Saturday, February 28, 2015

POE'DAN DOSTOYEVSKİ'YE "KÖTÜ İKİZ" MESELESİ

NOTOS 48
Ekim 2014



Mitolojik kökenleri açısından eski bir hikaye olan Doppelgänger, yani “kötü ikiz” teması, XIX. Yüzyılda Avrupa’da hakim olan romantik edebiyat geleneği ile birlikte yeniden ortaya çıkan izleklerden biridir. Romantik dönem, ya da bizi ilgilendiren kısmıyla “gotik romantik” edebiyat, sadece aşk ve romansı değil aynı zamanda dünyanın “tekinsiz” bir yer olabileceği meselesini de konu eder. Evet belki güzel ve dokunaklı olanı anlatır, ama bunu her zaman ürkütücü bir bilinmeyenin karşısına koyarak yapar. Kötü ikiz teması, bu iki özelliği de aynı anda barındırdığı için gotik yazarlara mükemmel bir malzeme sağlar. Bu izleği taşıyan hikayeler, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, dahası hiçbir şeyin kendisi ile aynı kalamadığı, tedirginlik verici bir gerçekliği yeniden ve yeninden kurarlar.

Almanca bir sözcük olan Doppelgänger, tam olarak çevirmek istersek, “çift-gezen” gibi bir anlama gelir. Yani öncelikle birlikte yürüyen iki kişi ya da birbirinin içine geçmiş iki ayrı benlik hayal etmemiz beklenir. Korkunçluk da buradan başlar ya zaten. Hikayenin kahramanı, kendisine tıpatıp benzeyen bir kopya-karakterin varlığına maruz kalır. Onu “içinde” (ya da “yanında”) taşımaya mahkum olur. “Öteki” bir gölge gibi onunla birlikte dolaşır, yavaş yavaş hayatını ele geçirir ve sonunda yerini alır. Ben olmayan ama bana benzeyen şey felaketimdir. Çünkü eşsiz ve tek olmak isterim. Kötü ikiz teması bu felaketin dile gelmiş halidir. Onunla birlikte iyiler kötülere dönüşür, ışık karanlıkla ve yaşam ölümle yer değiştirir. Kabuslarımızın en korkunç tarafı da böylece edebiyatta karşılığını bulur.

Robert Louis Stevenson'ın Dr. Jekyll ve Mr. Hyde  adlı kitabına ismini veren kahramanı, Oscar Wilde’ın Dorian Gray'in Portresi’nin şeytani karakteri “kötü ikiz” temasının başarılı örnekleri arasında sayılabilir. Aslına bakarsanız, dönemin edebiyatı, kimi zaman açık kimi zaman da üstü örtülü bir şekilde, tümüyle bu temanın etkisi altındadır denebilir. Heinrich Heine, bir şiirinde ruhunu şeytana satan ve gerçekten satıp satmadığından bir türlü emin olamayıp eziyet çeken Peter Schlemihl adında bir adamdan bahseder. Aynada yansıması olmayan aynı zavallı Schlemihl, Jacques Offenbach’ın komik operası Hoffman’ın Masalları’nda da karşımıza çıkar. Fransız öykücü Guy de Maupassant’ın meşhur öyküsü Le Horla ise, tek başına yaşadığı büyük evde hayatını çalmak üzere gelen kötü ikizine karşı direnmeye çalışan bir genç adamı anlatır.

Amerika’ya doğru gittiğimizde ise, o dönemde kendi yurttaşları tarafından pek de anlaşılmayan ve hatta deli muamelesi gören Edgar Allan Poe çıkar karşımıza. Amerikalı öykücü Poe, klasik doppelgänger hikayelerini klişelerden ayıklayıp sıradan korku hikayeleri olmaktan çıkarmış ve onlara psikolojik bir derinlik ekleyerek insan ruhunun karanlığını anlatan unutulmaz metinler yaratmıştır. Büyük romancı Dostoyevski’nin dünyanın öbür ucundan kalkıp Poe’yu savunmaya çalışması ve “Bu adam bir dâhidir!” demesinin sebebi de ancak bu olabilir bizce.

