbimize dokunmakta ve bize başkalarının acılarına kayıtsız kalamayacağımızı hatırlatmaktadır.

Kalbe dokunmayanı tekrar etmenin anlamı yoktur, der Soljenitsin.

O zaman sanatın gücünü teslim edelim. Dünyayı değiştirecek olan güzelliktir. Çünkü güzel olanın önünde hepimiz aynı saygıyla eğileceğiz bir gün. Kendimizden daha büyük bir şeyin karşısında olduğumuzu bilerek yapacağız bunu. Zamansız bir şeyin önünde olduğumuzun farkında olarak duracağız orada. Çünkü güzel olan aşkın olandır. Kendi küçük dertlerimizden çıkıp dünyanın acısına doğru ilerlememizi sağlayandır.



NAİF

BirGün Pazar
14 Haziran 2015


Seçimden sonraki sabah gülümseyerek uyandım. Harika bir rüya gördüm çünkü. Rüyamda kül rengi bir dağ birden yeşilleniyordu. Taş toprak renk değiştiriyor, yerden ağaçlar fışkırıyordu. Yanımda eski bir öğrencim vardı: "Bizim memlekete bahar işte böyle gelir, hocam!" dedi.

İnsan kabusların en korkunç tarafını anlatamadığı gibi, bu kadar güzel bir rüyanın verdiği ferahlık hissiyle de baş edemiyor. Ben de ne yapacağımı bilemeden bir süre dolandım evde.

Tam o sırada, bir arkadaşım telefon etti. Seçim sonucuna dair kimi analizler yaptı. Belli ki o benim kadar iyimser değildi. Bense o kadar şaşkındım ki daha tam sevinememiştim bile. Ama rüyanın buğusu hala üzerimdeydi. Telefonu kapatmadan önce ona rüyamı anlattım. “Her zamanki gibi naifsin,” dedi bana “Boşuna ümitlenme, bu devran öyle kolay kolay değişmez!”

Bu naif lafını ne zaman duysam irkilirim. Daha iyi bir dünya istiyorsanız bu hep bir miktar şüphe ile karşılanır. Size hayalperest derler, romantik derler ve işte en fenası “naif” derler. Tırnak içinde yazdım, çünkü çoğu kez müstehzi bir şekilde söylenir bu. “Pek zeki biri değil” demektir, “hayaller dünyasında yaşıyor” demektir, “kolayca kandırılabilir” demektir. Bu liste böyle uzar gider. “Naif,” en iyi ihtimalle, iyi niyetli ama biraz saf anlamına gelir.

Dünyayı çözüp kenara koyduğunu zanneden bir tür insan vardır. Bu yargı genellikle onlardan gelir. Zaten yargıların çoğu onlardan gelir. Onlar hayatlarının bir döneminde bir sille yemiş ve bunun neticesinde dünyanın iyi bir yer olmadığını fark etmişlerdir. Hala o sillenin hatırası ile yaşarlar. Sanırlar ki, dünyanın fena bir yer olduğunu sadece onlar görmüştür. Tek bir sillenin etkisiyle yere düşmüş ve bir daha kalkamamış olduklarını anlamazlar bir türlü. Onlara göre yola devam edenler ya dayak yememiş ya da silleleri saymayı becerememiştir.

Bu kişiler kendilerine “gerçekçi” derler. Bunu söyleyerek kötülük dışındaki bütün olasılıkları öldürdüklerini fark etmezler. Çoğu kez aksini iddia etseler de, dünyayı bütün pisliği ile kabul ederler aslında. Kötülüğün mimarı değillerse bile zamanla ortağı haline gelirler. İyilik ancak bilgisizlikle ya da aptallıkla eşdeğerdir onlar için. Daha iyi bir dünya isteyenler, ya safiyane ütopyalar peşinde koşanlar ya da dağ başında yaşayan cahil çobanlardır. “Omelas’ı Terk Edenler” adlı öyküsünde Ursula LeGuin bu yanlış anlamayı çok güzel anlatır:

Ukalalarla züppelerin kışkırttığı kötü bir alışkanlığımız var bizim, mutluluğu aptalca bir şey gibi görüyoruz. Sadece acı entelektüel, sadece kötülük ilginç geliyor bize. Sanatçının ihaneti bu: Kötülüğün sıradan ve acının müthiş sıkıcı olabileceğini bir türlü kabul edememek. Onlarla baş edemiyorsan onlara katıl. Canını yakıyorsa yinele. Oysa acıyı yüceltmek sevinci lanetlemektir, şiddeti kucaklamak bütün diğer şeyleri elden kaçırmaktır.”

Le Guin haklıdır. Kötülük banal ve tekdüzedir. İyilik ise çok daha şaşırtıcıdır. Her seferinde farklı bir renk ve şekilde gelir. Hayalgücü ister. Cesaret ister. Zeka ve incelik ister. En çok da tevazu ister. Yoksa Fukushima’da radyoaktif bölgenin içinde terk edilmiş hayvanlara dört yıldır bakan Naoto Matsumura’yı nasıl anlayabiliriz? Hindistan’da 2002 yılındaki kıtlıktan sonra hayatını yoksul, evsiz, kimsesiz ve yardıma muhtaç insanlara adayan ve o zamandan bu yana 1,2 milyon kişiyi doyurmuş olan Narayanan Krishnan’ın yaptıklarına nasıl anlam verebiliriz?

Dünyayı değiştirmeyi isteyen insanlar aptal ya da cahil değildir. Bunu kötülüğü bilmedikleri için yapmazlar. Kötülüğü tercih etmedikleri için yaparlar. Daha iyisini istemeye cesaretleri olduğu için yaparlar. Aradaki fark budur.

Komplo teorileri, felaket senaryoları ve hayatı basite indirgeyen açıklamalarla uğraşanlar ise kolaycıdır çoğu kez. Ezberlerini bozmak istemezler. Kendi güvenli alanlarını bırakmaz, risk almayı tercih etmezler. Bulundukları o konforlu köşeden dünyanın geri kalanına dair ahkam keserler. Oysa hayatın büyülü tarafı o güvenli alanın dışına çıkınca başlar. Hayal gücünün alanı bu sınırdan başlayarak açılır. Hiç bilmediğiniz bir yere adım atmaya cesaret ettiğiniz andan itibaren siz de değişime açılmış olursunuz. Yeni ve daha iyi bir dünyanın olasılığını bulursunuz orada.

Gezi’de bize olan da buydu. O küçücük parkın içinde iyiliğin hakim olduğu bir dünyanın olasılığı ile karşılaştık. Bir ütopyayı ucundan bile olsa gördük. Evet, bu bir hayaldi belki. Ama o hayal bir süre için gerçek oldu. Bu seçim, o hayali meclise soktuğumuzun resmidir. Olduğu gibi kalır mı, buradan nerelere evrilir, bunları konuşmanın anlamı yok. Gezi için söylediğimiz şeyi, meclise girmeyi başardığımız bu tarihi seçim için de söyleyebiliriz: Bu oldu. Bunu artık bizden alamazlar.

Boşuna umutlanmayın diyenlere, seçim sonucu kalıcı bir birlikteliğin işareti değildir diye ahkam kesenlere, bir gecede ne değişecek sanıyorsunuz diye akıl verenlere ise şunları sormak lazım: Diyarbakır’da birkaç gün içinde öldürülen, kollarını bacaklarını kaybeden, yanıp kavrulan Kürtlere mi söylüyorsunuz bunu? Onlar da “naif” midir sizce? Evlerinde oturup boş hayaller mi kurmuşlardır? Her gün şiddete maruz kalıp öldürülen, taciz edilen, dövülen, o da olmazsa aşağılanan kadınlara mı söylüyorsunuz? Irkçı saldırılara maruz kaldıkları için senelerdir tedirginlik içinde yaşamaya mahkum edilmiş azınlıklara mı sesleniyorsunuz? Peki ya LGBT, alternatif bir hayat arayan romantik gençlerden mi oluşuyor sizce? Bunlardan hangisi her şeyin bir gecede değişeceğini düşünüyordur? Mücadele hangisi için şimdiye kadar kolay olmuştur ki, bundan sonrası öyle olsun?

