Monday, April 26, 2010

CESARET



BirGün
26 Nisan 2010

Cesaret


Cesaretin ne olduğunu en iyi korkaklar bilir. Cesur olanlar bunu düşünmez bile. Onlar zaten yüreklidirler. Korkuyu akıllarına getirmezler. Onların işi düşünmek değil davranmaktır. Zamanı geldiğinde bir an bile tereddüt etmeyecek ve kendilerini ateşe atacaklardır.

Korkakların hayatı ise büyük bir tereddütten ibarettir. Cesur olma zamanı geldiğinde ne yapacaklarını bilememenin ağırlığını taşırlar. Yürüyecekler midir, yoksa dönüp kaçacaklar mıdır? Bu şüphe boyunlarında bir değirmen taşı gibi asılı durur.

Ne zaman cesaretten söz edilse, Truva’nın genç prensi Paris gelir aklıma. ‘İlyada’nın en korkak karakteri odur çünkü. Homeros, onu yetişkin bir erkekten çok çocuk gibi çizer. Güzeldir Paris. Çekicidir. Kadınların gözdesidir. Ama başınabuyruk ve sorumsuzdur da aynı zamanda. Güzeller güzeli Helen’i kocası Menelaos’un elinden kaçırarak, yalnızca kendini değil bütün Truva’yı tehlikeye atar. Üstelik bununla kalmayıp, Helen’i geri almak üzere gelen Akhalara karşı savaşacak cesareti de gösteremez.

Truvalı askerler, Paris’i bu nedenle hakir görürler. Onu ne kadar küçümsüyorlarsa, ağabeyi Hektor’a da bir o kadar hayranlık ve saygı duyarlar. Çünkü Hektor tam bir kahramandır. Bunu başından beri biliriz. Harekete geçmekte hiç bir zaman tereddüt etmeyecek ve Akhalara karşı zafer kazanmak için çok sevdiği ailesini bile feda edecektir. Paris korkup kaçarken, Hektor karısı ile gerçek bir asker gibi vedalaşır ve soluğu savaş meydanında alır.

Yine de Paris, İlyada’nın en ilginç karakteridir benim için. Bir roman kişisinin nüvesini görürüm onda. Diğer karakterler gibi düz değildir. Duraksamasında bir derinliğin olasılığı saklıdır. Hemen harekete geçemediği için herkes yüklenir ona. Helen bile, kollarında küçük bir çocuk gibi yatan sevgilisinin zayıflığından utanır ve savaş alanına geri dönüp eski kocası Menelaos ile çarpışmasını ister ondan. Ama Paris tereddüt eder. Onun hikayesinin güzelliği de, bu tereddütün üzerinden açılmasından gelir.

‘İlyada’da beni etkileyen sahnelerden biri, Paris’le Hektor’un yüzleştikleri andır. Metnin bir yerinde, savaşçı Hektor bir hışımla kardeşinin yanına gider. Homeros, haşmetini anlatmak için “Zeus’un sevdiği Hektor” der ona. “Onbir dirsek boyundaki kargısıyla” dört bir yana ışıklar saçarak girer Paris’in odasına. Kardeşinin yanında bir dev gibidir sanki. Onu yatağına oturmuş kalkanıyla zırhını parlatırken bulur. Hüzünlü bir sahnedir bu. Paris’in bu çaresiz hali içimizi burkar. Anlarız ki, savaşacak cesareti gösterebileceği anın gelmesini beklemektedir. Silahlarını temizleyerek oyalanmakta, bu kararı geciktirmeye çalışmaktadır. Hektor ona küçümseyerek bakar. Paris de bu tanrısal adamın karşısında en insan haliyle durur ve ezilir.

Bu sahnede her zaman Paris’ten yana hissederim kendimi. Evet, korkaktır Paris. Ama ona kızamam. Hayatta kalmak ister çünkü. Gençtir daha. Üstelik mutludur. Vazgeçmek için daha erken olduğunu düşünür. Bu haliyle, ‘Hazır olmak her şeydir’ diyen Hamlet’i hatırlatır bana. O da Hamlet gibi ikirciklidir. Onun gibi doğru zamanın gelmesini beklemektedir.