Poe’nun “Gammaz Yürek” (The Tell-tale Heart), “Kara Kedi” (The Black Cat) ve “Çan Kulesindeki Şeytan” (The Devil in the Bellfry) adlı öykülerinin Rusçada yayınlanmasının ardından yazdığı kitap yazısında, Dostoyevski “Bay Poe ne yetenekli ve garip bir adam!” diye başladıktan sonra bu genç yazara duyduğu hayranlığı açık bir şekilde ifade eder. Ona göre, sıra dışı olayları anlatmasına rağmen Poe asla fantastik metinler üreten bir yazar değildir. En azından Hoffmann’ın anladığı anlamda değildir. Hoffmann büyülü bir dünyayı esas alır ve metinlerinde onun gerektirdiği gerçek üstü olaylardan yararlanır. Poe ise bunu yapmaz. İlginç olan da budur zaten. Kullandığı gündelik detaylar ve karakterlerini içine soktuğu karmaşık psikolojik durumlar nedeniyle, Dostoyevski ona neredeyse gerçekçi bir yazar diyecek olur. Ama sonra vazgeçer ve aşağıdaki tanımı yapmakta karar kılar:

“[Poe]... fantastik değil kaprislidir daha çok. Üstelik onun hayal gücünün iniş çıkışları ne kadar değişken, ne kadar şaşırtıcıdır bazen! Hemen her zaman en inanılmaz gerçekliği seçer, karakterlerini en sıra dışı en yadırgatıcı durumlara sokar, ondan sonra da bu kişilerin iç dünyasını müthiş bir incelik ve inandırıcılıkla tarif eder.”

Poe’nun büyük bir incelikle anlattığı bu iç dünyada tutarsızlıklar ve çatışmalar olması Dostoyevski’yi rahatsız etmez. Çünkü Poe gibi o da gayet iyi bilir ki, insan ruhu birbirine zıt eğilimlerden beslenir. Gerçek hayatta olduğu gibi, romanlar ve öykülerde de kişiler kendileri ile örtüşemez ve aynı kalamazlar. Karakterlerin iç dünyaları hemen her zaman içsel çatışmalara gebedir. Benlik dediğimiz şey de, ölçülemez ve sabitlenemez bu karmaşık bilincin vücuda gelmiş halidir.

Dostoyevski ve Poe, temel meseleleri ve üslupları hiç benzemese de, benliğin tanımı açısından birbirlerine yakın bir yerde dururlar. Her ikisi de, karakterlerini hep bir bölünmüşlük içinde temsil etmeyi tercih ederler. Bunun edebi olduğu kadar felsefi bir seçim olduğunu söyleyebiliriz. Bu ikilik (ya da bölünmüşlük), bu yazarların ontolojik açından “tek ve bütün” bir benlik fikriyle barışık olmadıklarının göstergesidir. Bu bakış açısının izlerini neredeyse bütün eserlerinde görebiliriz. Ama bu durum, kendini en açık bir şekilde Dostoyevski’nin Türkçeye “Öteki” adı ile çevrilen Dvojnik/The Double adlı eseri ile Poe’nun meşhur öyküsü William Wilson’da gösterir.

“Öteki,” Dostoyevski’nin erken dönem eserlerinden biridir ve eleştirmenler tarafından diğer romanları ile karşılaştırıldığında genellikle zayıf bir hikaye olarak değerlendirilir. Ancak, daha sonra yaratacağı birçok roman kişisinin habercisi olarak görebileceğimiz Golyadkin karakteri ve bu karakterin iç dünyası üzerine kurduğu anlatı tekniği ile Dostoyevski daha bu dönemde bile felsefi olarak nerede duracağının işaretini vermiştir. Ona göre insan kolayca çözümlenebilecek, bir tren tarifesi gibi hızla okunup kavranabilecek bir varlık değildir. Aksine kendisi ile aynı kalmayı başaramayan, kendisini hep “öteki”nin tehdidi altında bulan bir varlıktır.

Mektuplarından birinde Dostoyevski, “Öteki” adlı hikayesinde hayatının en önemli fikirlerinden birini dile getirmeye çalıştığını söyler. Daha sonra geliştireceği ve mesela Yeraltından Notlar’da olduğu gibi karşımıza başka şekillerde yeniden çıkaracağı bu çelişkili karakterde, kötü ikiz temasını kullanarak aslında insan ruhunun esaslı bir resmini çizmek istemiştir.

