Monday, December 24, 2012

Makinenin İşleyişi




BirGün
23 Aralık 2012

-->
Bundan yıllarca önce yine bir aralık ayında, öğrenci lideri Mario Savio California Üniversitesi'nin Berkeley kampüsünde önemli bir konuşma yaptı. Mesele bugün Türkiye’de olanlardan pek de farklı değildi. Düşünce özgürlüğü başta olmak üzere birçok sorun vardı. Üniversiteler yavaş yavaş şirketleşiyor, akademik idareler de şirket yönetim kurullarına dönüşüyordu.

Bunun üzerine Mario Savio, üniversiteleri birer kapitalist işletme gibi gören bu zihniyeti eleştirerek öğrencileri direnişe çağıran şu unutulmaz sözleri sarf etti:

"Bir zaman gelir, makinenin işleyişi iğrençleşir. Midenizi öyle bulandırır ki, artık onun bir parçası olamaz hale gelirsiniz. Pasif kalarak bile onun içinde yer almak istemezsiniz. İşte o zaman, bedenlerinizi dişlilerin ve çarkların arasına, manivelalara, tüm aygıtın önüne atmanız ve onu durdurmanız gerekir. Bu makineyi çalıştıranlara, onun sahiplerine şunu söylemeniz gerekir: Özgür olmadığınız sürece, bu makinenin işleyişi engellenecektir.”

Bu hafta ODTÜ’de olanlar bana Savio’nun bu tarihi konuşmasını hatırlattı.

 “Göktürk-2” uydusunun fırlatılışı nedeniyle geçtiğimiz Salı günü, ODTÜ’deki TÜBİTAK binasında düzenlenen törene katılmak üzere kampüse gelen Başbakan ve diğer yetkililer, bir grup öğrenci tarafından protesto edildiler. Bunun üzerine, güvenlik güçleri (ki görgü tanıklarına göre 3000’den fazla polis vardı) öğrencilerin yolunu kesti ve onlara gaz bombaları atarak cevap verdi. Sonuçta, çok sayıda öğrenci yaralandı ve çıkan arbedede araçlar zarar gördü, üniversitede hayat durdu.

ODTÜ yönetimi, kampüste yaşananların hemen ertesinde bir açıklama yaparak öğrencilerin maruz kaldığı şiddeti kınadı ve güvenlik güçlerini bundan sonraki olaylarda daha dikkatli davranmaya çağırdı. Onlara göre öğrencilerin düşüncelerini barışçıl bir şekilde ifade etmesinin önü açılmalıydı, çünkü akademi tam da bu anlama geliyordu. Üniversite özgür düşüncenin üretildiği yerdi. Bunun yüksek sesle ifade edilmesinden daha doğal ne olabilirdi?

Rektörlükten yapılan açıklamanın sonundaki şu ibare, akademinin nasıl bir yer olması gerektiğini gayet güzel özetliyor: “Üniversite yönetimi olarak, şiddet içermeyen, başkalarının özgürlüğünü kısıtlamayan, eğitim-araştırma faaliyetlerimizi engellemeyen ve çevreye zarar vermeyen protestoları özgürlük ortamının parçası olarak görüyoruz.”

ODTÜ’lü öğrencilerin hükümetin eğitim ve bilim politikalarına karşı gösteri yaparken maruz kaldıkları şiddeti izlerken, Savio’nun tarihi konuşmasında sözünü ettiği makineyle yeniden yüz yüze geldik. Onun insan öğüten dişlilerinin ve çarklarının dayanılmaz sesini bir kez daha duyduk. Makine büyüktü. Güçlüydü. Ve kendisinden başka hiçbir şeyin sesine tahammül edemiyordu.

Ancak öyle görünüyor ki, öğrenciler 1964’te olduğu gibi şimdi de makineye teslim olmuyorlar. Akademinin bağımsız ve özgürlükçü yapısını savunmakta kararlılar. Kısaca şunu söylüyorlar bize: Öğrenci denen kişi her şeyden önce bir insandır. Mal gibi işlenip satılamaz. Üniversite de işletme değil, bir eğitim kurumudur. Tek tip insan üretmesi beklenemez. İçindeki herkesin aynı görüşü paylaşması düşünülemez. Aksine bu kurum, farklılıklardan beslenecek ve bunlardan yola çıkarak bilgiye ulaşmayı umacaktır.

Öğrenciler haklıdır. Akademinin bu yapısının yok edilmesine göz yummak mümkün değildir. Buna izin vermek, özgür düşüncenin ve bilimin önünü tıkamak anlamına gelir.

Bunu hatırlattıkları için ODTÜ’lü öğrencilere, onları yalnız bırakmadığı için de ODTÜ yönetimine teşekkür borçluyuz. 

Samanlıktaki Anneler


BirGün Kitap
22 Aralık 2012

Her yazarın bir meselesi olur. Hatta denir ki, iyi romancılar aslında aynı metni yeniden ve yeniden yazıp dururlar. Meselelerine her seferinde biraz daha yaklaşmayı hayal ederek. Onları yazmaya iten sebep her ne ise, onu kıskıvrak yakalayıp gözlerinin içine bakmayı umarak.

Perihan Mağden de aslında her zaman iki kadının hikayesini anlatıyor. Bunun zor bir ilişki olduğunun farkında. Bu ilişkideki karmakarışık dinamikler, tehlikeli dönemeçler ve beklenmedik ihanetler onu büyülüyor. Sadece bunu anlatıyor denemez elbette. Birçok başka şeyin de yazarı o. Ama esas meselesi kadınlar. Onları anlatırken ustalaşıyor, derinleşiyor, ilginçleşiyor.

Son romanı Yıldız Yaralanması da, bu ilişkilerin en esaslısı olan anne-kız meselesi etrafında dönüyor. Mağden’in anne-kız meselesine dokundurması ilk değil. Bu konu, yazarın daha önceki romanlarında da değişik şekillerde karşımıza çıktı. Birbirine hayranlıkla bağlı biri yetişkin diğeri çocuk (ya da çocuksu) iki kadının yoğun ve marazi ilişkisinin, Mağden’in romanlarında bir izlek haline geldiğini, hatta Refakatçi’den bu yana neredeyse her hikayede baş köşeye yerleştiğini söyleyebiliriz.

Perihan Mağden’in çok iyi bildiği ve ustalıkla anlattığı şeylerden biri, anneliğin uzun ve ağır seyreden bir hastalık olduğu gerçeğidir. Biz Kimden Kaçıyorduk Anne? adlı romanında, öldürücü bir bağlılık üzerinden tanımlanan bu ilişkinin, her iki tarafı da mahvedecek kadar güçlü olduğunu gösterir bize. Roman, kızını “çoklar ve kötüler” diye tarif ettiği kişilerin vereceği zarardan koruyabilmek için durmadan kaçan bir annenin hikayesidir. Romandaki anne karakterinin korktuğu şey aslında, kızının dünyaya çıkması ve annesiyle kurduğu mutlak bağlılık ilişkisinden uzaklaşarak bağımsız bir birey haline gelmesidir. “Çok ve kötü” olan ötekiler, anne ve kızdan oluşan bu “iki kişilik deliliği” bozacak, ona engel olacak olanlardır. Dışardaki dünyanın, kendi yarattığı masala (Bambi ve annesi) sızmasına engel olmak için kızını mütemadiyen sakatlayan bir annedir bu. Onu kendi anlatısına, kendi dünyasına, kendi deliliğine ortak etmek ister.