Sonunda o zaman gelip de, savaş meydanına adım attığında, Paris’i Hektor’dan daha fazla severiz. Bize daha çok benzer çünkü. Tanrısal güçlerle donanmış bir kahraman değildir o. Tereddütleriyle, zaaflarıyla, geride bıraktığı hayata duyduğu özlemle, hepimiz gibi biridir.

Paris, ilk defa çayırlara çıkmış bir tay gibi girer savaş alanına. Başı diktir, omuzlarına dökülmüştür saçları.

Priamos’un oğlu Paris de öylece
Pergamos Kalesi’nden aşağı iniyordu taşa taşa
Silahlarıyla parlıyordu güneş gibi.


Böyle der, Homeros. Onun da Paris’i beğendiği bellidir. Çünkü genç prens her şeye rağmen cesurca davranmayı tercih etmiştir. Onun cesareti Hektor’unkinden bile değerlidir.

Dedim ya, cesaretin ne olduğunu en iyi korkaklar bilir.

Monday, April 19, 2010

Lear'in Gölgesi


BirGün

18 Nisan 2010

Lear’in Gölgesi


Shakespeare’in ‘Kral Lear’ adlı oyununda, kralın gücünü tamamen yitirdiğini anladığı sahne çok dokunaklıdır. Topraklarını iki büyük kızı arasında bölüştüren Lear, iktidarını bütünüyle kaybeder ve çocuklarından kötü muamele görür. Bu durum ona öyle çok acı verir ki, önce kızının kendi kızı olduğundan emin olamaz, sonra da kendinden şüphe duyar: “Beni tanıyan kimse var mı burada? Ben Lear değilim herhalde. Lear böyle mi yürür? Böyle mi konuşur? Gözleri nerede? Lear ya bunadı, ya beyni uyuştu da anlayışı kalmadı. Uyanık mıyım ben? Olamaz... Biriniz söyleyemez mi bana, ben kimim?”

Lear’e cevap verme cesaretini gösteren yalnızca soytarısı olacaktır. Her zamanki hazırcevaplığıyla yine lafı gediğine koyar: “Lear'in gölgesi.”

‘Kral Lear,’ ilk bakışta yaşlanan ve iktidarını kaybeden bir adamın trajedisini anlatır. Fakat aslında bir ihanetin öyküsüdür. Shakespeare, bu sahnede ihanete uğradığımızda varlığımızın sarsıldığını söyler bize. Güvendiğimiz biri tarafından aldatıldığımız zaman, aslında kendimizi de yitiririz. Kim olduğumuzu unutur, bir gölge haline geliriz.

İhanetin türlü türlü halleri vardır. Lear, çocuklarının ihaneti ile sarsılır. Othello, Desdemona’nın kendisine sadık kalmadığından şüphe eder. Hamlet, amcasının elinde oyuncak olan arkadaşları Rosencrantz ve Guildenstern tarafından aldatılır. Hepsi kötüdür bunların. Bir bakıma hepsi aynı kapıya çıkar.

Bana sorarsanız, en fenası bir dostun ihanetidir. Çocuğunu affedebilir insan, sevgilisini terkedebilir. Ama dostuna ikisini de yapamaz. Bazan ne tümüyle affetmek mümkün olur, ne de terkedip gitmek. Bir de bakarsınız ki, gitgide solarak rengini kaybetmiş bir ilişkinin içinde kalakalmışsınız.

Her zaman dramatik sahneler yaşanmaz. Hatta çoğu kez yaşanmaz. Çarpılan kapılar, açık edilen sırlar, ya da ağır laflar gerekmez. Kimi dostlar yavaş yavaş giderler insanın hayatından. Telefonlar kesilir. Görüşmelerin arası açılır. Bir araya gelindiği zaman küçük anlamsız konuşmalar yapılır. Sonra bir gün ilk kez onun yanında sıkıldığınızı farkedersiniz. Eve döndüğünüzde ağır bir his olur içinizde. Söylenmesi gereken şeyler söylenmediği için değil. Söylenecek bir şey kalmadığı için olur bu.

Gözlerine baktığınız zaman artık o sessiz anlaşmayı görmezsiniz. Kalabalık bir masada birbirinizden uzak köşelerde oturduğunuzda, bakışlarınızla birbirinizi yakalayıp kucakladığınız, bir süre havada tutup sonra hafifçe yere bıraktığınız anları geçirirsiniz aklınızdan. Ya da aynı şeyi düşünüp güleceğinizi bildiğiniz için göz göze gelmekten kaçındığınız zamanları. En çok da hiç konuşmadan oturduğunuz ve o anlayış dolu sessizlik bölünmesin diye kıpırdamaya bile cesaret edemediğiniz geceleri.