Onun için, karar verdim, umutlanacağım ben. Bu anı gerçek kılabilmek için, kolunu bacağını gözünü vermiş, sevdiklerini kaybetmeyi göze almış insanlar umutlarını bırakmıyorsa, ben neden bırakayım? En karanlık günlerde bile bırakmadıysam, şimdi neden bırakayım?

Arkadaşıma gelince, niyetinin kötü olmadığını biliyorum. Bana “naif” derken amacı ukalalık etmek ya da akıl öğretmek değildi. O sadece beni düş kırıklığına karşı korumak istedi. Keşke ben de ona şunu söyleyebilseydim: Düş kurmaya cesaret edemeyenlerin kırılacak düşleri bile olmaz ki, arkadaşım!

Thursday, July 30, 2015

The Open Veins of Turkey





It was the spring of 1984. My first year at college. Born and raised in a humble town by the Aegean sea, I was amazed by the intensity of life in Istanbul. Thinking back, I realize now that I was kind of shell-shocked by the immense variety of images, sounds, and smells this rapidly changing city provides on a daily basis.

Life was confusing for everybody in those days. It was a period of transition, a time of change. The military rule was over, but its effects were still felt everywhere in the country. The 1980 coup had brought a regime of horror. The military had arrested thousands of people who were then tortured, with hundreds killed or went missing. It was a difficult period. But it was over. Or so we were told. In the year 1983, when the parliamentary elections were held and the neoliberal Özal government came to power, newspapers announced that democracy had returned to the country. But from what I saw in Istanbul, democracy seemed to be taking its time.

The year I went to college, there were portraits of Kenan Evren (the leader of the military coup who was later elected president) hanging everywhere: in state offices, shop windows, even apartment entrances. There were still hundreds of missing people. Their mothers had started gathering in squares chanting slogans. Expelled academics had returned to the campus with long and tired faces. Nobody asked where they had spent the last couple of years. Everybody knew. Those who had managed to keep their positions in academia had carefully avoided talking politics in class. A certain style of mustache was deemed ideological and was banned on campus. There was a new dress code to ensure “appropriate clothing” of the state officials. In fact, there were regulations for almost everything. It seemed that the military had taken a step back but still kept an eye on Turkish democracy – like an overbearing father letting his daughter go on her first date. Reluctantly. Very reluctantly.

Of course, later we would find out that worse was to come. The military was going to be replaced by its even more evil twin: The capital holders and warlords guarded by an army of specially trained police forces would take over the country in the 90’s. But it was 1984 and none of this had happened yet. The only signs of the country’s changing economy were observed in the appearance of imported whiskey and cigarettes on the shelves – an outcome of the lifting of the ban on foreign trade. Turkey was entering a new era, a new form of capitalism, but very little of this was known to me. I would sit around and smell the faint scent of freedom in the air.

In 1984, in the girls’ dormitory on the university campus, I remember lying down in my bunk bed, and thinking about the infinite possible ways my life could go. When I look back now, I feel that somehow my fate was linked to that of my country. After long years of suppression (my teenage years spent in the hands of my protective parents seemed no different from living under a military regime), I had finally landed on freedom—and I was at a loss about what to do with it.

The upper bunk belonged to a girl from the Political Science Department. She was friends with the coolest people on campus, and while I was always distracted and given to flights of fancy, she seemed as focused as a clear summer day. She was also a member of the Students’ Cooperative – the most popular campus hangout for leftists at the time. The Cooperative was a mysterious place. Nobody knew what it was they did exactly. Their only activity seemed to be the monthly book club meetings, where they talked about the works of some socialist thinkers. One day, this girl from the upper bunk asked me whether I would like to join her for one of those meetings. I guess she was tired of watching me lie in my bed all day. She said it was going to be “fun.” I was not particularly keen on reading theory (I was an ardent reader but my taste was for fiction). What is more, the somber atmosphere of the Cooperative did not really correspond to my idea of fun. But there was this boy (dark wavy hair, thick mustache, piercing green eyes)… and before I know, I found myself asking: “What book is on for this month?” “Something on Latin America,” she said. She did not know who the author was, but the book itself was supposed to be really good. “Everybody is talking about it,” she added. Still toying with the idea of meeting the boy with the thick mustache, “Yes,” I said, “I will be there.”

The book turned out to be Eduardo Galeano’s “Open Veins of Latin America.” It was translated into Turkish and printed in 1983. On the book's cover was a detail from Diego Rivera’s famous mural “History of Mexico” depicting the early years of what is called “The Age of Discovery” with conquistadores enslaving the natives of the continent. Even then I could sense the artist’s contempt for the triumvirate of “Banker, Army, Church” which dominates the whole picture.

 “Open Veins” was a revelation. No wonder everybody was talking about it! I was expecting to be drowned in yet another boring piece of theory. But this book was different. Galeano’s story-telling skills had turned Latin America’s history of cruelty and violence into a gripping narrative. I shed tears for the natives of Haiti who committed suicide in groups upon realizing their grim fate. I could not stop thinking of how they had poisoned their own children rather than have them suffer at the hands of their white oppressors. I was horrified to find out that the unsuspecting natives of the continent had fallen prey to the epidemic diseases brought by the Europeans, and that the small pox alone had killed hundreds of thousands of men, women, and children. I could not believe my eyes when I read that half of the population of America died from contamination after their first contact with white men.

I grasped the scope of colonialism when I found out about how many Bolivian miners had to die with rotten lungs so that the Europeans may consume cheap tin. Galeano, with his skilled language and vivid depictions, took my hand and led me through the graveyard in Catavi, “where blind people solicit pennies to pray for the dead, a forest of white crosses stands over small graves scattered among the dark headstones of adults.” I learned in terror that “of every two children born in the mining camps, one dies soon after opening its eyes.” The other one is bound to become a miner when he grows up, and “before he is thirty-five,” Galeano says, “he will have no lungs.”

At times, I was entertained by the way Galeano tells the stories of the European conquerors trying to adjust to their new lives in America, particularly the ones that talk about how they failed to handle their newly acquired wealth. I still remember the episode of the two señoras that engage in a contest to show off their income from the mines in Potosi. In a lively fashion, Galeano tells the reader how they used to end their lavish fiestas by throwing their silver service and golden vessels from their balconies to be picked up by lucky passersby. I also appreciated the author’s subtle humor, as in the case of a former Jesuit church, turned into a movie theatre in the 70’s, which advertises its forthcoming attraction as “It’s a Mad, Mad, Mad World.”

In Galeano I found a great story-teller. Thirty years after my first encounter with “Open Veins,” I am still of the same opinion. However, the book does not owe its value only to the author’s narrative skills. To me what is more important even today is that “Open Veins” made me see the world under a different light. Not only did I get an insight into the mechanism of global capitalism and imperialism, I started suspecting that our veins in Turkey might be “open” as well.

I began to understand that our new liberal government is actually a continuation of the previous system. I got a glimpse of the fact that the ideological discourse of the military intervention, which rested on the establishment of law and order in the country, served the internationalization of capital. The military dictatorship acted as a facilitator to implement neoliberal policies in Turkey, which would initiate privatization and enable multinational companies to get hold of the resources of the country. It would also mean the silencing of the workers’ and socialist movements as well as the rise of a more conservative and religious society.

Lying in my bunk bed reading “Open Veins,” I felt for the first time that things might not get better in Turkey—that the apparent winds of freedom may in fact be poisonous. And indeed, they had already started smelling of corruption.

I still admire Galeano for that valuable insight. Though it would have felt better if he were proved to be wrong.


As for the book club, I never went to the meeting. Because the boy with the thick mustache started dating the girl in the upper bunk the very same week I bought “Open Veins.”



Not. Bu yazının İspanyolcası 2015 Mayıs ayında Uruguay'da LENTO adlı dergide yayımlandı.

Thursday, April 02, 2015

DÖNÜŞÜM


BirGün Pazar
22 Mart 2015




Bu sayfayı takip edenler, hemen her zaman aynı kahvede oturduğumu biliyorlar. BirGün Pazar için yazdığım yazıların çoğu bu kahveden çıkıyor. Hatta hikayeler bu kahvede geçiyor.