Yıldız Yaralanması’nın iki baş kişisi Yıldız ve Sun’un ilişkileri de bence benzer bir dinamikle besleniyor. Popüler bir şarkıcı olan Yıldız’la ona büyük bir hayranlıkla bağlı olan Sun’un hikayesini okumaya başladığımızda, “herkesin sevdiğini öldürdüğü” bir Perihan Mağden dünyasında olduğumuzu hemen anlıyoruz. Ancak roman açıldıkça, hem birbirleriyle hem de anneleriyle olan ilişkileri içinde, Sun ve Yıldız’ın yalnızca kurban değil aslında birer cellat da olduğunu görüyoruz.

Kendi kifayetsiz annesinin yerine parlak bir şarkıcıyı koyan Sun, bütün aşkını ve bağlılığını ona yöneltir. Onun dizinin dibinde olmaktan, ışığında durmaktan başka hiçbir arzusu yoktur. Yıldız ise bir oyuncak haline getirdiği Sun’a sürekli zarar verir. Roman boyunca, hepsi şiddet içeren bir seri davranışına şahit oluruz. Genç kızın sevgisi ve hayranlığı ile beslendiğinin farkındadır. Her gün eli biraz daha yükseltmekte hiç çekinmez: “Sen koluna dövmemi yaptırırsan koluna, benim için dünyalar ifade eder, havuzumun perisi.” Sun ise Yıldız’ın kendisine yaptıklarına sessizce boyun eğer: “Sol kolunu uzatıyor kuzu kuzu. Yıldız kolunu kaptığı gibi bir saniye bile tereddüt etmeden jiletle bir s harfi çiziveriyor. Canı incecik ama o kadar şiddetle yanıyor ki!” Kadının her eziyetini, onun ayak ucuna kıvrılıp uyumanın ayrıcalığı hatırına kabul eder. “Yıldızına” her zaman bir köpeğin teslimiyeti ve sonsuz sadakati ile cevap verir.

Ama aslında diyalektik bir ilişkidir bu. Ve eninde sonunda alt üst olacak, tersine dönecek, çocuğun annesi üzerindeki “sözü” yani hükmü ile nihayet bulacaktır.

Çünkü kız çocuğun anne ile (ya da anne yerine koyduğu kişi ile) ilişkisi, sadece taraflardan birini tehdit eden bir bağlılık değildir. Bu ilişki anne için de aynı derecede tehlikeli ve yıkıcıdır. Anne çocuğuna öyle büyük bir aşk ve sadakatle bağlıdır ki, bu derece büyük bir sevgi ve hayranlık ancak felaket getirebilir. Refakatçi’de mürebbiyenin küçük kıza, İki Genç Kız’daki annesinin Handan’a olan zaafı bu yıkıcı ilişkiden izler taşır. Ruhunun küçük kız tarafından tamamen ele geçirildiğini anladığı anda kaçmak ister mürebbiye. Fakat anneler nereye kaçabilir ki? Onlar çocuklarının ebedi gardiyanları, gönüllü köleleri ve daimi refakatçileridirler. Bu bir işkence haline gelebilir. Ama onlar için fark etmez. Çünkü işkencecilerine umutsuz bir şekilde aşıktırlar. Onun için ne kadar arzu etseler de kaçamazlar bir türlü. Ancak geride bırakılabilirler belki. Ya da inkar edilirler. İki Genç Kız’da, Handan’ın annesi kızının ihaneti ile sarsılır. “Küçük tavşanının” kendisini terk edebileceği, “bu kadar zalim olabileceği” hiç aklına gelmemiştir. Onun kendi yarattığı pembe şekerli dünyanın içinde sonsuza dek yaşayacağını hayal etmiştir belli ki.

Perihan Mağden, yeni romanında benzeri bir temaya geri döner. Çocuklar annelerinindir, der bize. Kızlar annelerinin projeleridir. Onları kendi suretlerinde yaratır ve büyütürler. Kendileri için korktukları her şeyi onlara yüklerler. Kendilerinin yeni ve belki de daha iyi bir sürümü olarak görürler onları. Tam da bu nedenle, kızlarının başarısı da en az başarısızlığı kadar büyük bir ihanettir onlar için.

Romanda geçen isimler (Yıldız, Sitare, Sun, Güneş) bu konuda da birer ipucu olarak okunabilir. Romanın anlatıcısı ve kahramanı olan genç kızın adı Sun’dur. Annesi Güneş ve anneannesi Sitare Hanım bu ismi kimin koyduğu konusunda anlaşamazlar. Güneş, kızının adını kendisinin seçip koyduğunu iddia eder, “Hayatımın bana sunduğu en güzel şey olduğu için.” Sitare Hanım ise bunu başarısız olmuş bir projenin yeniden uygulamaya konması gibi görmek konusunda kararlıdır. Silik ve etkisiz bulduğu kızının canını yakmak istermiş gibi hep aynı şeyi söyler: “Sende tutturamadık, İngilizcesini koydum ki güneş gibi parlasın torunum bari.” Halbuki Sun ne birine ne de diğerine ait olmayı seçecektir. O kendi arzu nesnesini, yıldızını, ersatz-annesini bulmuştur: Suna.

Yıldız’ın gerçek adının Suna olması tesadüf değildir. Sun/Suna benzerliğinin altını çizmek için bulunmuş bir yöntem olduğunu düşünebiliriz elbette. Ancak bunun yalnızca yazarın okuyucuyu eğlendirmek için bulduğu bir oyun olduğunu varsaymak doğru olmaz. Böyle okumak metni yüzeysel bir şekilde değerlendirmek anlamına gelecektir.

Oysa bu ikilik/benzerlik çok katmanlı anlamlara gebedir.

Kendi silik annesi (Güneş) ve ceberut anneannesinde (Sitare) bulamadığı yoğun anne-çocuk ilişkisini, her ikisinden de izler taşıyan [Güneş=Sun(a) ve Sitare=Yıldız] ama idealize edilmiş bir figür olan Suna/Yıldız’a (sembolik anneye, ebedi arzu nesnesine) transfer eden Sun, bu ilişkinin talep ettiği tahribat gücü yüksek aşkı ve onu takip eden ihaneti de yıldızıyla yaşayacaktır.