Yalnızca ikinizin bildiği sözcükler kullanılmadıkları için yok olmuş, sadece size ait olan dil çoktan tarihe karışmıştır. Neye güleceğinizi bilemezsiniz. Neye üzülüyorsanız yalnızca sizin derdinizdir o artık. Bir yabancılık hissi gelir ve gitmek bilmez. Aranızda öylece durur. Sağır bir camın ardından bakar gibi izlersiniz onu. Kaybedilen şeyin büyüklüğü iki kez vurur sizi: hem kendi tarafınızdan, hem de onun tarafından. Onunla beraberken hep iki kişilik düşünmeye alışmışsınızdır çünkü. Her şeyi düzeltecek bir şey söylemek ister gibi yutkunur durursunuz. Ama olanaksızdır bu. O sıcaklık yok olmuş, ilişki tavsamıştır.

Halbuki gerçek bir dost varlığımızın teyididir. Onun aynasında kendimizi göremez olduğumuzda, biz de yok oluruz aslında. Dünya yabancı bir yer haline gelir. Bedenimiz bile bizim olmaktan çıkar. Bildiğimiz alıştığımız haliyle hissedemeyiz onu. Kralın umutsuzluk içinde “Lear böyle mi yürür? Böyle mi konuşur? Gözleri nerede?” demesi bundandır.

Gitgide sesler kısılır, ışık azalır. Sınırlarımız belirsizleşir, hatlarımız silikleşir. Hayatımız üzerindeki gücümüzü kaybederiz ve artık kimse bize kim olduğumuzu hatırlatmayacağı için varlığımıza dair şüphe duyarız.

En fenası bir dostun ihanetidir. Çünkü ardında kambur bir gölge bırakır.

Sunday, April 11, 2010

ÖNCE ÖLDÜRME!


BirGün/ 14:29 11 Nisan 2010

İlişkileri bitirmek başlamaktan hep daha zordur. Oysa hemen her zaman, iyi bir final iyi bir başlangıçtan çok daha değerlidir. Herkes iyi başlangıçlar yapabilir. İyi sonlarsa çok az insana nasip olur.

Romanlarda da böyledir bu. Yazmanın şaşmaz kurallarından biri şudur: ortalama yazarlar finalleri mutlaka batırırlar. Gidiyorsun ama bir veda etseydin bari, demek isteriz onlara. Ya da bu kadar patırtı yaptın ama asıl söylemek istediğini diyemedin, diye bağırmak gelir içimizden.

Kimileri yazdığı hikayeyle heyecanımızı körükler, iştahımızı kabartır ve sonra bizi öylece ortada bırakıverir. Elimiz böğrümüzde kalakalırız. Bel bağladığımız karakterler romanın bir yerinden sonra görünmez olur. İlmek ilmek dokunmuş karmaşık bir olay örgüsü sonunda öyle bayat bir yere bağlanır ki, en acıklı sesimizle ‘Böyle mi olacaktı?’ diye sormak isteriz. Bazan da incelikli olduğunu düşündüğümüz nice detay anlamlı bir bütün oluşturmaz, öyle yarım yamalak bırakılır. Ya da öyküde merkezi bir rol üstlendiğini hissettiğimiz bir sembol finalde unutulduğu için ışıltısını kaybeder ve işlevsizleşir.

Fakat en fenası, romanın sonunda kim var kim yoksa patır patır öldüren yazarlardır. Bunlar, karakterleriyle ne yapacaklarını bilemeyip onlardan tez elden kurtulma yoluna gidenler olur genellikle. Acemiler bunu daha sık yapar. Hatta polisiyeciler bir yana, ilk romanını kimseyi öldürmeden kapatan yazarın alnından öpmek gerekir. Onun içindir ki, yazmaya başlayan herkese haddim olmayarak ‘On Emir’ içinde en önemlisi olan ‘Öldürmeyeceksin!’ uyarısını hatırlatmak isterim. Eğer bu çok sert geliyorsa, doktorların çok iyi bildiği şu prensibe kulak vermek isteyebilirler: ‘Primum non nocere,’ yani ‘Öncelikle, zarar verme!’ Sonrası zaten kendiliğinden gelir.