“Hey Jude” çalarken şarkıya kaptırıp “Nah na naaaa nanana naaaa!” diye bağıranlar buradaydı mesela. “İyi notlar, küçük kardeşler ve ayak parmakları” yazısının kahramanı küçük Melis de bu kahvenin müdavimlerinden biriydi. Hatta karşısındaki ufak tefek sarışının gözlerini yakalamaya çalışarak “Peki sence, maddede boşluk var mı?” diye soran oğlan da pencere önündeki masalardan birinde oturuyordu.

Başka bir yazıda söylemiştim, bu kahveyi Calamity Jane dobralığı ile Adile Naşit anaçlığı arasında gidip gelen çok tatlı bir kadın işletiyor. Kahvenin çalışanları da müşterileri de genellikle öğrencilerden oluşuyor. Eski çay bahçeleri ile yarışamaz belki. Açık hava alanı yok çünkü. Ama kendine göre bir cazibesi var. Arka plandaki çatal bıçak takırtısı, insan sesi ve müzikten oluşan karışım tam olması gerektiği gibi. Ne dikkati dağıtacak kadar yüksek, ne de insana kendini yalnız hissettirecek kadar cılız. Üstelik kahvesi lezzetli, çayı demli, hatta ev yemeği bile var. Bu haliyle Beyoğlu’nun göbeğinde gerçek bir vaha sayılır.

Bir de burada başınıza çok acayip şeyler gelebiliyor. Mesela yemeğinizi tabağınızda bırakırsanız, o yemeği yapan hanım üzülebiliyor. Mecburen oturup hepsini yiyorsunuz. Bir başkası, kahvaltı ısmarladığınızda “Peynir yalnız kalmasın diye yanına biraz portakal reçeli de koydum,” diyebiliyor. Kuru kuru iki çay içip kalkan bir öğrencinin cebine fırından yeni çıkmış poğaçadan tıkıştırdıklarını görüyorsunuz. “Okula gidiyor, aç kalmasın. Belki parası yoktur,” diyor Adile Naşit. Ona hak veriyorsunuz. Belki yoktur hakikaten. Hastaysanız ıhlamur yapıyorlar, elinizde ağır bir şey varsa “Bununla dolaşmayın, sonra gelip alırsınız” diyorlar, portakal reçelini sevdiyseniz küçük bir kavanoza koyup yanınıza veriyorlar. Hatta tuvalete diye kalkıp geri döndüğünüzde masanızda iki tane mandalina bulabiliyorsunuz. “Yahu yapmayın!” diyecek oluyorsunuz. “Çalışıyorsun, hocam! Vitamin lazım!” diye cevap geliyor.

Geçen hafta öğrendim ki işte bu kahveyi kapatacaklar, bu kadınları buradan çıkaracaklarmış. Bir sabah geldiğimde bunun gerçekleşmemesi için imza topluyorlar ve herkese bir bir dertlerini anlatıyorlardı. O kadar afalladım ki, önce duyduğum şeyi anlayamadım. Sonra elime tutuşturdukları broşürü okumaya başladım.

Beyoğlu Kent Savunması Esnaf Komisyonu tarafından hazırlanan bu broşürde, Beyoğlu’nda önümüzdeki ay içinde birçok dükkanın kapanacağı, bunların arasında bu bölgenin sembolü haline gelen tarihi birtakım mekanların da bulunduğu yazıyordu.  Beyoğlu Kent Savunması, “6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 347. maddesinde yer alan "10 yılını dolduran kiracının tahliye edilebileceği" maddesi ile 6306 sayılı afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi hakkında kanunların gerekçe gösterilerek tahliye edilmesine” tepki olarak bir inisiyatif başlatmış ve bölgedeki küçük esnafın planlı bir şekilde yok edilmesine karşı mücadeleye girişmişti.

Beyoğlu Kent Savunması Esnaf Komisyonu, geçtiğimiz Perşembe günü bu meseleyi duyurabilmek amacıyla bir basın toplantısı düzenledi. Bu toplantıda Mücella Yapıcı uzun süredir varlığından haberdar olduğumuz ama boyutlarını hiçbir zaman tam olarak kestiremediğimiz kentsel dönüşüm projesinden söz etti. Bu proje sadece Beyoğlu'nda değil, Beşiktaş, Kadıköy ve Şişli'de de uygulanmaktaydı. Amaç insanları bir an önce yerlerinden etmek ve bu mekanları daha çok rant getirecek şekilde düzenlemekti. Yasalar bu dönüşümü hızlandırmak üzere kasten getirilmişlerdi.

Beyoğlu Kent Savunması Esnaf Komisyonu adına konuşan Onur Taş’ın anlattıkları da dikkat çekiciydi. Taş, bu yasalarla birlikte Beyoğlu’nun tarihi dokusunu ve kültürel çeşitliliğini kaybetmek tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu hatırlattıktan sonra, şunları söylemişti:

“Beyoğu esnafı olarak, bir hanın butik otel yapılmak üzere satıldığını, yükselen kirayı ödeyemediği için bir berberin kapatıldığını görüyoruz, farkındayız. Beyoğlu, gözü dönmüş sermaye sahiplerinin bir parça kapabildiği için üşüştüğü büyük bir pasta. Her gün zincir mağazalara bir halka eklenirken, sinema, bar ve kafeleriyle Beyoğlu'nu Beyoğlu yapan esnafın yerini yurdunu terk etmesi isteniyor. Bu bir sürgün, kabul etmiyoruz. Beyoğlu'nun çeşitliliği yok olmadan, herkese açık kamusal alan olarak savunmaya hazırız. Çünkü artık son noktadayız.”

Siz de son noktaya geldiğinizi hissetmiyor musunuz? Berbere gittiğinizde, her yeri kapı duvar buldunuz. En sevdiğiniz kitapçı çoktan kepeklerini kapattı. Her zaman gidip dolaştığınız handaki küçük dükkanlar da öyle. Hani girişten ucuza şapka, eldiven, kaşkol falan alıyordunuz ya? Orası da yok artık. Beşiktaş’taki kasabınız başka bir yere taşınmak zorunda kaldı. Kaymakçıyı yerinden ettiler, ağlayarak gitti. Baharatçı, saatçi, peynirci... Hepsi birer birer kapandılar.

Bunların hepsi bitti gitti. Şimdi benim kahveme göz diktiler.

Ama burası bana insan olduğumu hatırlatan son birkaç yerden biri. Kimsenin kapıları yüzüme bırakmadığı, omuz atıp önüme geçmeye çalışmadığı, yemeğimi önüme fırlatır gibi koymadığı tek mekan. Burada bildiğim bir havayı soluyor, her gün gördüğüm tanıdık yüzlerin arasında oturuyorum. Bu kahve benim İstanbul ile kurduğum bağın son düğümlerinden biri. Yoksa bu şehirde artık kim olduğumu bilmiyorum.

Bu da giderse kentin dönüşümü benim için tamamlanacak. Çünkü artık ben de kendim olmaktan çıkacağım. Bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığımda, kendimi yatağımda dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulacağım.


Canım benim...


BirGün Pazar
15 Mart 2015



Her zaman gittiğim kahvede yine kağıt okumaya çalışıyorum. Sabahın erken saatleri olduğu için kahve bomboş. Üzerime baharın ilk güneşi vuruyor. Sessizliğin tadını çıkarıyorum.

Biraz sonra yanımdaki masaya genç bir kadın oturuyor. Üzerinde rahat bir kıyafet var. Belki de spordan geliyordur diyorum kendi kendime. Kahvenin sahibini tanıyor olmalı. Herkesle selamlaşıyor. Tatlı tatlı hal hatır soruyor. Sonra siparişini verip masasına geri dönüyor. Sipariş verirken hep rica ediyor, teşekkür ediyor, zahmet verdiği için özür diliyor. Pek kibar biri olduğunu düşünüyorum.