Sun/Suna: Arzumun eksik nesnesi

Sun’un tarafından bakıldığında, onu Suna olmaktan alıkoyan tek şey bir “a”dır. Sadece tek bir harf. İdealize edilen, aşkla bağlanılan kişiyle bir olabilmek için tek eksiği budur: “a”

Ne var ki bu eksiklik, sıradan bir eksiklik değildir. Bize Lacan’ı ve onun arzunun eksik nesnesini tanımlarken kullandığı “objet petit a” ifadesini hatırlatır. Lacan’a göre, objet petit a henüz konuşma diline geçmeden, yani toplumsallığın dünyasına girmeden önce, bebeğin anneyle birlikte deneyimlediği bütünlük hali süresince sahip olduğu şeydir. Dilin/temsilin dünyasına geçtiğimiz zaman –yani özne haline geldiğimizde- onu sonsuza dek kaybederiz. Bütün hayatımız onun yerine başka şeyler koymaya çalışmakla geçer. Oysa hiçbiri onun yerini tutmaz. Sonsuza kadar ertelenmiş bir şeydir objet petit a. İşte bu yüzden hep arzulanandır, hep boşluğu doldurulmaya çalışılan ama hiç bir zaman ulaşılamayacak olandır. Yani kısaca imkansız olandır.

Lacan objet petit a için, “arzunun nesnesi değil, arzu nesnesinin sebebidir,” der. Suna da, Sun için herhangi bir arzu nesnesi değildir. Arzunun yegane nesnesi olabilir ancak. Onunla (yani aslında annesiyle) yekvücut olmak ister Sun.  Arzu ettiği şey, annenin “öteki” olmadığı bir durumdur. Suna/Yıldız, onun için buluşmak ve bir olmak istediği şeydir. Oysa, Sun için hep dışarıda kalacaktır Suna. Ne kadar yaklaşır gibi olsa da, onunla hiçbir zaman örtüşemeyecek, onu hiçbir zaman yakalayamayacaktır. Onu bir yere kadar tanımlayabilecek, bir yere kadar onunla aynı olabilecek, ama hiçbir zaman onu tümüyle ele geçiremeyecektir.

Sun(a)’nın “a”sı Sun’a hep yabancı kalacaktır.

Samanlıktaki Anneler

Yıldız’a gelince, o Sun’u bir yandan kendisine benzetip bir yandan da hırpalarken, kendisine benzeyen bir oyuncak bebeği hoyratça parçalayan bir kız çocuğundan farksızdır. Kendi imgesinde yarattığı ama kendisi olmayan şeyi hırpalamak anneliğin esaslarından mıdır? Yaratmak gibi zarar vermek de, bir iktidar ilişkisi olarak tesis edilen anne-çocuk ilişkisinin dinamiklerinden biridir belli ki. Çocuğu onu tümüyle inkar edene (deli/geçersiz/kalp ilan edene) kadar, anne kendi suretinde yarattığı varlığa hükmeder. Onun üzerinde kayıtsız şartsız gücü ve hakimiyeti vardır. İsterse sever onu. İsterse bu gücü çocuğuna zarar vermek için kullanır.

Ama samanlık kaçınılmazdır. Her çocuk annenin yarattığı dünyanın dışına çıkacak ve onun kurduğu “iki kişilik delilik” halinin sınırlarını zorlayacaktır. Bunu yapmanın yolu, annenin deliliğini teslim etmek, bu halin adını koymaktır. Onun deli olduğunu söyleyerek, kız çocuğu kendi iradesini annesininkinden ayırır. Böylelikle, “çokların ve kötülerin” dünyasına adım atar, yani gerçek hayata karışır.

Hayata karışabilmek için annesini tımarhaneye kapatmak zorunda kalan Yıldız’ın durumu buna örnektir. Kızına yazdığı onlarca mektuptan birinde şöyle der, Yıldız’ın annesi:

Bu yerde kaçıncı yılım bil bakalım?
Umrunda diyil tabi
Ne zaman umrunda oldum
Artık ölünce çıkarırsın beni
Meşur Yıldızanım!
Sakla bakalım Anneni samanlıkta
Samanlıkta Anne: adım bu olsun.
(67)

Yıldız, annesini tımarhaneye kapatmakla kalmamış, onun kendisine verdiği ismi bile reddetmiştir. Kendini yeniden yaratmış, kendi kendisinin “isim-vereni” olmuştur. Adın bile yalan, der annesi ona bir başka mektubunda. Ve kendisinin gerçek olduğunu hatırlatır.

Sun da, Yıldız’ın evindeki misafirliğini (yani dünyaya çıkma anındaki ilk tecrübesini) bir seri yalan üzerine kurar. Bunlardan ilki annesi ve anneannesinin varlığını inkar etmektir. Bir yetimhanede büyüdüğünü söyler herkese. Yıldız’la Sun’un anneleri ile ilişkileri tamamen benzer bir izlek üzerinden açılır böylece. İkisi de annelerini gömmek isterler. İstedikleri onları bir samanlığa kapatıp sonsuza dek unutmaktır. Ancak ikisi de fark eder ki, ömürleri boyu bu samanlığın anahtarını boyunlarına asacak, annelerini inkar etmiş olmanın anısını bir lanet gibi üzerlerinde taşıyacaklardır.

Bunun Odipus hikayesini andırdığını düşünenler olabilir. Ancak, samanlıkta kendi deliliği ile baş başa bırakılan annenin durumu, oğlunun hayata dair hırsına kurban giden babanın cesedinden çok daha acıklıdır. Yıldız’ın annesi bunu bilir ve yazar da: Ölmek deli ilan edilip kapatılmaktan çok daha iyidir.

“sen öldür bakalım anneni, daha kolay mı olaydı suna, adın bile yalan bak yazcam on kerre, suna suna suna, annen gerçek ama istemesen de...”

Dahası, babanın iktidarını deviren oğlun cinayeti, bir izleyici önünde (yani toplumsal bir anlama tercüme edilebilecek şekilde) gerçekleşir. Oysa annesiyle yaşadığı yakınlıktan, iki kişilik delilikten kendini ayıran genç kadın, onu başkalarının gözü önünde yok edemeyecek, kötü bir anı gibi saklamayı tercih edecektir. Yıldız’ın annesini, tamamıyla yok edemeyip saklaması (deli ilan edip kapatması), her an hortlamak üzere bekletilen bir felaket olarak canlı tutması anlamına gelir. Babayla cepheden yüzleşen oğul yerine, anneyi “geçersiz” ilan eden kız vardır karşımızda. Kendi varlığını ancak anneyi tımarhaneye kapatarak kurabilen, dünyada kabul görmeyi ancak onun deliliği üzerinden garantileyebilen biridir o.

Sun ve Yıldız’ın anneleriyle olan ilişkilerini belirleyen budur. Sun’un romanın sonunda Yıldız’ı terk edip gitmesini de öyle.