“Öteki,” Golyadkin adlı dokuzuncu dereceden bir küçük memurun, bütünüyle birbirinden bağımsız iki varlığa dönüşmeden önce, iç dünyasında yaşadığı bölünmeyi anlatarak başlar. Bütün Dostoyevski karakterleri gibi ağır bir aşağılık duygusu ile iflah olmaz bir gurur arasında gidip gelen Golyadkin, yükselme ve iyi bir yere gelme arzusu ile doludur. Daha zengin, daha itibarlı görünmek ve Klara Olsufyevna’nın takdir edip sevebileceği biri olmak ister. Ancak bunu istediği ölçüde, kendini maskeler dünyasının içinde bulacak ve bu maskelerden birine, yani kendi kötü kopyasına, mağlup olacaktır.

İlk bakışta Golyadkin’in meselesi, kişilik bölünmesine uğramış ve yavaş yavaş delirmekte olan bir karakterin trajedisi gibi görünebilir. Ama bu hikaye aslında bundan çok daha karmaşık bir durumu anlatır. Romanın bir yerinde, Golyadkin’in kabuslarını okuruz. Bunlardan birinde, kendi kötü ikizinden kaçmak isteyen Golyadkin utanç ve korku içinde sokağa fırlar ama sokakta yüzlerce binlerce başka kopyayla karşılaşır. İçinde yaşadığı dünyanın tamamen bir taklitler – ya da roman içinde birkaç kez söylediği gibi “maskeler” – dünyası olduğunu fark eder. Böylece, kötü ikiz teması kişisel bir yarılmanın belirtisi olmaktan çıkıp evrensel bir soruna işaret eder hale gelir: Bütün dünya bir görüntüler dünyasıdır. Gerçek ulaşılamaz bir yerdedir.

Benzer bir temayı Poe’nun William Wilson adlı öyküsünde de görürüz. Görüntüler gerçeğe galebe çalar. Kötü ikiz temasının en önemli işaretlerinden biri olan, birinin diğerinin yerine geçmesi ve böylece “dünyanın gölgeleşmesi” meselesi ortaya çıkar.

Öykünün başında, adının William Wilson olduğunu söyleyen anlatıcı ile tanışırız. Bize biraz heyecanlı ve duygusal bir kişiliği olduğunu, soylu bir aileden geldiğini ve çocukluğundan beri fazlaca kuvvetli hayal gücü nedeniyle sıkıntı çektiğini söyler. Katı kuralları ile meşhur bir yatılı okula gönderilmiş ve orada kendisiyle aynı isme ve aşağı yukarı aynı görünüşe sahip başka bir oğlan çocuğu ile karşılaşmıştır. Dostoyevski’nin hikayesinden farklı olarak, Poe’nun hikayesindeki anlatıcı kopyasına iyi özellikler atfeder ve onun kendisinden her açıdan daha üstün olduğunu düşünür. Ama kötü ikizin en fena hali de bu değil midir? Bize benzeyen ama bizden çok daha başarılı, çok daha yetenekli, çok daha akıllı biri? Aynı olasılıklarla başlamış ama onları çok daha iyi değerlendirmiş biri? William Wilson’un gölgesi de ondan çok daha iyidir. Ve bunda sinir bozucu bir yan vardır.

Öykü boyunca gölgesi William Wilson’u her yerde takip eder. Genç bir adam olduktan sonra da peşini bırakmaz. Bütün davranışlarını, giyinişini ve konuşmasını taklit etmekle kalmaz, bir de ona tavsiyeler vermeye kalkar. William günaha ve suça battıkça, ikizi daha da iyi ahlaklı ve erdemli bir karakter haline gelir. Her düşkün halinde William’ın karşısına maskeli bir şekilde çıkar ve ona kendini hatırlatır. Yani sonuçta, Golyadkin’in kopyası gerçeğine ne kadar işkence ettiyse, William’ın kısık sesli gölgesi de onu o kadar taciz eder.