Masaya oturduktan sonra telefonunu çıkarıyor ve numaraları çevirmeye başlıyor. İlk numara bir arkadaşının olmalı. “Canım benim,” diyor ona, “Nasılsın, canım benim?” Arkadaşı başka bir şehirde. Uzun süredir görüşmemişler. Hatta bir zamandır telefonlaşmamışlar belli ki. Hal hatır kısmı geçtikten sonra ortak bir tanıdıklarına dair uzun uzun konuşuyorlar.

Benim dikkatim çoktan dağıldı. Kahvede başka kimse olmadığı için ortalık tamamen sessiz. O saatte daha müziği bile açmamışlar. Bu kadın da gelip hemen yanıma oturdu. Bütün konuşmayı duyuyorum. Duymak da ne kelime! Sesler kafamda patlıyor. Çaresiz bir şekilde sağıma soluma bakıyorum. Yapacak bir şey yok. Eninde sonunda bir telefon diye kendimi teselli ediyorum. Bir ara bitecek nasıl olsa!

Hakikaten kadın biraz sonra telefonu kapatıyor. Ama o da ne? Hemen yeni bir numara çeviriyor. Bir başka arkadaşını aradı. “Canım benim,” diyor ona. “Biraz önce bilmemkim ile konuştum. Anlattıklarını duysan inanamazsın!” Bu sefer bir önceki telefon konuşması üzerine bir konuşma başlıyor. Kız daha önce benim de duyduğum hikayeyi bir bir yeniden anlatıyor. Bu arada çayı geliyor. Garsona teşekkür üzerine teşekkür ediyor. Ona da “Canım benim!” diyor. Karşılıklı gülüşüyorlar.

Ben hafiften tırnaklarımı kemirmeye başlıyorum. Önümdeki kağıtta yazanlara bir daha bakıyorum. Ama okuduğumu anlamıyorum. Sözcükler görüyorum sadece: “süreç,” “distopya,” “gelecek,” “kurgu”...

Karar verdim. Beklemeye devam edeceğim. Bir insan sabahın bu saatinde kaç konuşma yapabilir?

Biraz sonra bu sorunun cevabını öğreneceğim. Bu genç kadın, kimi uzun kimi kısa tam yedi (sayıyla 7) telefon konuşması yapıyor. Aradığı herkese (arkadaşları, temizlikçi kadın, komşusu ve sevgilisi) tatlı tatlı hal hatır soruyor. Hepsine bir diğerinden duyduğu şeyleri anlatıyor, haberler veriyor. Hatta galiba temizlikçiye yeni bir iş bile buluyor. En son telefonda sevgilisiyle konuşurken sesi biraz daha yüksek perdeden çıkıyor. “Canım benim,” diyor ona da, “Sabah telefonlarımı etmek için evden çıkıyorum biliyorsun. Evde konuşursam, kedi rahat vermiyor. Ne zaman telefonu elime alsam, hop diye üzerime atlıyor.”

Kediyi anlıyorum. Aslında ben de aynı şeyi yapmak istiyorum. Galiba kadın da bunun farkında.  Bana bakıp sesini biraz kısıyor, “Kusura bakma, rahat konuşamıyorum,” diyor sevgilisine, “Burası bugün biraz sessiz de.”

Garson gelip çayımı tazeliyor. “İyi misiniz?” diyor fincanı bırakırken. Ufaktan inlemeye başlamışım. O sorunca fark ediyorum. “İyiyim, sorun yok,” diyorum. Sesim biraz tiz çıkıyor.

“Canım benim” biraz sonra kalkıyor. Aslında daha otururdu ama muhtemelen benim inlemelerime dayanamadı. Giderken herkese tek tek veda ediyor. İyi günler diliyor, yakında görüşeceklerinin sözünü veriyor, hatta kahvenin sahibi ile kucaklaşıp öyle ayrılıyor. Bana da uzaktan bir gülücük fırlatıyor. Biraz özür diler gibi.

O kadar “şeker” biri ki, ona kızamıyorlar. Ben bile neredeyse düşündüklerimden dolayı suçluluk duyacağım. O kadar da kötü biri değildi, diyorum. Sadece konuşmaya ihtiyacı vardı. Bir yandan da, bütün bunlarda çok tanıdık bir şey olduğunu hissediyorum. Bana bir yerden aşina geliyor. Ama bir türlü çıkaramıyorum. Bir süre yerimde huzursuz bir şekilde kıpırdanıp duruyorum.

Sonra birden her şey çözülüyor. Anlıyorum ki, bir kez daha hayat edebiyatı taklit ediyor. İşte yine karşıma çok iyi bildiğim bir karakteri çıkardı ve benim ruhum bile duymadı. “Yazıklar olsun sana,” diyorum kendi kendime. “40 yıllık Olenka’yı tanımadın!”

Anton Çehov’un 1899’da yayımlanmış “Tatlım” adlı öyküsünün kahramanı Olga Semyonovna, ya da öyküde sıkça geçen ismiyle Olenka, edebiyatta karşılaşacağınız en iyi yürekli karakterlerden biridir. Yardım severdir, kibar ve sevimlidir. Karşılaştığı herkeste şefkatle karışık sevecenlik uyandırır. Rusçada “tatlım, canım cicim,” anlamına gelen “Duşeçka” lafını çok sık kullandığı için, ona da öyle derler. “Merhabalar Olga Semyonovna! Nasılsınız tatlım?” diye selamlarlar onu. Olenka da “Ah canım,” der onlara, “Biliyor musunuz ki, tiyatro dünyanın en zor işi!” Sonra oturup bir gezici kumpanyanın sahibi olan kocasının söylediklerini kelimesi kelimesine tekrar eder: Hayatta en önemli şey tiyatrodur ama kimse gerçek sanattan anlamamaktadır. Halbuki kısa bir süre sonra kocasını kaybedip başka bir adamla evlendiğinde, bunun tam tersini söyleyecektir Olenka. Çünkü yeni kocası Pustovalov dindar bir kerestecidir ve her türlü eğlenceyi bir tür hafiflik olarak görür. Böylece, Olenka artık tiyatronun lafını etmez olur. Onun yeni sohbet konusu kereste alım satımı, odun fiyatları, depolama ücreti falan filandır. Yani bu sefer de Putovalov’un hikayelerini anlatmaya başlamıştır.

Bundan sonrası acıklı bir hikayedir aslında. Etrafındaki kişiler azaldıkça, Olenka kendi ruhunun ıssızlığı ile baş başa kalır. Çarşıya pazara çıktığında konuşacak bir şey bulamaz olur. Çünkü aslında konuşacak bir şeyi yoktur. Yavaş yavaş anlar ki, hiçbir zaman kendine ait düşünceleri olmamıştır. Bunca zaman etrafındakilerin söylediği şeyleri tekrar ederek yaşamıştır. Bunu anladığı ölçüde acılaşır ve sessizleşir. Belli ki Çehov’un fark etmemizi istediği şey de budur: Yaşamını başka insanların hikayeleri üzerine kuran kadınlar bir gün hikayesiz kalırlar. Yaşlandıkça yalnızlaşırlar. Hayatlarının sonunda “pelin otunun acılığı” gibi bir tat kalır ağızlarında. 

Tolstoy bu öykü üzerine yazdığı bir denemede, Çehov’un Rus toplumundaki geleneksel kadınlık rollerine dair bir eleştiriyi dile getirmek isterken, elinde olmadan çok sevilesi bir karakter yarattığı söyler. Ona göre, sevimliliği ve kibarlığı ile Olenka herkesin kalbini çalacak ve nesiller boyu okuyucular tarafından iyi hislerle hatırlanacaktır.

Tolstoy haklı mıdır bilmem. Ama bütün bunları düşünürken, biraz önce hissettiğim kızgınlık buharlaşıp yok oldu. Anladım ki, “canım benim” de bir gün Olenka gibi yaşlanacaktır. Belki o da bir gün pencerenin önünde oturacak ve kendine ait bir hikayesi olup olmadığını soracaktır.

Hepimizin bazen sorduğumuz gibi.  