O vakte kadar annesi yerine koyduğu ve hikaye boyunca “birleşmeye” çalıştığı Yıldız’a sonunda ihanet eder, Sun. Kendini ondan ayırması hiç kolay olmaz belki. Hangi kızın kendisini annesinden, rol modelinden, yaşamının en yakın ilişkisinden ayırması kolay olmuştur ki? “İçi yırtılır gibi parçalara ayrılıyor. Yıldızının kokusu bütün benliğini sil baştan kaplıyor.” Üstelik Yıldız da onu bırakmaya niyetli değil. “Gitme,” diyor ona, “yoksa yaralanırım.”

Ama Sun kendini Yıldız’dan ayırıyor. Yalan söylediğini itiraf ediyor sonunda. Annesi var onun. Hasta bir anneannesi var. Yetimhanede büyümedi. Bir havuz perisi değil o. Yıldız’la birlikte kurdukları dünyadan, bu iki kişilik delilikten uzaklaşıyor böylece. Bu deliliğin izlerini taşıyacağını biliyor. İncindiğinin, arızalandığının ve belki de hiç bir zaman iyileşmeyeceğinin farkında. Ancak dünyaya doğru gidebilmek için kendisini inciteni, sembolik annesini, geride bırakıp yürüyor. Büyüyebilmesi için onu geçersiz kılması gerek. Yine de hiçbir zaman unutmayacak. Sonsuza dek saklayacak bu yarayı.

Çünkü her annenin kızında açtığı yara bu. Kıymetli bir yara. Çünkü “bu, yıldız yaralanması.”


Maddenin Boşluğu

BirGün
16 Aralık 2012


Taksim civarlarında genellikle öğrencilerin gittiği sevimli bir kafe var. Ben de arada bir kağıt okumak ya da bir şeyler yazıp çizmek için uğruyorum. Geçen gün yine uzun uzun oturdum orada. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım bile. O sırada sokaktan insanlar gelip geçti. Güneş yükselip alçaldı. Kafenin içindeki ışık solar gibi oldu, renkler değişti.

Bir ara kağıtlardan başımı kaldırdığımda, yanımdaki masada yeni bir çift oturuyordu. Simsiyah giyinmiş asık suratlı bir oğlan ile, sarışın ufak tefek bir kız.

Az sonra o taraftan sesler yükselince, konuşmalarına kulak kabarttım. “Hiç Nietzsche okudun mu?” diye soruyordu oğlan. Fakat kız galiba pek ilgilenmiyordu. Bıkkın bir şekilde sağa sola baktı. O cevap vermeyince oğlan devam etti: “Peki sence, maddede boşluk var mı?” Konuşma iyice ilginç bir hal almıştı. Buraya nasıl geldiğini anlayamasam da, bundan sonra nereye gideceğini çok merak ediyordum. Ama kız hiç yardım etmiyordu. Göz ucuyla baktım: İlk kez görmüş gibi elini inceliyordu. Bunun üzerine oğlana döndüm. Maddenin sürekliliğine dair bir tirat bekliyordum ondan. Ya da en az bir iki paragraflık bir durum analizi.

Ancak oğlan ikisini de yapmadı. Onun yerine, masanın üzerinden uzandı, kızın elini tuttu ve şöyle dedi: “İşte sen benim içimdeki boşluğu dolduruyorsun, aşkım.”

Böyle zamanlarda ümitsizliğe kapılıyorum. Her şeyin hızla değiştiği bu dünyada, neden bazı şeyler inatla aynı kalıyor? Kendine çok derin biriymiş süsü vererek kadınları baştan çıkarmaya çalışan bu adamların üretildiği bir yer mi var? Her gün yeni modeller mi sürüyorlar piyasaya?

Bu adamları görünce aklıma hep Tutunamayanlar’daki Metin geliyor. Ucuz aşk romanları ve tangolarla kendinden geçen Metin. Bayat klişelerin, eprimiş duyguların Metin’i. Turgut Özben, her sözünün arkasında manalı sessizlikler bırakan bu adamı tek kelimeyle tahammül edilmez bulur. Onun bu çiğ romantizminin, sahte hüznünün altındaki bencilliği görür:

“Sıcak olduğu halde koyu lacivert elbisesini giymiş. Siyah elbisesi olsaydı onu giyerdi. Üzülme ölmezsin. Seksen yaşını bulursun bu ıstırapla sen Metin Bey. Karını bile gömersin de, üzüntüden bir daha evlenmiş bulursun kendini. Kendinden daha basit kadınlar bulursun evlenmek için, foyan meydana çıkmasın diye. ... Limonata-pasta-komparsita düğünü yaparak evlendin; bir önceki unutulmaz aşkının elemini bir sonraki kızın kollarında unuttun ve Allah kahretsin, belki de bu kelimelerle anlattın durumunu kıza evlenme teklif ederken.”

Yıldız Ecevit’in pek güzel anlattığı gibi, Metin Kutbay bayağılıkların, zevksizliklerin, yozlukların vücut bulmuş halidir. Sicim gibi kravatından tutun da altın şövalye yüzüğüne kadar bir çirkinlik abidesidir. Yaptığı zevzeklikler ise ayrıca sayfalar doldurur. Turgut’la geçirdiği uzun gecenin sonunda, birden ayağa fırlar Metin: “Ben,” dedi, bir an ayakta durdu, sonra bir şey hatırlamak istermiş gibi elini alnına götürdü. “Fakat aşk…” dedi. Ellerini havaya kaldırdı, dengesini kaybeder gibi oldu. “Bir dakika geliyorum” diyerek uzaklaştı.

Oğuz Atay’ın Metin’i sohbetin tam da bu noktasında helaya göndermesi tesadüf değildir. Bunu yaparak böyle adamların en fazla oraya layık olduklarını söyler gibidir.

Metinler ilk anda size de çekici gelebilir. Ama biraz dikkat ederseniz ezberden konuştuklarını görürsünüz. Bu adamlar ki, eninde sonunda “Fakat aşk…” diyecekler ve içlerindeki bunca kokmuş laf bağırsaklarını bozduğu için koşarak mekanı terk edeceklerdir.

 “Maddenin boşluğu” belki de sadece böyle bir şeydir.


Monday, December 10, 2012

Delilik

BirGün
9 Aralık 2012

Çocukluğumda bizim mahalleye ara sıra gelip giden bir deli vardı. Yaz akşamları kapı kapı dolaşır, popüler şarkılardan tutun da reklam müziklerine kadar aklına ne gelirse bağıra çağıra söylerdi.

Sesi berbattı aslında. Ama sevimli bir adamdı. Çocuklarla şakalaşır oynardı. Oğlanlara yoldan topladığı bilyeleri verirdi bazen. Tamamen zararsız göründüğü için kimse ilişmezdi ona. Hatta balkondan uzanıp bozuk para atarlardı. Arada bir kötü niyetli kişilerin para yerine düğme ya da gazoz kapağı attığı da olurdu gerçi. Bizimki hepsini aynı güler yüzle toplar, itinayla cebine yerleştirirdi.