Yine de hayatı boyunca peşini bırakmamış ikizine bir türlü açıklayamadığı bir yakınlık duyar William:  “Garip olan şu ki, üzerimde yarattığı bitmez tükenmez endişeye, sürekli rekabet etme arzusuna ve hep bana karşı çıkıyor olmasına rağmen, Wilson’dan nefret etmeyi başaramıyordum.” Onun varlığına dair ilk hatırasının “hafızanın ortaya çıkmasından da eski” olduğunu söyler bize. Karmaşık duygularla geriye gidip bebekliğine dair anıları geri çağırmaya çalışır ama “öteki”nin hep orada olmuş olabileceğine dair bir histen başka bir şey geçmez eline. O zaman anlarız ki, bu çatışma ve rekabet onun varlığının temelidir. Kötü ikizini de bilinçaltından çıkarıp gerçek dünyaya dahil etmiştir. Öykü, hangisinin gerçek hangisinin görüntü olduğunu bilemediğimiz bir sahne ile sona erer ve bizi sonsuz yansımalarla dolu bir aynanın tekinsizliği içinde bırakır.

Böylece Dostoyevski’nin sürekli önümüze koyduğu bölünmüş kişilik, Poe ile birlikte bir kez daha karşımıza çıkar. Bu yalnızca insan ruhunun karmaşıklığının ifadesi değil, her iki yazarın da aklın birliğine ve tekdüzeliğine itirazı olarak da okunabilir. Gerçek ile görüntünün birbirine dönüştüğü bu hikayeler, öncelikle bilinçaltının karanlık labirentlerini anlatır elbette. Ama bir yandan da, Plato’dan Kant’a kadar uzanan akılcılık geleneğine bir itirazı dile getirir. Keskin çizgilerle birbirinden ayrılmış ve her ikisi de gayet iyi tanımlı iki dünyanın tahayyülü üzerine kurulu böyle bir anlayış, her iki yazara göre de insan ruhunu tasvir etmekten uzaktır. Poe böyle bir akılcılığı her zaman reddedecek ve bizi onun arkasında yatan ve açıklanamaz dürtülerle belirlenen bir dünyaya bakmaya zorlayacaktır. Dostoyevski de olduğu gibi, onun dünyasında da kötülük nedensiz bir şekilde ortaya çıkar. Kökeni belirsiz ama varlığı bizimkine bağlı bir gölge gibi bizi takip eder ve hayatımızı cehenneme çevirir.

Hem de sadece William Wilson’da değil. Benzer bir “ikilik” Poe’nun hemen her hikayesinde karşımıza çıkacaktır. Kara Kedi’nin iyicil ve şefkatli karakteri nasıl bir canavar haline geldiğini bir türlü anlayamamamız bundandır mesela. Ya da Gammaz Yürek’in anlatıcısının hikayesine “Yaşlı adamı severdim” diye başlamasına şaşırırız. Amontillado Fıçısı’nda birbirinin benzeri olan iki karakterin (Montresor ve Fortunado’nun isimleri bile birbirini andırır) iktidar savaşı olarak; Oval Portre’de gerçeğinin yerini alan bir tablo ile; Morella’da bir dünyadan ötekine, Eleonora’da bir kişiden diğerine geçişi hikaye ederek; Berenice’de takıntılı bir anlatıcının çatışmalar içindeki iç dünyasını okuyucuya göstererek aslında hep aynı şeyi yapar Poe. Hikayeyi insan zihninin karmaşık labirentlerine doğru sürer ve bize ruhumuzun karanlıkta kalan “öteki” tarafını gösterir.

Poe’nun öykülerini okurken irkilmemiz de bundandır. Her seferinde bize aynı şeyi söylüyor gibidir. Sandığımız kişi değilizdir aslında. İyi, güzel ve sevecen yüzümüzün hemen arkasında duran, omzumuzun üzerinden bakan kötücül ve bencil ikizimiz resme girmek için sırada beklemektedir. Hem de en umulmadık anda.


Wednesday, February 11, 2015

Bir “POZ” daha alabilir miyim?

BirGün Pazar
1 Şubat 2015



Uzun zamandır tiyatroya gitmiyorum. Sevmediğimden değil. Ama tiyatro incelik isteyen bir şey ve iyisi nadir bulunuyor. Son birkaç seferdir beni girdiğime pişman eden oyunlar seyrettim. Eğer metni tanıyorsanız, vasat bir işle karşılaştığınızda mutsuz oluyorsunuz. Değişik bir yorum getirebilmek uğruna zevksiz uyarlamalar yapıldığında da öyle. Sinirden tırnaklarımı yediğim ve bazı sahnelerine ancak gözümü kapatarak dayanabildiğim Alman yapımı bir Macbeth’i hala irkilerek hatırlıyorum mesela. Metin yeniyse, o zaman da başka sorunlar olabiliyor: Boş sokaklar gibi uzayıp giden diyaloglar, bir türlü kurulamayan dramatik gerilim, iyice gösterilemediği için inandırıcı olamayan karakterler falan filan. İyice zor iş yani.