Tuesday, March 03, 2015

RÜYA

BirGün Pazar
22 Şubat 2015






“Ne olur bu bir rüya olsun!” demiş Nuh Köklü. Kalbine saplanan bıçaktan hemen sonra. Özgecan Aslan da öyle demiştir herhalde. “Bu bir kabus olmalı,” demiştir. “Bitsin artık!” demiştir. Onu da bıçakladılar biliyorsunuz. Bir de ellerini, o güzel ellerini…

Bu hafta korkunç bir haftaydı. Ben çoğunu uyuyarak geçirdim. Mutsuz uzun uykular. Kabuslardan uyanıp başka kabuslara daldım. Uyanık olduğum zamanlarda da hayaletlerle uğraşıp durdum. Özgecan’la birlikte katledilmiş bütün kadınların suretleri geri döndü. Baktığım her yerde, Güldünya’nın, Ayşe’nin, Mehtap’ın yüzlerini görür oldum. Bana bir şey söyleyecek gibi duruyorlardı.

Halbuki hayaletlerle konuşarak vakit kaybetmemem gerekiyordu. Oturup yazı falan yazmam gerekiyordu. Bir keresinde neredeyse bir sayfa kadar yazdım. Ama sonra hepsini sildim. Geçmişten bir şeyler çıkıp gelmişti. Ve geçmişten gelen şeyler her zaman iyi olmuyordu. Ben de oturup hepsini sildim. Keşke her şeyi böyle silebilsek diye düşündüm sonra.

Sizi bilmiyorum ama erkeklerle de uzun uzun konuşamadım ben bu hafta. Kötü bir niyetim olduğundan değil. Dayanamadığım için. Onlar da dinlemeye çok niyetli değillerdi zaten. Daha çok kendi kendilerine konuştular. Ders verdiler, akıl verdiler, tahlil yaptılar. Eğitimli olanlar, onları yabancılaştıracak şekilde davranmamamız gerektiğini hatırlattı. Diğerleri, bazı ihtiyaçları olduğunu ama bunları “iyi aile kızları” üzerinden tatmin etmemeleri gerektiğini söyledi. Bazıları da “Sizin yanınızda durmak istiyoruz ama izin vermiyorsunuz,” diye darılıp gittiler. Ben bunlara dayanamadım. Bu hafta dayanamadım.

Nasıl barışacağım diye düşündüm. Ben bu dünya ile nasıl barışacağım? Zalimlerin cinsiyeti olmazmış. Öyle diyorlardı. Her şeyi ama her şeyi biliyorlardı. Bense emin değildim artık. Hiçbir şeyden emin değildim.

Bunları düşüne düşüne uyuduğum gecelerden birinde garip bir rüya gördüm. Rüyamda hangar gibi bir yerde dikilmiş duruyorum. Karanlık kötü bir yer burası. Bayağı pis kokuyor üstelik. Bir bankonun önünde sıraya girmiş bekliyorum. Eğer sicilim temizse beni içeri alacaklar. Nereye? Emin değilim. Ama oraya gitmek istiyorum. Göçmen gibi bir şeyim galiba. Elimde küçük bir çıkınım var. Bakıyorum herkesin elinde bir tane var onlardan. Pek bir şey götürmemize izin yok anlaşılan. Ama bunu dert etmiyorum. Mutluyum. Herhalde göçüyorum, diyorum kendi kendime.

Böyle beklerken beklerken sonunda sıra bana geliyor. Tam bankoya yaklaşacakken önüme bir adam dikiliyor. Eliyle beni göstererek “O giremez,” diyor. Ben yaşlarda bana benzeyen bir adam bu. Saçı gözü kara. Ben kara değilim halbuki. Ama yine de bana benziyor. Ya da ben öyle düşünüyorum. Meğer adam Ermeni imiş. Onun da elinde bir çıkını var. Çıkından pabuçlarına kan damlıyor. Adamın pabuçları kan içinde. Bunu neden daha önce fark etmedim? Korku içindeyim. “Ben yapmadım,” diyorum görevlilere. “Benim hiç suçum yok.” Bunun başıma geldiğine inanamıyorum. Gerçekten suçsuzum ben. Bunun üzerine, adam çıkınını alıp çekiliyor. Görevliler bana inandı. Yolu açıyorlar. O güzel ülkeye gidebilirim. O adamı bir daha hiç düşünmeyebilirim.

Ama ayaklarım beni götürmüyor. Olduğum yerde dönüyorum. Adamı arkada bir yerde kalabalığın içinde görüyorum. Ailesi ile bir köşeye oturmuş. O da benim gibi sırasını bekliyor. Yürüyüp yanına gidiyorum. Bir süre ne yapacağımı bilemeden öylece duruyorum. Sonra birden önünde diz çöküyorum. Yere öyle hızlı iniyorum ki, dizlerim sızlıyor. Bir şey söylüyor muyum emin değilim. Ama galiba konuşmaya gerek yok. O beni anladı. Biz yaptık. Hepsini biz yaptık. Ben de diğerleri kadar suçluyum. Kendi payımı kabul ediyorum. Adam oturduğu yerden kalkıyor. Beni çekip yanına oturtuyor. Birisi çıkınından ekmek çıkarıyor. Aynı sofraya oturup yiyoruz. Ben ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorum. Gözyaşlarım elimdeki ekmeğe akıyor. O güzel ülkeye girmişim artık. Biliyorum.

O kadar kabusun içinde bir de bu rüya. Bir süre ne düşüneceğimi bilemedim. Sonunda anladım ki bu Özgecan ile ilgilidir. Bu rüyanın kadın cinayetleriyle ne alakası var diyeceksiniz? Bir büyük haksızlığın başka bir adaletsizliğin yarasını kaşıması şaşırtıcı mı geldi size? Bana hiç öyle gelmiyor. Sonuçta bütün adaletsizlikler aynı yerden besleniyor. Sadece cinsiyetçilik ile ırkçılık arasındaki ilişkiye bakmak bile bunu anlamak için yeter.

Ama bu rüya bence daha önemli bir şey söylüyor: Mağdurların tarafında olduğunuz zaman bir haksızlığa dair fikir yürütmek kolaydır. Ama ya herhangi bir nedenle zalimlerin tarafında kaldıysanız? Dahil olduğunuz sınıf, etnik köken ya da cinsiyet sizi ayrıcalıklıların arasına yerleştirdiyse? O zaman ne olacak? İşte o zaman, önce karşı tarafın acılarını tanımanız gerekir. İleri geri konuşup onlara fikir veremez, yol gösteremezsiniz. Çünkü onların acısında sizin de payınız vardır. Önce durup bunu kabul etmeniz gerekir.

Hafta boyunca erkekler değişik platformlarda şunu sordular: “Sadece biyolojik olarak dahil olduğumuz bir cinsin zalimliğinden sorumlu tutulabilir miyiz?” Onlara göre bu çok büyük bir adaletsizlikti. Onlar bir şey yapmamıştı. Bunların hepsi bir iki münferit olaydı. Saldırganlar belli ki cinsel sorunları olan sapık adamlardı. Hepsi en ağır cezalara mahkum edilmeli, hatta asılmalıydı. Kendileri ise, iyi erkeklerdiler. Böyle taraklarda bezleri yoktu. Onun için, bu tür eleştirilerden muaf olmalıydılar. Kimileri daha karmaşık bir tonda ilerlese de, tartışmaların özü üç aşağı beş yukarı buydu.

Mesele şu ki, kimse kendi cinsine, sınıfına ya da etnik kökenine sadece fiziksel olarak dahil olmaz. Herkes kendi toplumsal kimliğinin avantajlarından yararlanır, onun sağladığı kolaylıkları kullanır. Erkekler de erkek olmanın nimetlerinden faydalanırlar. Daha da önemlisi kadın olmanın getirdiği tehlikelerden ve sınırlamalardan uzak yaşarlar. Kadınlarla aynı koşullarda bulunsalar bile, onlardan çok daha hızlı serpilir ve gelişirler. Erkekler ait oldukları cinsin davranışlarından sorumlu tutulamazlar elbette. Ama kendi cinslerinin sebep olduğu adaletsizliği sorgulamadıkları sürece onu büyütmüş ve beslemiş olurlar. Bu durumu kabul etmedikleri sürece de suçludurlar. Çünkü görmezden geldikleri adaletsizlik sonunda bu katilleri yaratır.