Bir gün onu bakkalda alışveriş yaparken gördüm. Ekmek arası helva yaptırmış, parasını ödemeye çalışıyordu. Tezgaha bir avuç düğme bıraktı ve kendinden emin bir şekilde yürüyüp çıktı. Bakkal önce ne diyeceğini bilemedi. Peşinden koşsun mu karar veremedi. Dükkanın önünde oturan gençler, “Allahın delisi işte!” dediler. Bakkal da, “Hep bizi bulur!” diye söylendi biraz. Sonra da boş verdi gitti.

Geçen gün kantinde kahve alırken cüzdanımdan bozuk para yerine dalgınlıkla bir düğme çıkarıp kasaya uzatınca, kasadaki çocuk gülümsedi. Paltomun düğmesini utanç içinde cebime koydum. Böyle şeyleri arada bir yapıyorum.

Kahvemi alıp sınıfa doğru yürürken, birden mahallenin delisini hatırladım. Güneşten rengi iyice açılmış kumral saçları, yüzünü sildikten sonra cebine tıkıştırdığı mendili ve hatta ayağını yere vurup tempo tutarak söylediği reklam şarkısına kadar her şey bir bir canlandı: “Ekiz zeytin yağları/Ekiz zeytin yağları/Hem nefistir hem leziz/Ekiz zeytin yağları.”

Beni o adamdan farklı mıyım, dedim kendi kendime. Neticede ikimiz de düğme karşılığında bir şeyler almaya çalışmıştık. O zaman benim maceramı kabul edilebilir kılan neydi? Sonradan özür dileyip düğmeyi cebime koymuş olmam mı? Kantinci çocukla karşılıklı gülüşmemiz miydi yoksa? Peki, ya düğmeyi kabul edip bana kahve verseydi ne olacaktı? Her şey bir yana, düğmeyle kahve almanın aynı şeyi bir kağıt parçası uzatarak yapmaktan ne farkı vardı? Geçerliliği konusunda fikir birliğine vardığımız kimi toplumsal kabuller mi? Ya da bunların kurumsallaşmış olması mı?

Altın Defter’de Doris Lessing, bizi delilikten alıkoyanın sadece toplumsal hayata değil, varlığımıza dair de bir ön kabul olduğunu söyler. Ona göre akıl sağlığımız sadece, “ayağımızın altında halının kaba dokusunu hissetmenin, tenimizde güneşin sıcaklığını duymanın ve kemiklerin kaslarımızın altında kolayca hareket ettiğini bilmenin iyi bir şey olduğuna dair kanaatimize” bağlıdır.

Bunu söyleyerek, güzel olduğu kabul edilen bütün bu hislerin aksinin de mümkün olduğunu ve farklı bir algıda bunların hepsinin cehennem azabına dönüşebileceğini ima eder, Lessing. Varlığımıza dair en dolaysız tecrübemizi soruya açmış olur böylece.

Aklımızı kaybetsek de, insan olmanın akıldan ziyade duyularla ilgili olduğunu düşündüğümüz bu yanına hep sahip olacağımıza inanmak isteriz. Benliğimizin hazza dayalı olan kısmının deliliğin tehdidine açık olduğu hiç gelmez hatırımıza.

Güneşin herkesi aynı şekilde ısıttığını, çimenlerin hepimizin ayağını aynı şekilde gıdıkladığını, rüzgarın saçlarımızı hep aynı şekilde dağıttığını düşünürüz.

Oysa bütün bunların hiçbir garantisi yoktur. Güneşin bizi kavurmayacağından, çimenlerin birer yılan olup ayağımıza dolaşmayacağından emin olamayız. Bir gün rüzgarın kulağımıza delice sözler fısıldayıp fısıldamayacağından da.

Şimdilik güvendeyiz elbette. Ama ötesini kim bilebilir? Belki de sonrası kolayca aşılacak bir eşiktir. Ardından da varsa yoksa Ekiz Zeytin Yağları.



Monday, December 03, 2012

Açık ve Net

BirGün Gazetesi
2 Aralık 2012

-->

Berbere gitmeyi sevmiyorum. Çok sıkılıyorum orada. Beşiktaş’ta senelerdir gittiğim kuaför bir gün orta yaş krizine girip dükkanı devrettiğinden beri işler iyice sarpa sardı. Duyduğuma göre Oto Sanayi’de yedek parçacı açmış. Tek sıkılan ben değilmişim anlaşılan.

Eski kuaför sessiz sakin, düzgün bir adamdı. Altı ayda bir uğruyor olmamı anlayışla karşılardı. Yenisi ise benden hiç hoşlanmadı. Fön yok, boya yok, muhabbet yok. “Biraz kısaltabilir miyiz?” deyince suratıma hayretle baktı. Sanki, “70C bu duraktan mı geçiyor?” demişim. O kadar alakasız buldu beni. Sonra da makası bezgin bezgin kulağımda şaklatıp durdu.

İşte tam böyle bir anda, içeriye kuaför adabını hayranlıkla izlediğim bir kadın girdi. Tecrübesi, özgüveni, mekan kullanımı tek kelimeyle harika. Bir yıldız havasıyla yürüdü, ceketini birilerine uzattı. Manikürcü kızla öpüşür gibi yaptılar. Ardından kahvesini söyledi: “İçine şekerli kaşık bile girmesin. Açık ve net!” Kuaförle uzun uzun selamlaştılar. En nihayet yanımdaki koltuğa oturup saçlarını açtı ve alev rengi bukleleriyle sinirli sinirli oynamaya başladı.

Sonra birdenbire, “Bu sefer bitti,” dedi, “Açık ve net!” Hiçbir girizgah yapmaya gerek duymamıştı. Belli ki konuşmaya en son bıraktıkları yerden devam ediyorlardı. Bu kadın her gün geliyor olabilir miydi? Bakımlı tırnaklarına, incecik kaşlarına ve uzun kızıl saçlarına göz ucuyla baktım. Olabilirdi. Bir gözüm onda, diğeri de lafa dalıp beni kel bırakacağından korktuğum berberin makasında, anlatılanlara kulak verdim.

Hikaye klasikti. Adam aldırışsızdı, kadınla oynuyordu. Söz veriyor aramıyordu. Bizimki ise ona yemekler yapıyor bekliyordu. Ama işte olmuyordu falan filan. Fakat bu sefer artık hiç şüphe payı kalmamıştı. Her şey bitmişti. Bir daha onu aramayacaktı. Açıktı ve netti. Birileri saçlarını yıkamak üzere onu içeri götürene kadar bunu birkaç kez daha tekrar etti.

Bunun üzerine bu lafı ne kadar sık duyduğumu düşündüm. En son alarm satmak isteyen biri telefonda beni ikna etmeyi başaramayınca, bu alarmı alırsam evime asla hırsız girmeyeceğinin garantisini vermişti: “Açık ve net.”

Çok kuvvetli bir ifade bu. Bana hep Descartes’ı hatırlatıyor.