Halbuki bir oyunun iz bırakabilmesi için her şeyin yerli yerinde olması lazım: Sağlam bir hikaye, zeki bir yönetmen, iyi oyuncular, kostüm, dekor... Bunların hepsi şart. Ama yeterli mi? Galiba değil. Bir de hepsinin birbiriyle en uyumlu biçimde bir arada durabilmesini sağlayan her ne ise ondan gerekiyor. Böyle deyince Leibniz metafiziğine giriş gibi oluyor, ama aslında o kadar karmaşık bir şey değil. Gündelik hayatta çok iyi tanıdığımız anlardan bahsediyorum. Bedenleri birbirine yakınlaştığında sıkıntı duymayan insanların rahatlığı gibi bir durum mesela. Ya da aynı anda konuşsalar bile diğerinin sesini duyabilen ve diyaloğu sürdürebilen kişilerin doğal ritmi gibi. Bazen böyle bir uyum sahnede de gerçekleşebiliyor. İşte o zaman, “Yaşasın tiyatro!” diye bağırmak istiyorsunuz.

Geçenlerde bana böyle hissettiren bir oyun izledim. Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine, ne zamandır ismini duyduğum İkincikat’ta POZ adlı oyunu görmeye gittik.

İkincikat’ı muhtemelen benden başka herkes biliyordur. Onun için burada yeniden anlatmayacağım. Ama 2010’dan beri, birçok ödüllü oyun sahneye koyan bu topluluğun “Yarının Oyunları” adı altında yeni bir proje başlattığını söyleyelim. Sami Berat Marçalı’nın önderliğinde yürütülen bu proje, ‘Dönüşüm’, ‘Ahlak’, ‘Adalet’ ve ‘Medya’ başlıkları altında dört oyun hazırlanmış.  Deniz Madanoğlu’nun yazdığı POZ da bu projenin bir parçası olarak ortaya çıkmış ve geçen yazdan beri İkincikat’ta sahneleniyor. 

Oyunun öyküsü gayet basit: Gençken çektiği bir fotoğraf ile dünyayı bir katliamdan haberdar etmiş ve bu sayede meşhur olmuş Profesör Rıdvan Kahraman bir trafik kazasında ölmüştür. Fazilet Kahraman ise bunun bir kaza olduğuna inanmaz, kocasının muhalif görüşleri nedeniyle bir suikaste kurban gittiğini düşünür. Bunun üzerine siyasete atılmaya ve onun “davasını” devam ettirmeye karar verir. Olaylar profesörün hayatına dair bir belgesel çekmek isteyen gazeteci Betül’ün eve gelmesiyle açılır. O gün evde iki kişi daha olacaktır: Rıdvan Kahraman’ın emektar asistanı Azra ile biraz garip bir genç kadın olan manevi kızı İrem. Bir erkeğin hayaleti etrafında toplanmış dört kadının hikayesini anlatan bu oyunda bir iktidar mücadelesi olabileceğini daha başından hissederiz. Fakat sonrasında olacaklar için hazırlıklı değilizdir. Hikaye açıldıkça herkesin sırları olduğunu fark ederiz ve odadakilerden hiçbirine tam olarak güvenemeyeceğimizi anlarız.

Sonradan öğrendim ki, POZ Madanoğlu’nun ilk oyunuymuş. Temposu iyi ayarlanmış, sağlam bir olay örgüsü üzerine kurulmuş ve zekice diyaloglarla örülmüş bu metnin bir ilk eser olduğuna inanmak kolay değil. Madanoğlu, kadınlar arasındaki gerilimleri çok iyi anlamış ve onları izleyiciye göstermek için tiyatroya özgü yollar bulmuş. Daha oyunun başında sahnenin ortasına yerleştirilen kamera bunlardan biri mesela. Seyircinin baktığı açıdan sahneyi gören kamera, bir süre sonra bir kontrol aracı haline geliyor ve birbirlerinden rol çalmak için yarışan bu karakterlerin çözülmesine neden oluyor. Kabuklar çatlıyor, maskeler düşüyor, gizlenen düşmanlıklar ortaya çıktığı gibi beklenmeyen yakınlıklar da kuruluyor.