Yukarıdaki soruyu soran arkadaşlara buradan selamlarımı yolluyorum. Ayrılmadan önce onlara sevgili Rakel Dink’in sözünü hatırlatmak istiyorum: “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim!”


 

Her yanık iz bırakır...

BirGün Pazar
15 Şubat 2015


Partileri, büyük buluşmaları, kalabalık toplantıları sevmiyorum. Bunu daha önce de yazmıştım. Ama belki şunu söylememişimdir: Partileri sevmememin bir sebebi de, hepsinden illa ki bir şeyler kaybederek çıkıyor olmamdır. Böyle ne eldivenler, ne şapkalar gitti. Zaten dalgın insanım. Üstüne bir de kalabalığın yarattığı sersemlik eklenince, bir türlü toparlanamıyorum anlaşılan. Peki ya yırtılıp delinenler? Sigara yanıklarıyla zalimce işkence görenler? Bunlar da başımdan eksik olmuyor.

Geçen gün yine böyle kalabalık bir toplantıdan sonra eve geldiğimde, paltomun sırtında bozuk para büyüklüğünde bir delik olduğunu fark ettim. Eve doğru yürürken arkadan arkadan bir serinlik geliyordu. Demek bu yüzdenmiş! Bir ara paltoyu vestiyere asmıştım, o zaman mı delinmişti? Biraz daha dikkatli bakınca bunun bir yanık olduğunu fark ettim. Evet, birisi sigarasına hakim olamamıştı. Hatta sonra birkaç kez daha hakim olamamış olmalıydı ki, delik büyümüş ve bozuk para boyutlarına ulaşmıştı.

Bunun çaresi var mıdır diye düşünürken, Beşiktaş’ta bir ara gözüme ilişen “ÖRÜCÜ” tabelasını hatırladım. Ertesi gün dükkanı elimle koymuş gibi buldum. Nur yüzlü yaşlıca bir adam en fazla üç metre kare kadar bir odacıkta oturuyordu. Paltomu çıkarıp gösterdim. O da bana odanın içindeki ikinci iskemleyi gösterdi. “Otur, üşüme!” dedi. İkimiz birden oturunca oda tamamen doldu zaten. Sürgülü kapıyı itip kapattı. Böylece iki iskemle, bir elektrikli radyatör ve askıda tamir edilmeyi bekleyen bir iki kıyafetten oluşan dekorun parçası haline geldim.

Paltoyu bir süre inceledikten sonra, “Nasıl yaktın bunu?” diye sordu. “Ben yapmadım,” dedim. “Sen yapmışsın işte, hanım abla,” dedi, “Buraya böyle getirdiğine göre.” Sonra da muzip muzip güldü. Alışkın hareketlerle arkaya doğru uzandı, bir yerlerden bir makas çıkardı. Paltonun eteğinden astarını biraz kesti. Oradan bir iki iplik söktü. Sökerken de azıcık söylendi. “Sentetik bunların hepsi,” dedi. “Artık hiçbir şeyin doğrusunu yapmıyorlar. Onun için böyle çıra gibi yanmışsın.”

Burhan amca (konuşurken ismini de öğrenmiş oldum) paltomu onarırken, ben de onu seyrettim. Ellerimi kucağımda bitiştirip kibar biri gibi oturdum. Dükkanın içinde elimi kolumu oynatacak kadar yer yoktu çünkü. “Kendi ipliği ile örmek lazım. Yoksa belli olur,” dedi. “Şimdi belli olmayacak mı peki?” diye sordum. “Eskisi gibi olmaz tabi,” diye cevap verdi, “Her yanık iz bırakır.”

Bu lafın ağırlığı altında susmak zorunda kaldım. Bir süre sessizce oturduk. O çalıştı. Bense uzun uzun pabuçlarımı inceledim.

İşi bitince paltoyu bana uzattı. Delik tamamen kapanmıştı. Uzaktan bakıldığında yandığını anlamak mümkün değildi. “Neredeydi ki?” diye sordum. “Bak, burası,” diye gösterdi. Elimi paltonun sırtında gezdirdim. Eskiden yanığın olduğu yerde kumaş kalınlaşmış pütür pütür olmuştu. “Başkası göremez, yalnız sen bileceksin,” dedi bana. Yine aynı muziplikle güldü. Teşekkür edip parasını ödedim. Sürgü kapıyı açtı. Ben toparlanıp çıkarken “Bir daha yakma,” diye seslendi, “Tamiri zor oluyor.”

Onu küçük dükkanında bırakıp çıktım. Ayrılırken arkamdan el salladı. Örgü iğnesini, bir şövalye gibi göğsüne çaprazlama takmıştı.

Dükkandan çıktıktan sonra, ne yapacağımı bilemeden dalgın dalgın yürüdüm bir süre. Paltoyu kurtardığıma seviniyor olmam lazımdı. Ama pek de öyle sevinçli sayılmazdım. Burhan amca paltoyu onarmasına onarmış ama bunu yaparken başka şeyleri yerinden oynatmıştı. Hayatımın pürüzlü yerleri görünür hale gelmişti birden. Hepsi bir biri ardından gözümün önünden geçiyordu.

Bunların birinde, ilk okulda beslenme saatinde elimde yemek çantası ile sıramda duruyorum. Öğretmen çantalarımızı açmamızı söylüyor. Önümdeki sırada dalgalı kumral saçlarıyla çok güzel bir oğlan çocuğu oturuyor. O saçlarla aynı Küçük Prens’e benziyor. Çantamdan bir sandviçle bir de portakal çıkıyor. Portakalı ona uzatıyorum. Yanındaki arkadaşı dürtüp beni gösteriyor. Çocuk dönüp bakıyor. Bahçedeki köpek pisliklerine bakar gibi. Belki de arkadaşının yanında onu utandırdığım için kızgın bana. Elinin tersi ile itiyor portakalı. Yanındaki oğlanla itişip gülüşüyorlar. Küçük Prens bunu yapmazdı. Çocuk gözümden düşüyor. Ama bana bakışını unutamıyorum. Bu kadar güzel biri nasıl böyle zalim olabilir? Anlayamıyorum.

Bir başkasında, zihnime kazınmış bir veda sahnesi var. Çocuk değilim artık, yetişkin biriyim. Otobüs garında genç bir adama sarılmışım. O bana sarılmıyor. Ellerini cebine sokmuş, öylece duruyor. Çünkü biliyor, belki de bir daha görmeyecek beni. Biraz sonra otobüse binip gidecek. Ben zaten çoktan gitmişim. İlişkimiz biteli bayağı bir zaman olmuş. Ama genç olduğumuz için bunu anlayamamışız. Bir süre öyle duruyoruz. Sonra “Ben gideyim,” diyor. Sesi uzun zaman hasta yatmış biri gibi çatallı çıkıyor. Şoför çoktan koltuğuna atlamış, “Ankara yolcusu kalmasın!” diye bağırıyor. Otobüse binerken gömleğimin yakasının sırılsıklam olduğunu fark ediyorum. Ağlamış. Hiç ağlamaz halbuki. O anda dünyanın en zalim insanı benim artık. Platformda kaskatı duruyorum. Otobüs yavaş yavaş manevra yapıyor. El sallamak istiyorum. Ama kollarım kalkmıyor. Daha fazla orada duramayacağım. Arkamı dönüp gidiyorum.

Bunları düşünerek daha ne kadar yürüdüm bilmiyorum. Dolmuş durağına geldiğimde, aklımda en son bu sahne vardı. “Küçük Prens bunu da yapmazdı,” dedim kendi kendime, “Asla yapmazdı.”

Akşam trafiğinde ortalık karışmış, Beşiktaş yine cehennem yerine dönmüştü. Dolmuş durağındaki sıra ip gibi uzamıştı. Uzunca bir bekleyişten sonra bir araba geldi ve bindim. Eve doğru giderken elimle paltodaki pütürlü yeri şöyle bir yokladım. Evet, Burhan amca iyi iş çıkarmıştı. Dışarıdan hiç fark edilmiyordu. Üstü örtülmüş, izleri mümkün olduğu kadar gizlenmişti. Ama ben biliyordum. Yanık orada duruyordu. Ruhumdaki diğer bütün yanıklar gibi.