Aydınlanma Çağı’nın büyük düşünürü Descartes, doğuştan gelen ve doğruluğu şüphe götürmeyecek açık ve belirgin fikirlerin gerçek bilginin kaynağı olduğuna inanır. Yöntem Üzerine Konuşma’da, “Düşünüyorum, o halde varım” ifadesinin böyle “açık ve net” bir doğruya işaret ettiğini söyler: “…şüphecilerin en acayip varsayımlarının bile gücü yetmeyecek derecede sağlam ve emin olduğunu görerek bu doğruyu, aradığım felsefenin ilk ilkesi olarak kabul etmeye tereddütsüz karar verdim.”

Ancak bu coğrafyada tezahür ettiği durumlara bakılırsa, “açık ve net” ifadesi gündelik hayatımıza Aydınlanma cenahından değil, tam karşı köşeden girmiştir. Descartes’ın bir yöntem olarak benimsediği şüpheciliğin aksine, AKP iktidarının hiç bir şüpheye meydan vermeyen kararlılığının ifadesi haline gelen bu laf, Erdoğan’ın söyleminin mihenk taşlarından biridir. Fakat Başbakan’la beraber gündemimize girmişse de, bu ifade onunla sınırlı kalmamış, diğer partililerin diline de yerleşerek hızla yayılmış ve kısa sürede bir “siyasi mantra” haline gelmiştir.

Zamanla hakim söylem olarak muhalefeti de ele geçiren bu söz, bugün siyasetçilerin söylemine o derece sinmiştir ki, artık seçmenine seslenirken “açık ve net” konuştuğunun altını çizmeyen politikacı yok gibidir. Onun için gazeteleri açtığınızda, her gün en az birkaç kez sizi kendi fikirlerinin gerçekliğine sorgusuz sualsiz boyun eğmeye çağıran şahıslarla karşılaşırsınız.

Daha da fenası, bu tutum bir salgın hastalık gibi neredeyse bütün ülkeyi ele geçirmiştir. Artık ülkenin aydınlarından basın mensuplarına, patrondan zam istemeye hazırlanan memurundan tutun da para üstünü denkleştiremeyen taksi şoförüne kadar herkes aynı ifadeyi kullanmaktadır.

An itibarıyla, memlekette herkes gayet “açık ve net”tir. Kimse savunduklarının aksinin doğru olabileceğini düşünmemektedir.

Tarihinin en bulanık ve karmaşık dönemlerinden birini yaşayan ülkemizde, vatandaşlar sabah akşam sokakta, evde, sosyal medyada böyle bir “tartışmasız kesinlik” diliyle konuşmaktadır. Belli ki hiç kimsenin kafası karışık değildir. Kimsenin sorusu, tereddüdü, şüphesi yoktur.

Oysa sorusu olmayanın cevapları da olamaz. Olsa olsa ön kabulleri, şaşmaz doğruları, ilerlemeye açık olmayan tekrenkli bir dünyası olur.

Bana sorarsanız, memleketin resmi budur. Açık ve net!



Tuesday, November 20, 2012

“Ah Bartleby! Ah insanlık!”

-->
BirGün
18 Kasım 2012

Hermann Melville’in “Kâtip Bartleby” adlı hikâyesi, on dokuzuncu yüzyılın sonunda New York’taki bir hukuk bürosunun ofis işlerini yapan garip bir adamı anlatır. Temize çekilmesi ya da kopyalanması gereken resmi yazılar ve üst üste yığılan evraklar arasında sessizce oturan bir kâtiptir Bartleby.

Bu öyküde Melville, Wall Street’in yüzyılın başındaki karanlık atmosferini çok başarılı bir şekilde aktarır. Bartleby’nin erken kapitalizmin kurbanlarından biri olduğunu düşünürüz. Ancak bir Dickens karakteri değildir o. Kendisini bir kurban olarak görmemize izin vermeyecektir. Aksine etrafını saran bunaltıcı dünyaya iştirak etmemek konusunda inatçı bir kararlılık gösterecektir. Hikâye boyunca istemediği şeyleri bertaraf etmek için tekrar ettiği “Yapmamayı tercih ederim” lafı tam da bu kararlılığın ifadesidir.

Öykünün sonunda Melville, edebiyat tarihin sıradışı kahramanlarından biri olan Bartleby’nin geçmişine dair bir ipucu verir bize.
Bartleby, bir zamanlar Sahipsiz Mektuplar Dairesi’nde çalışmıştır. Kimsenin istemediği mektupları okumuş ve sonra imha edilmelerini sağlamıştır. Bu mektupların içinden çıkan ufak tefek özel eşyayı ayıklarken, nice insanlık hallerini görüp iç geçirmiştir belli ki.

Sahipsiz Mektuplar Dairesi karanlık bir yerdir. Böyle bir yerin varlığı bile, insanoğlunun çabalarının boşa gittiğini, aslında her şeyin anlamsız olduğunu anlatır gibidir. Artık hayatta olmayan insanların umutla güldükleri eski fotoğraflara bakarken kapıldığımız hissi hatırlatır bize. Zarfların içinden çıkan yüzükleri, kol düğmelerini takanlar, birbirlerine aşk dolu satırlar yollayanlar, pusulalar gönderenler nerededirler şimdi?

Sahipsiz Mektuplar Dairesi’ndeki mektuplar özlenen insanların eline geçmemiş, pusulalar yerine ulaşmamıştır. Bir mesaj varsa eğer o kaybolmuş, yolda yitip gitmiştir.

Melville’in öyküsünün tümü etkileyicidir. Ancak Bartleby ile ilgili bu son detay, yani Sahipsiz Mektuplar Dairesi’nde çalışan bu garip adamın öyküye damgasını vuran son görüntüsü, onun sahipsiz mektupların üzerine eğilmiş çelimsiz bedeni, anlatıcıyı olduğu gibi okuyucu da yerine mıhlar.

İnsanlığın hikâyesi bu mudur? Hayat, yerine ulaşmayan haberlerden ve netice alınamayan çabalardan mı ibarettir?

“Ah Bartleby! Ah insanlık!” diye bitirir Melville hikâyesini. Bu serzenişin içinde, o vakte kadar gündelik hayatın işleyişinden başka hiçbir şeyi önemsememiş olan anlatıcının insanlık durumuna dair tespiti vardır. Tek bir kişiyi bile kapıldığı girdaptan kurtarmaya gücü yetmemiş birinin, bütün bir insanlığın acıları karşısında eğilişi ve bunun getirdiği çaresizliği kabullenişi vardır.

Hâlâ devam eden açlık grevleri yüzünden, Bartleby’yi her zamankinden çok daha sık düşünür oldum. Grevcilerin sessiz direnişi ve geri adım atmamak konusundaki kararlılığı, insanı başka bir şey düşünmekten ya da yazmaktan alıkoyuyor. Ancak günler ilerledikçe endişe de artıyor. Biz dışarıdakiler açlık grevleriyle ilgili bütün çabalarımızın, içeridekilerin sesini duyurmak konusundaki teşebbüslerimizin boşa gittiğinden korkar oluyoruz. Bu ikincisi bana, Sahipsiz Mektuplar Dairesi’nin yaydığı umutsuzluğu hatırlatıyor. Mesajların yerini bulmadığını, çağrıların muhataplarına bir türlü ulaşmadığını düşünüyorum.