Fazilet Kahraman rolünde Selen Uçer, kadınca tereddütlerin vücuda gelmiş hali olarak karşımızda. Asker kızı, profesör karısı ve evinin kadını. O ana kadar hep birilerinin bir şeyi olmuş. Ama artık kontrol onun elinde. Yoksa değil mi? Fazilet her şeyi adabına uygun bir şekilde yapmak isteyen bir kadın. Ama nasıl yapacak, işte onu bilemiyor. Samimi mi olsa, mesafeli mi? Gülümsemesi mi doğrudur, yoksa ağırbaşlı durması mı? Ağlarsa makyajı akar mı? Bütün bu endişeler, Selen Uçer’in abartısız oyunculuğu sayesinde kolayca izleyiciye ulaşıyor. Dikkatsiz bir oyuncunun elinde rahatlıkla karikatürleşebilecek bu karakter, hayal kırıklıkları ve hırslarıyla gerçek bir insan olarak karşımıza çıkıyor.

Rıdvan Kahraman’ın ölümünden sonra Fazilet’in sırdaşı haline gelen Azra ise, ilk bakışta geçkince bir mürebbiyeyi andırıyor. Esra Dermancıoğlu sanki bu rol için yaratılmış gibi duruyor. Ayaklarını yere basışından saçını düzeltişine, dudaklarını büzüp oturmasından elbisesini çekiştirmesine kadar bütün ayrıntıları maharetle kullanıyor. Sesini idare edişi mükemmel. Zamanlaması ise harika. Gergin anlardan genellikle gülerek çıkarıyor izleyiciyi. Bu sayede, aslında çok acıklı olabilecek sahnelere mizahi bir yön de kazandırıyor. Zaten bir türlü acıyamıyorsunuz Azra’ya. Belki de odadaki kadınların en güçlüsü o çünkü. Dermancıoğlu dikkatli oyunculuğu ile karakterin bu tarafının altını çizip görünür kılıyor.  

Bu arada, Selen Uçer ile Esra Dermancıoğlu’nu bir arada seyretmenin çok zevkli olduğunu eklemek istiyorum. Birbirlerine tehlikeli bir şekilde yakın bu iki kadını oynarken sahnede yarattıkları gerilim, sevdiğim bazı filmleri hatırlattı bana. Mesela “Küçük Bebeğe Ne Oldu?” (Whatever happened to Baby Jane? – 1962) sahneye konsa ve başrollerde onlar oynasa ne kadar müthiş olur diye düşündüm. Neyse ki bunun için daha bir sürü zaman var. İkisi de hala çok genç.

Cabbar gazeteci Betül rolünde Banu Çiçek Barutçugil ile Rıdvan Kahraman’ın manevi kızını canlandıran Gülce Oral da karakterlerinin hakkını veren oyunculuklar çıkarmışlar. Oyunun dönüm noktalarından biri olan ve Dermancıoğlu ile teke tek oynadığı bölümde, Barutçugil gerilimli bir sahnenin altından rahatça kalkıyor. Gülce Oral ise genç bir oyuncu olmasına rağmen rahatlığı ve doğallığı ile dikkat çekiyor. Karakterini gayet iyi anlamış. Sosyal uyumsuzluğu ve hırçınlığıyla uzatmalı ergenliğe özgü bir ruh halini başarıyla aktarıyor.

Bir de bu yönetmenin mi, oyuncuların mı, yoksa kostümcünün başarısı mıdır bilmiyorum, oyuna dair çok fazla detay hatırlıyorum. Oyunu izlerken bir ara bir de baktım ki, oturmuş bütün bu karakterlerin ayaklarını seyretmeye dalmışım. Hayır, ayaklara özel bir ilgim olduğundan değil. Sadece hepsi bedenlerinin alt kısmını çok iyi kullanıyorlardı. Fazilet Kahraman’ın bacaklarını neredeyse kanepeye paralel duracak şekilde bitiştirmesi ve topuklu pabuçları, Azra’nın yanlış basmaktan hafifçe içe dönmüş babetli ayakları, Betül’ün “4” sayısını andıran oturuşu ve erkeksi ayakkabıları ve İrem’in yıpranmış soluk renkli çizmelerini hep bir çocuk gibi çarpık bir şekilde yerleştirmesi. Her karakterin iç dünyasına dair birer ipucu olarak görülebilecek bu ayrıntıların hepsini bir resim gibi hatırlıyorum. Demek ki birileri uğraşmış ve bunların akılda kalıcı bir şekilde sunulmasını sağlamış.