Saturday, February 28, 2015

POE'DAN DOSTOYEVSKİ'YE "KÖTÜ İKİZ" MESELESİ

NOTOS 48
Ekim 2014



Mitolojik kökenleri açısından eski bir hikaye olan Doppelgänger, yani “kötü ikiz” teması, XIX. Yüzyılda Avrupa’da hakim olan romantik edebiyat geleneği ile birlikte yeniden ortaya çıkan izleklerden biridir. Romantik dönem, ya da bizi ilgilendiren kısmıyla “gotik romantik” edebiyat, sadece aşk ve romansı değil aynı zamanda dünyanın “tekinsiz” bir yer olabileceği meselesini de konu eder. Evet belki güzel ve dokunaklı olanı anlatır, ama bunu her zaman ürkütücü bir bilinmeyenin karşısına koyarak yapar. Kötü ikiz teması, bu iki özelliği de aynı anda barındırdığı için gotik yazarlara mükemmel bir malzeme sağlar. Bu izleği taşıyan hikayeler, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, dahası hiçbir şeyin kendisi ile aynı kalamadığı, tedirginlik verici bir gerçekliği yeniden ve yeninden kurarlar.

Almanca bir sözcük olan Doppelgänger, tam olarak çevirmek istersek, “çift-gezen” gibi bir anlama gelir. Yani öncelikle birlikte yürüyen iki kişi ya da birbirinin içine geçmiş iki ayrı benlik hayal etmemiz beklenir. Korkunçluk da buradan başlar ya zaten. Hikayenin kahramanı, kendisine tıpatıp benzeyen bir kopya-karakterin varlığına maruz kalır. Onu “içinde” (ya da “yanında”) taşımaya mahkum olur. “Öteki” bir gölge gibi onunla birlikte dolaşır, yavaş yavaş hayatını ele geçirir ve sonunda yerini alır. Ben olmayan ama bana benzeyen şey felaketimdir. Çünkü eşsiz ve tek olmak isterim. Kötü ikiz teması bu felaketin dile gelmiş halidir. Onunla birlikte iyiler kötülere dönüşür, ışık karanlıkla ve yaşam ölümle yer değiştirir. Kabuslarımızın en korkunç tarafı da böylece edebiyatta karşılığını bulur.

Robert Louis Stevenson'ın Dr. Jekyll ve Mr. Hyde  adlı kitabına ismini veren kahramanı, Oscar Wilde’ın Dorian Gray'in Portresi’nin şeytani karakteri “kötü ikiz” temasının başarılı örnekleri arasında sayılabilir. Aslına bakarsanız, dönemin edebiyatı, kimi zaman açık kimi zaman da üstü örtülü bir şekilde, tümüyle bu temanın etkisi altındadır denebilir. Heinrich Heine, bir şiirinde ruhunu şeytana satan ve gerçekten satıp satmadığından bir türlü emin olamayıp eziyet çeken Peter Schlemihl adında bir adamdan bahseder. Aynada yansıması olmayan aynı zavallı Schlemihl, Jacques Offenbach’ın komik operası Hoffman’ın Masalları’nda da karşımıza çıkar. Fransız öykücü Guy de Maupassant’ın meşhur öyküsü Le Horla ise, tek başına yaşadığı büyük evde hayatını çalmak üzere gelen kötü ikizine karşı direnmeye çalışan bir genç adamı anlatır.

Amerika’ya doğru gittiğimizde ise, o dönemde kendi yurttaşları tarafından pek de anlaşılmayan ve hatta deli muamelesi gören Edgar Allan Poe çıkar karşımıza. Amerikalı öykücü Poe, klasik doppelgänger hikayelerini klişelerden ayıklayıp sıradan korku hikayeleri olmaktan çıkarmış ve onlara psikolojik bir derinlik ekleyerek insan ruhunun karanlığını anlatan unutulmaz metinler yaratmıştır. Büyük romancı Dostoyevski’nin dünyanın öbür ucundan kalkıp Poe’yu savunmaya çalışması ve “Bu adam bir dâhidir!” demesinin sebebi de ancak bu olabilir bizce.

Poe’nun “Gammaz Yürek” (The Tell-tale Heart), “Kara Kedi” (The Black Cat) ve “Çan Kulesindeki Şeytan” (The Devil in the Bellfry) adlı öykülerinin Rusçada yayınlanmasının ardından yazdığı kitap yazısında, Dostoyevski “Bay Poe ne yetenekli ve garip bir adam!” diye başladıktan sonra bu genç yazara duyduğu hayranlığı açık bir şekilde ifade eder. Ona göre, sıra dışı olayları anlatmasına rağmen Poe asla fantastik metinler üreten bir yazar değildir. En azından Hoffmann’ın anladığı anlamda değildir. Hoffmann büyülü bir dünyayı esas alır ve metinlerinde onun gerektirdiği gerçek üstü olaylardan yararlanır. Poe ise bunu yapmaz. İlginç olan da budur zaten. Kullandığı gündelik detaylar ve karakterlerini içine soktuğu karmaşık psikolojik durumlar nedeniyle, Dostoyevski ona neredeyse gerçekçi bir yazar diyecek olur. Ama sonra vazgeçer ve aşağıdaki tanımı yapmakta karar kılar:

“[Poe]... fantastik değil kaprislidir daha çok. Üstelik onun hayal gücünün iniş çıkışları ne kadar değişken, ne kadar şaşırtıcıdır bazen! Hemen her zaman en inanılmaz gerçekliği seçer, karakterlerini en sıra dışı en yadırgatıcı durumlara sokar, ondan sonra da bu kişilerin iç dünyasını müthiş bir incelik ve inandırıcılıkla tarif eder.”

Poe’nun büyük bir incelikle anlattığı bu iç dünyada tutarsızlıklar ve çatışmalar olması Dostoyevski’yi rahatsız etmez. Çünkü Poe gibi o da gayet iyi bilir ki, insan ruhu birbirine zıt eğilimlerden beslenir. Gerçek hayatta olduğu gibi, romanlar ve öykülerde de kişiler kendileri ile örtüşemez ve aynı kalamazlar. Karakterlerin iç dünyaları hemen her zaman içsel çatışmalara gebedir. Benlik dediğimiz şey de, ölçülemez ve sabitlenemez bu karmaşık bilincin vücuda gelmiş halidir.

Dostoyevski ve Poe, temel meseleleri ve üslupları hiç benzemese de, benliğin tanımı açısından birbirlerine yakın bir yerde dururlar. Her ikisi de, karakterlerini hep bir bölünmüşlük içinde temsil etmeyi tercih ederler. Bunun edebi olduğu kadar felsefi bir seçim olduğunu söyleyebiliriz. Bu ikilik (ya da bölünmüşlük), bu yazarların ontolojik açından “tek ve bütün” bir benlik fikriyle barışık olmadıklarının göstergesidir. Bu bakış açısının izlerini neredeyse bütün eserlerinde görebiliriz. Ama bu durum, kendini en açık bir şekilde Dostoyevski’nin Türkçeye “Öteki” adı ile çevrilen Dvojnik/The Double adlı eseri ile Poe’nun meşhur öyküsü William Wilson’da gösterir.

“Öteki,” Dostoyevski’nin erken dönem eserlerinden biridir ve eleştirmenler tarafından diğer romanları ile karşılaştırıldığında genellikle zayıf bir hikaye olarak değerlendirilir. Ancak, daha sonra yaratacağı birçok roman kişisinin habercisi olarak görebileceğimiz Golyadkin karakteri ve bu karakterin iç dünyası üzerine kurduğu anlatı tekniği ile Dostoyevski daha bu dönemde bile felsefi olarak nerede duracağının işaretini vermiştir. Ona göre insan kolayca çözümlenebilecek, bir tren tarifesi gibi hızla okunup kavranabilecek bir varlık değildir. Aksine kendisi ile aynı kalmayı başaramayan, kendisini hep “öteki”nin tehdidi altında bulan bir varlıktır.