Gözümün önüne hep sahipsiz mektupların üzerine eğilmiş Bartleby’nin kambur gölgesi geliyor.

Açlık grevindekiler, Bartleby’nin durduğu yerden konuşuyorlar. Onlar da, bütün kurumları ve araçlarıyla üzerlerine gelen sisteme aynı cevabı veriyorlar: “Yapmamayı tercih ederim.”

Bu basit ama etkili yanıtın gücünü anlıyorum. Ama bazen dünyanın karanlığı üzerime çöküyor. Bütün bunların, insanlık durumuna, eşitsizliklere, adaletsizliklere, yanlışlıklara bir çözüm olup olamayacağını sorarken buluyorum kendimi. Bu yolda kim bilir daha ne kayıplar vereceğimizi düşünüp karamsarlığa kapılıyorum.

İşte o zaman, Melville’in öyküsünün anlatıcısı olan avukatın sesi kulaklarımda çınlıyor: “Ah Bartleby! Ah insanlık!”

Not. Bunun açlık grevleri için yazdığım son yazı olacağını ummuştum. Hakikaten de öyle oldu. Yazının basıldığı günün grevlerin sona erdiği açıklandı.

Monday, November 12, 2012

Kaldım!

BirGün
11 Kasım 2012

Arkadaşlarımdan birinin iki yaşında bir oğlu var. Ne zaman başı sıkışsa ya da üzerindeki dikkatin dağıldığını hissetse, koşup bir sandalyeye tırmanıyor ve kollarını açıp “Kaldım!” diyor. Annesi de gidip kucaklıyor onu.

Baktım ki, bunu bir oyun haline getirmişler. Bütün aile ama özellikle de anne bir kurtarma timi olarak faaliyet gösteriyor. Nerede olurlarsa olsunlar, hemen koşup oğlana sarılıyor ve onu sandalyeden indiriyorlar. Bu saatlerce devam ediyor. Ta ki bizimki yorulana ve bayılıp uyuyana kadar.

Ne kadar çılgınca bir şey, diye düşündüm önce. Çocuk büyütmenin kolay bir şey olmadığını biliyorum elbette. Ama yakınında çocuk olmayınca, insan bunun ne kadar yoğun efor gerektiren bir iş olduğunu unutabiliyor. Arkadaşım, gece boyunca oğlunu onlarca kez o sandalyenin üzerinden kurtardı. Numara yaptığını bilse de, bu oyunu sabırla oynadı. Her seferinde, gerçekten tutsak kalmış olsaydı yapacağı gibi sevgiyle kucakladı onu. Dikkat ettim, bir kere bile şikayet etmedi.

Bana inanılmaz görünen şey, belli ki onun gündelik hayatıydı.

Bu olay üzerine kendi ailemi düşündüm. Başımı her belaya soktuğumda, canım her sıkıldığında, ya da bazen sadece hayata karşı isteğimi yitirdiğimde İzmir’e gidişim geldi aklıma. Bütün öğrenciliğim, hatta yetişkin hayatımın büyük bir kısmı, böyle geçti. Hayatta ne zaman tökezlesem, soluğu annemle babamın yanında aldım.

Bazen anlattım onlara neler olup bittiğini. Ama çoğu kez neden geldiğimi bilmediler bile. Aslında neden basitti: onların varlığının sıcaklığında durmak için giderdim İzmir’e. Annemle babam beni her zaman kollarını açarak karşıladılar. Ne zaman düşecek gibi olsam tuttular. Tıpkı arkadaşımın oğlunu sandalyenin üzerinden kurtarırken yaptığı gibi.

O zaman bunun ne demek olduğunu anlamamıştım. Hep böyle olacakmış gibi geliyordu bana. Şimdi artık hayatımın yarısını devirmiş, hatta geri kalan yarısında da hatırı sayılır bir yol kat etmişken, bunun ne kadar büyük bir nimet olduğunu içim sızlayarak fark ediyorum.

Yardım istemeyecek olsanız bile, hiç sesinizi çıkarmasanız bile, hatta kendi başınıza aşağıya inmeyi tercih etseniz bile, bir tepede kaldığınızda sizi oradan kurtaracak ve bunu her zaman güler yüzle yapacak birilerinin olduğunu bilmekten daha güzel bir şey olabilir mi? Neyse ki, benim hayatımda hala böyle insanlar var.

Peki ya başkaları?

Bugün açlık grevlerinin 61. günü. Grevi sonlandırmak için hemen şimdi bir adım atılsa bile, grevcileri kalıcı hasarlara uğramadan kurtarmak mümkün olmayabilir. 

Okuduklarım bana şunu söylüyor: açlık grevinde 60'lı günlere gelindiyse, midenin ağır tahribata uğradığı, göz sinirlerinin harap olduğu, ciğerlerin bir daha aynı güçle havayı solumayacağı, bedenin asla aynı canlılığı gösteremeyeceği kadar geç kalınmış demektir.

Öyle çocuklar düşünün ki, bunlar gerçekten tutsak düşmüşler. Tek kişilik odalarda bir insan yakınlığından ve sesinden bile uzakta ölüme yatmışlar. Kendi bedenlerinden başka hiçbir şeyleri olmadığı için, tutup onu koymuşlar sandalyenin üzerine.

Öyle çocuklar düşünün ki, “Kaldım!” diyorlar bize, hepimize.

Çocuklarını kucaklayıp indirmek, hastalığın ölümün elinden çekip almak için bekleyen anneler babalar var. Mümkün olsa hemen kurtaracaklar onları. Belki her gün düşlerinde yapıyorlar bunu. Ama gerçek hayatta elleri kolları bağlı oturmak zorundalar.

Onların çaresizliği bile yetmeli dünyayı harekete geçirmeye.


Monday, November 05, 2012

Ele Geçirilen Şehir

BirGün
4 Kasım 2012

Julio Cortazar’ın “Ele Geçirilen Ev” (Casa Tomada) adlı hikayesi, yüzyılın ortalarında Buenos Aires yakınlarında büyük ve köhne bir evde geçer. Artık orta yaşlara gelmiş iki kardeşin yaşadığı bu evde hayat huzurlu bir şekilde devam etmektedir. Nişanlısını kaybettiği için sessizleşmiş ve içine kapanmış olan anlatıcı ile onun hiç evlenmemiş kız kardeşi, dışarıdaki dünyanın hoyratlığından kaçmış gibi görünürler. Ailelerinden kalan bu eski evde, gündelik rutinleri içinde yaşamaktadırlar.