POZ’un hikayesi ve oyuncuları için ne yazsam az olacak. En iyisi gidip kendi gözlerinizle görün. Ben bile bir daha gideceğim ve “Bir POZ daha alabilir miyim, lütfen!” diyeceğim.


VAGON


BirGün Pazar
4 Ocak 2015


Çok sevdiğim bir arkadaşım var. Birbirimize hiç benzemeyiz. Ben iyi bir sebep olmadıkça evden çıkmamayı tercih ederim. Onun hayatı ise yollarda geçer. Arkadaşım gerçek bir seyyahtır. Dünyanın hemen her yerini görmüştür. İki kuruşu bir araya getirir getirmez gözünü kapıya diker. Seyahatin dışında her şey geçicidir onun için. Yaptığı işi bile buna göre seçmiştir. Evi, arada bir dinlendiği rahat bir duraktır sadece. Her yerde uyuyabilir. Her yemeği yiyebilir. Bir de galiba hemen her dilde “Seni seviyorum” diyebilir.

Seyahat dönüşlerinde onunla buluşmaya bayılırım. Her zaman benim için küçük bir şey getirir. Genellikle sürprizli bir şey olur bu: Budist rahiplerin kullandığı cinsten bir dua çantası, küçük bir ikona, boyanmış tohumlardan yapılmış bir kolye. Ama onun yolunu gözlememin asıl nedeni bu değildir. Başkaları birbirine benzeyen yüzlerce fotoğrafla sizi boğarken, arkadaşım seyahatlerden hikayelerle döner. Çoğu kez eğlenceli, bazen de iç burkucu hikayelerdir bunlar. Onu sofralar, çaylar, kahveler boyunca dinlemişliğim vardır. Bazen sevdiğim hikayeleri yeniden anlattırırım. Kendi de anlatmayı sevdiği için olacak, hiç ikiletmez böyle durumlarda. Oturup hepsini bir daha anlatır. Yetmezse kalkar bütün sahneyi tarif eder, kimin nerede durduğuna kadar gösterir, sesleri görüntüleri en ince detayına kadar canlandırır.

Bu hikayelerden biri şöyledir: Polonya’da bir şehirden diğerine giderken, tren bir istasyonda duruyor. İnenler oluyor. Arkadaşım pencereden platformda bekleyenleri, birbirine kavuşup sevinenleri seyrediyor. Sonra kitabına geri dönüyor. Aradan uzunca bir zaman geçiyor. Tren bir türlü hareket etmek bilmiyor. Bir ara düdükler çalıyor. Birtakım anonslar yapılıyor. Etrafta telaşla koşuşturan yolcular görünüyor. Sonra gözden kayboluyorlar. Platform yavaş yavaş boşalıyor. Sonunda ortalığa garip bir sessizlik hakim oluyor. Arkadaşım başını kitaptan kaldırdığında vagonda tek başına kaldığını fark ediyor. Merak edip koridora çıkıyor. Yine kimse yok. Sonunda dayanamayıp inmeye karar veriyor. Birilerini bulup trenin neden kalkmadığını soracak. Fakat platforma indiğinde onu bomboş bir istasyon karşılıyor. Rayların üzerinde tek bir vagon var. Kendi vagonu. Trenin önü ve arkası yok. Başka lokomotiflere takılıp gitmiş onlar. Onun vagonu ise öylece kalakalmış.

Yeni yıl için bir yazı yazmam istendiğinde neşeli bir şeyler anlatmak istedim. Ama bu hikaye bana musallat oldu. Bir süre düşündükten sonra sebebini anlar gibi oldum. Bu seneki ruh halimin özeti buydu: Her iki yöne uzanıp giden raylar ve onların üzerinde yapayalnız duran bir vagon. Sanki bir anons yapılmış ve ben duymamışım. Ya da duymuşum ama yabancı bir dilde olduğu için anlamamışım. Sonra işte herkes yoluna gitmiş ve ben rayların üzerinde kalmışım. Elimde yarısı okunmuş bir kitap ve eski püskü bir valizle platformda duruyorum.  