Tabii iyi yazarlar arasında da kan dökmekten hoşlananlar vardır. Mesela, yeri gelmişken, Shakespeare’i burada tenzih etmek isterim. Evet Hamlet’in sonunda pek az kişi hayatta kalır ve ortalık kan gölüne döner ama herkes bilir ki, bu durum Shakespeare’in acemiliğinden değil, dönemin gereklerindendir: Rönesans trajedisinde adam öldürmek adettendir.

Kahramanı öldürmek ise ancak gerekliyse başvurulacak bir çaredir. Okuyucu çoğu kez, ana karakterin hikayenin sonuna kadar hayatta kalacağını bilir. Esas adam sonuna kadar ölmeyecektir. Kahramanı öldürmek hikaye olasılıklarını yok etmek anlamına gelir çünkü. Onun için mesela hepimizi biliriz ki, Bruce Willis ‘zor ölür.’ Hatta ölmek bilmez. (Filme zaten ölü olarak başlamamışsa tabii.) Bu okuyucu ile yazar arasındaki sessiz anlaşmalardan biridir. Bu gizli anlaşma ihlal edildiği zaman, okuyucu ihanete uğramış hisseder ve düşkırıklığına uğrar.

Onun içindir ki, gelmiş geçmiş en iyi romanlardan biri olmasına rağmen ‘Anna Karenina’nın sonu pek beğenilmez. Anna’nın hayatta kalma şansı olmadığını biliriz. Sıkışmıştır, çaresizdir, mutsuzdur. Onun için ölümden başka bir seçenek yok gibidir. Tolstoy unutulmaz bir sahne ile Anna’yı ölüme gönderir. Kahramanını öldürdüğü için ona kızmayız. Böyle olması gerektiğini anlarız. Burada kalsa her şey iyidir. Fakat roman Anna’nın intiharıyla bitmez. Onun ölümünden sonra sanki hiç bir şey olmamış gibi bir yetmiş sayfa kadar daha devam eder. Tolstoy, romana yerleştirdiği ikinci olay örgüsünü tamamlamak, sevgili karakteri Levin’i düze çıkarmak ve zor da olsa bir aşk hikayesinin mutlu bitebileceğini anlatmak gibi bir derde düşer. Ama okuyucuyu küstürür. Anna bittiğinde, roman bitsin isteriz. Onun ölümünden sonraki bölümde adının neredeyse hiç geçmemesi kalbimizi kırar. Tolstoy’un toprak ağası karakteri Levin’in inançlı bir adam haline gelip evine ve çocuklarına bağlanması bizi hiç bağlamaz. Aklımız hala Anna’da ve onun talihsiz hikayesindedir.

Başka nereden bakarsak bakalım otoritesine başkaldıramayacağımız dev bir yazar olan Tolstoy’un birden vaiz kesilip bize hayat dersi vermesine anlam veremeyiz bir türlü.

Fakat hayat gibi edebiyat da bazan hayalkırıklıklarıyla doludur. Büyük aşklar nasıl sönük bir şekilde sonlanabilirse, büyük yazarlar da kimi zaman zaaflarına yenilip kötü finaller yapabilirler.

Tuesday, April 06, 2010

Yapıbozum ne değildir?


BirGün

4 Nisan 2010


Pazar pazar felsefe yapıyor olmak istemem ama bana bir iki paragraf tahammül edin. Derrida’dan bahsedeceğim. Benim gözümde Derrida ahlaklı bir felsefecidir. Koltuğunda oturup zihin egzersizleri yapmak yerine, gerçekten hayatın kendisinden bahsetmeyi tercih eden bir kaç düşünürden biridir.

Jacques Derrida akılcılığı hedef alan bir manifesto ile karşımıza çıkar. Aydınlanma’nın aklı merkeze koyan tutumuyla bir derdi vardır. Derrida’ya göre, akılcı olduğunu iddia eden her yapı, karşıtlıklar üzerinden açılır ve ‘öteki’ olarak tanımladığı şeyi dışarıda bıraktığı ölçüde kendini saf ve mutlak sayar. Akıl, gerçeğin tümünü temsil ettiği iddiasında olduğu için totaliterdir. Bulduğunu sandığı anlamı bize dayattığı için zorbadır. Kendisine mutlaklık vehmettiği için dışlayıcıdır. Halbuki böyle her yapı, farkında olsa da olmasa da, karşı çıktığı şey tarafından işgal edilmiştir. Bir dışarısı olmadığı gibi, sabit ve lekelenmemiş bir ‘anlam’ bulma ihtimali de yoktur.