Mektuplarından birinde Dostoyevski, “Öteki” adlı hikayesinde hayatının en önemli fikirlerinden birini dile getirmeye çalıştığını söyler. Daha sonra geliştireceği ve mesela Yeraltından Notlar’da olduğu gibi karşımıza başka şekillerde yeniden çıkaracağı bu çelişkili karakterde, kötü ikiz temasını kullanarak aslında insan ruhunun esaslı bir resmini çizmek istemiştir.

“Öteki,” Golyadkin adlı dokuzuncu dereceden bir küçük memurun, bütünüyle birbirinden bağımsız iki varlığa dönüşmeden önce, iç dünyasında yaşadığı bölünmeyi anlatarak başlar. Bütün Dostoyevski karakterleri gibi ağır bir aşağılık duygusu ile iflah olmaz bir gurur arasında gidip gelen Golyadkin, yükselme ve iyi bir yere gelme arzusu ile doludur. Daha zengin, daha itibarlı görünmek ve Klara Olsufyevna’nın takdir edip sevebileceği biri olmak ister. Ancak bunu istediği ölçüde, kendini maskeler dünyasının içinde bulacak ve bu maskelerden birine, yani kendi kötü kopyasına, mağlup olacaktır.

İlk bakışta Golyadkin’in meselesi, kişilik bölünmesine uğramış ve yavaş yavaş delirmekte olan bir karakterin trajedisi gibi görünebilir. Ama bu hikaye aslında bundan çok daha karmaşık bir durumu anlatır. Romanın bir yerinde, Golyadkin’in kabuslarını okuruz. Bunlardan birinde, kendi kötü ikizinden kaçmak isteyen Golyadkin utanç ve korku içinde sokağa fırlar ama sokakta yüzlerce binlerce başka kopyayla karşılaşır. İçinde yaşadığı dünyanın tamamen bir taklitler – ya da roman içinde birkaç kez söylediği gibi “maskeler” – dünyası olduğunu fark eder. Böylece, kötü ikiz teması kişisel bir yarılmanın belirtisi olmaktan çıkıp evrensel bir soruna işaret eder hale gelir: Bütün dünya bir görüntüler dünyasıdır. Gerçek ulaşılamaz bir yerdedir.

Benzer bir temayı Poe’nun William Wilson adlı öyküsünde de görürüz. Görüntüler gerçeğe galebe çalar. Kötü ikiz temasının en önemli işaretlerinden biri olan, birinin diğerinin yerine geçmesi ve böylece “dünyanın gölgeleşmesi” meselesi ortaya çıkar.

Öykünün başında, adının William Wilson olduğunu söyleyen anlatıcı ile tanışırız. Bize biraz heyecanlı ve duygusal bir kişiliği olduğunu, soylu bir aileden geldiğini ve çocukluğundan beri fazlaca kuvvetli hayal gücü nedeniyle sıkıntı çektiğini söyler. Katı kuralları ile meşhur bir yatılı okula gönderilmiş ve orada kendisiyle aynı isme ve aşağı yukarı aynı görünüşe sahip başka bir oğlan çocuğu ile karşılaşmıştır. Dostoyevski’nin hikayesinden farklı olarak, Poe’nun hikayesindeki anlatıcı kopyasına iyi özellikler atfeder ve onun kendisinden her açıdan daha üstün olduğunu düşünür. Ama kötü ikizin en fena hali de bu değil midir? Bize benzeyen ama bizden çok daha başarılı, çok daha yetenekli, çok daha akıllı biri? Aynı olasılıklarla başlamış ama onları çok daha iyi değerlendirmiş biri? William Wilson’un gölgesi de ondan çok daha iyidir. Ve bunda sinir bozucu bir yan vardır.

Öykü boyunca gölgesi William Wilson’u her yerde takip eder. Genç bir adam olduktan sonra da peşini bırakmaz. Bütün davranışlarını, giyinişini ve konuşmasını taklit etmekle kalmaz, bir de ona tavsiyeler vermeye kalkar. William günaha ve suça battıkça, ikizi daha da iyi ahlaklı ve erdemli bir karakter haline gelir. Her düşkün halinde William’ın karşısına maskeli bir şekilde çıkar ve ona kendini hatırlatır. Yani sonuçta, Golyadkin’in kopyası gerçeğine ne kadar işkence ettiyse, William’ın kısık sesli gölgesi de onu o kadar taciz eder.

Yine de hayatı boyunca peşini bırakmamış ikizine bir türlü açıklayamadığı bir yakınlık duyar William:  “Garip olan şu ki, üzerimde yarattığı bitmez tükenmez endişeye, sürekli rekabet etme arzusuna ve hep bana karşı çıkıyor olmasına rağmen, Wilson’dan nefret etmeyi başaramıyordum.” Onun varlığına dair ilk hatırasının “hafızanın ortaya çıkmasından da eski” olduğunu söyler bize. Karmaşık duygularla geriye gidip bebekliğine dair anıları geri çağırmaya çalışır ama “öteki”nin hep orada olmuş olabileceğine dair bir histen başka bir şey geçmez eline. O zaman anlarız ki, bu çatışma ve rekabet onun varlığının temelidir. Kötü ikizini de bilinçaltından çıkarıp gerçek dünyaya dahil etmiştir. Öykü, hangisinin gerçek hangisinin görüntü olduğunu bilemediğimiz bir sahne ile sona erer ve bizi sonsuz yansımalarla dolu bir aynanın tekinsizliği içinde bırakır.

Böylece Dostoyevski’nin sürekli önümüze koyduğu bölünmüş kişilik, Poe ile birlikte bir kez daha karşımıza çıkar. Bu yalnızca insan ruhunun karmaşıklığının ifadesi değil, her iki yazarın da aklın birliğine ve tekdüzeliğine itirazı olarak da okunabilir. Gerçek ile görüntünün birbirine dönüştüğü bu hikayeler, öncelikle bilinçaltının karanlık labirentlerini anlatır elbette. Ama bir yandan da, Plato’dan Kant’a kadar uzanan akılcılık geleneğine bir itirazı dile getirir. Keskin çizgilerle birbirinden ayrılmış ve her ikisi de gayet iyi tanımlı iki dünyanın tahayyülü üzerine kurulu böyle bir anlayış, her iki yazara göre de insan ruhunu tasvir etmekten uzaktır. Poe böyle bir akılcılığı her zaman reddedecek ve bizi onun arkasında yatan ve açıklanamaz dürtülerle belirlenen bir dünyaya bakmaya zorlayacaktır. Dostoyevski de olduğu gibi, onun dünyasında da kötülük nedensiz bir şekilde ortaya çıkar. Kökeni belirsiz ama varlığı bizimkine bağlı bir gölge gibi bizi takip eder ve hayatımızı cehenneme çevirir.

Hem de sadece William Wilson’da değil. Benzer bir “ikilik” Poe’nun hemen her hikayesinde karşımıza çıkacaktır. Kara Kedi’nin iyicil ve şefkatli karakteri nasıl bir canavar haline geldiğini bir türlü anlayamamamız bundandır mesela. Ya da Gammaz Yürek’in anlatıcısının hikayesine “Yaşlı adamı severdim” diye başlamasına şaşırırız. Amontillado Fıçısı’nda birbirinin benzeri olan iki karakterin (Montresor ve Fortunado’nun isimleri bile birbirini andırır) iktidar savaşı olarak; Oval Portre’de gerçeğinin yerini alan bir tablo ile; Morella’da bir dünyadan ötekine, Eleonora’da bir kişiden diğerine geçişi hikaye ederek; Berenice’de takıntılı bir anlatıcının çatışmalar içindeki iç dünyasını okuyucuya göstererek aslında hep aynı şeyi yapar Poe. Hikayeyi insan zihninin karmaşık labirentlerine doğru sürer ve bize ruhumuzun karanlıkta kalan “öteki” tarafını gösterir.

Poe’nun öykülerini okurken irkilmemiz de bundandır. Her seferinde bize aynı şeyi söylüyor gibidir. Sandığımız kişi değilizdir aslında. İyi, güzel ve sevecen yüzümüzün hemen arkasında duran, omzumuzun üzerinden bakan kötücül ve bencil ikizimiz resme girmek için sırada beklemektedir. Hem de en umulmadık anda.