Bu hissimde yalnız olmadığımı biliyorum. Siyasetçiler sabah akşam aynı trende olduğumuzu söyleyip duruyorlar bize. Sanki bu ülke herkes için bir eşitlikler ülkesiymiş gibi yapmaya devam ediyorlar. Memleketin treni bir şekilde yoluna devam ediyor ama hepimiz o trende miyiz acaba? Bazılarımız yolda bir yerde, kıyıda köşede kalmış küçük bir istasyonda kalmış olabiliriz. Belki daha tam olarak farkında bile değilizdir. Belki henüz kitabımızdan başımızı bile kaldırmamışızdır. Az sonra yerimizden kalkacağız, perona ineceğiz ve trenin bizsiz gittiğini göreceğiz. Zaten biz o istikamete gitmek istemiyorduk. O trenin yolcusu değiliz belli ki. Onun için çok da üzülmeyeceğiz. Ama bu istasyonda inmişiz işte.

Kalkan tren ne yöne gitti? Yolcuları kimlerdi? Bunları yeniden anlatmanın anlamı yok. Zaten bütün sene onları yazıp durduk. Gazeteleri, televizyonları onlar işgal ettiler. Ben trene binemeyenlerden, geride kalanlardan, hatta hareket halindeyken camdan fırlatılanlardan söz etmek istiyorum. Bu tren, kar soğuğunda ayaklarını otobüsün egzozuna tutarak ısıtmaya çalışan evsiz adamın treni değildi mesela. Öğretmeni yeni sene için dileklerini sorunca, “Büyüyünce işsiz kalmak istemiyorum” diye yazan işçi çocuğunun da değildi. Madende ölen oğlunun cenaze namazında ayağında yırtık lastik ayakkabıyla saf tutan Recep amcanın da değildi. “O zeytinler boğazınızdan nasıl geçecek?” diye soran Yırca köyü muhtarının da değildi. Alevilerin ya da Kürtlerin treni de değildi. Hele kadınların treni hiç değildi.

Şunu kabul edelim: 2014 Türkiyeli kadınlar için korkunç bir sene oldu. Bu ülke kadınlar için her gün biraz daha yaşanmaz hale geliyor. Bu sene de, ilgili ilgisiz her türlü mevki sahibi erkek tarafından aşağılandık, horlandık, hırpalandık. Bakanından rektörüne, imamından yargıcına kadar herkesin kadınlara dair söyleyecek bir lafı vardı. Hamileyken sokakta dolaşmamamız gerektiğinden tutun da çalışma hayatımızın nasıl seyretmesi gerektiğine kadar türlü çeşitli konularda fikirlerini bizimle paylaştılar. Bununla da bitmedi. Bütün bu kadın düşmanı politikalar sokakta, evde, iş yerindeki şiddeti de artırdı.    

Bu şiddeti önlemek için bir araya gelmiş kişilerden oluşan Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun raporuna göre, 2014 senesinde 294 kadın öldürüldü. Yine aynı kuruluşun verilerine göre, bu kadınların %47'si kendi yaşamlarına dair karar almak – yani insan olmanın gereği olan özgür iradelerini kullanmak – istedikleri için canlarından oldular. Çoğu gencecik kadınlardı ve sadece hayatlarına devam etmek istiyorlardı. Ama yaşam hakları erkekler tarafından ellerinden alındı. Koskoca devlet, mahallenin abisi gibi dükkanın önüne oturup gelene geçene ayar vermeye başlamışken, sokaktaki adamların kendilerinde bu cesareti görmelerinde şaşılacak bir şey yoktu.

Ama işte bu kadınlar öldüler. İş kazalarında hayatını yitiren yüzlerce işçi ile birlikte onlar da geride kaldılar. Bizim dalgın bir şekilde indiğimiz trenden hoyratça fırlatıldılar.

Trenden atılanlar, düşenler, yolda kaybedilenler... Yeni seneye bunun ağırlığı ile başlıyoruz. Dilerim ki, Türkiye’nin bu uzun kışı artık sona ersin. Bu sene değişik istasyonlarda bekleyen bütün bu yalnız vagonlar birleşip yepyeni bir yol çizsin. Trenimiz güzel bir Haziran sabahında ışıklı bir istikamete doğru yola çıksın.

2014’te kaybettiklerimizin anısı ile birlikte...