Derrida yaptığı yapıbozumcu okumalarla, kendini mutlak sayan metinlerin yapısındaki karşıtlıkları ortaya çıkarır. Onun için “metnin dışında hiç bir şey yoktur” derken, her şeyin kurgu olduğunu iddia etmesinin yanı sıra, her metnin kendi dışında bıraktığını zannettiği şeyleri barındırdığını da söyler aslında. Ona göre, metinler tam da dışarıda bırakmak istedikleri şeyler tarafından belirlenirler. Bu anlamda, her metin kendisini bozar ve yanlışlar zaten. Bu kaçınılmazdır.

AKP’nin bir süre önce partililer için başlattığı Siyaset Akademisi'nin afişlerini görmüşsünüzdür. Bazıları hala İstanbul’un değişik yerlerinde billboardlarda duruyor.
Başbakan Erdoğan’ın pozu hakikaten Atatürk’ün o meşhur fotoğrafını anımsatıyor. Hani şu Atatürk’ü harf devriminin ardından latin harflerini tanıtmak için kara tahta önünde ‘Başöğretmen’ olarak elinde tebeşirle yazı yazarken gösteren fotoğraf. O resimdeki gibi, Erdoğan da yüzü hafifçe izleyiciye dönük bir şekilde kara tahta önünde duruyor ve ‘Akademi için ders zili çalıyor’ yazısının altına imzasını atıyor.

Bu fotoğraf üzerine çok yazılıp çizildi. Bilinenleri tekrarlamak istemiyorum. Fakat AKP’nin siyaset yapma biçiminin ilginç bir örneği olduğu için, bundan bahsetmeden edemedim.

Atatürk’ün fotoğrafında, dönemin ruhunu yansıtan bir şeyler vardır. Beş yıllık kalkınma planları gibi harf devrimi de, memleketi ‘batı medeniyetlerinin seviyesi’ne ulaştırmak için öngörülen modellerden biridir. Halk eğitilecek, okuma yazma oranı artırılacak ve cehaletin önü alınacaktır. Ancak bu ideolojiyi yaymak için, birinin kendini ‘tek ve tartışılmaz doğru’ ilan etmesi ve ‘cahil halk’ın üzerinde bir yere yerleştirmesi gerekir. Bir ulus yaratabilmek için halkı bilinçlendirmek gerekir. Bunun yolu da öğretmenlikten geçer. Yüzyılın başındaki rejimlerin niteliği düşünülünce, bu durum kabul edilebilir olmasa bile anlaşılabilir bir siyaset yapma biçimidir.

Derrida’nın dediği gibi, Atatürk’ün fotoğrafı bir metin olarak kendi kendini bozar zaten. Atatürk’ün tahtaya uzanmış elinden yayılan kutsallık, arkaplandaki bürokrat ve askerler ya da tahtadaki devasa harfler demokrat olduğunu iddia eden bu rejimin ağırlığını ve sorgulanamazlığını daha ilk bakışta hissettirir bize.

Erdoğan’ın fotoğrafı ise, ne taraftan bakarsak bakalım eğreti durur. Atatürk’ün meşhur resmine yapılan bu anıştırma, Başbakan’ın iyi eğitimli danışmanları tarafından yapıbozumcu bir metin okuması olarak düşünülmüş olabilir. Böylece, hem Kemalizmin Aydınlanmacı duruşunu yanlışlamak hem de onun üzerinden prim yapmak mümkün olacaktır. Fakat onlara hatırlatmak gerekir ki, bir taşla iki kuş vurmaya giden bazan ikisini de kaçırabilir.

Başbakanın fotoğrafı, karşı durduğunu iddia ettiği teksesli ideolojiyi yeniden üretir, ki herhalde niyet ettiği şey bu değildir. Üstelik, bunu yaparken ciddi bir tarih yanılgısına da düşer ve anlamını yitirir.

Çünkü başöğretmenliğe soyunarak siyaset yapmanın zamanı çoktan geçmiştir.