Cortazar, onların bu sakin hayatını inandırıcı bir şekilde anlatır. Koltuğunda çayını yudumlayarak pul koleksiyonunu gözden geçiren anlatıcıyı ve onun yanı başında ördüğü kazakları söküp söküp yeniden ören kardeşini hemen gözümüzün önüne getirebiliriz. Ancak bir müddet sonra, Cortazar öykülerinde genellikle olduğu gibi, hikayenin huzurlu atmosferi dağılır. Çünkü bir gün çay koymak için mutfağa giden anlatıcı, evin arka tarafından,  kütüphaneden mi yoksa yemek odasından mı geldiğini seçemediği garip sesler duyar.

“Ses, sanki bir sandalyenin halıya devrilmesi ya da sesi kısılmış bir konuşmanın cızırtısı gibi boğuk ve belirsizdi. Aynı anda ya da bir saniye sonra, sesin bu iki odanın baktığı koridorun ucundan kapıya doğru yaklaştığını duydum. Çok geç olmadan kendimi kapının arkasına attım ve vücudumla destekleyerek bir itişte kapıyı kapattım. Neyse ki, anahtar bizim tarafımızdaydı ve daha fazla güvenlik için kapıda bir de sürgü vardı. Mutfağa gittim ve çayı ısıttım.”

Elinde çayla oturma odasına döndüğünde, “Arka tarafı ele geçirdiler,” diye fısıldar her zamanki gibi bir şeyler örmekte olan kardeşine. Irene bu habere şaşırmış görünmez: “O zaman bu tarafta yaşayacağız,” der ağabeyine.

Böylece evin ön kısmında yaşamaya başlarlar. Fakat bundan sonra öykünün yönü tamamen değişir. Kuşaklar boyu aynı ailenin yaşadığı bu gösterişli evin son sakinleri, gitgide kontrolü kaybeder. “Onlar” – yani ötekiler – evi yavaş yavaş ele geçirmektedir. Önce arka taraf, sonra mutfak, ardından yatak odaları. Birer birer bütün mekanları işgal eder ve kardeşleri oturma odasına sığınmaya mahkum ederler.

Öykünün sonunda, anlatıcı bize kendi yaşadıkları bölümün de ele geçirildiği söyler. “Onlar” bir anlık boşluklarından faydalanmış ve oturma odasını da alıvermişlerdir. Böylece, iki kardeş kendilerini sokakta bulurlar. Sahip oldukları her şey evde kalmıştır. Pul koleksiyonunu, örgü sepetini, Fransız edebiyatının nadide örneklerinden oluşan kitap koleksiyonunu, hepsini geride bırakmışlardır. Hiçbir şeyleri yoktur artık. En son sokakta birbirlerine yaslanmış ağlarken görürüz onları. İki öksüz çocuk gibi.

Geçenlerde bir arkadaşım, İstanbul’da hayatımızın bu Cortazar öyküsü tadında ilerlediğini söyledi. Neyi kastettiğini sormam gerekmedi. Uzun süredir ben de aynı şeyi düşünüyorum.

İstanbul’un yavaş yavaş parsellendiği, tanıdığımız bildiğimiz her sokağın değiştirilip dönüştürüldüğü, binaların ve kurumların sessizce ele geçirildiği bu kentte başka türlü hissetmemiz beklenebilir mi?

Hangi birinden bahsedeyim? Emek Sineması’ndan mı, Haydarpaşa ile ilgili planlardan mı, Radyo Evi’nin ele geçirilmesinden mi? Yoksa başta bölgede yaşayanlardan gelen tepkilere rağmen birkaç gün önce Taksim Projesi’ni gerçekleştirmek üzere Zambak Sokak’a sessizce vurulan kazmadan mı?

Sadece bu hafta içinde olanları yazsam bile galiba bu köşenin sınırlarını aşacağım. Ama, bardağı taşıran bir son damla var ki, onun sözünü etmeden bitirmek istemiyorum. Yakında Fatih Ormanı’nın tam ortasına 320.000 m2lik bir beton kütle yerleştirilecek. Bunun adı “Maslak 1453”. Bu projenin arkasında, her taşın altından çıkan Ağaoglu Holding var.

Proje gerçekleşirse, bu kentin dokusundan, kültüründen, yeşil alanlarından bir köşeyi daha kaybetmiş olacağız. İçinde yaşadığımız şehir yaşlı bir şehirdir. Onun küstahça talan edilmesine göz yummuş olacağız.

Cortazar, hikayesini kurarken “onlar”ın kimliğine dair bir şey söylemez bize. Ama İstanbul’dakilere dair bir fikrimiz var. Şehrimizi TOKİ’lerle, çirkin sitelerle, alışveriş merkezleriyle dolduranların kim olduğunu biliyoruz. “Kentsel Dönüşüm” adı altında semtleri mütenalaştırıp insanları evlerinden eden, tarihsel dokusuyla dünyanın en önemli kentlerinden biri olan İstanbul’un silüetini gökdelenlerle kirleten, devlete ait her eski binayı lüks otel haline getirmeye çalışan bu zihniyeti tanıyoruz.

“Onlar” şehrimizi yavaş yavaş ele geçiriyorlar. Aynı hikayedeki gibi. Arka tarafı çoktan aldılar. Yakında mutfağa dalacaklar. Oturma odasına girmeleri ise an meselesi.

Kabusumuz gerçek oluyor. Bilmem farkında mısınız? 

Not. Yeşilist'in bu konudaki imza kampanyası için:  http://www.yesilist.com/-stanbul-uyan-kabusun-gercek-oluyor--cms


Tuesday, October 30, 2012

Orta Yaş

BirGün
28 Ekim 2012

Üniversitedeki ilk öğrencilerim artık otuzlu yaşlara geldiler. Otuz yaşında olmak zordur. Bir ipi bırakıp bir başkasını tutmak gibidir bazen. Her zaman dengede duramaz insan.

Benim öğrencilerden bazıları da havada kalmış olsalar gerek ki, şu aralar göçmen kuşlar gibi etrafımda uçuşuyorlar. Biri geçen gün bana şöyle dedi: “Hocam, kendimi bir roman karakteri gibi hissediyorum.” “İyi ya!” diyecek oldum, susturdu beni. “Yok öyle değil,” diye atladı hemen. “Ben başarısız bir roman karakteriyim. Kitabın ortasına geldik, hâlâ bir numara yok.” Kendinden ne tür bir numara bekliyorsa artık, bir müddet sessizce oturdu. Sonra da fırlayıp gitti.

Aynı hafta içinde, kendine has karakteriyle beni hep gülümsetmiş olan bir başkası şunu söyledi: “Siz beni harika biri zannediyorsunuz ama öyle değilim. Sizi bile hayal kırıklığına uğrattım.” Bunun üzerine oturup bir güzel ağladı. Ağlayana hiç dayanamam. Hele sevdiğim biriyse. Dolayısıyla, ikinci kupleden sonra ben de ona eşlik ettim.

Bir diğeri de beni ziyaret etmek için okula kadar gelip, “Hepimiz öleceğiz!” dedi ve gözlerini açıp bana uzun uzun baktı. “Bir çay daha ister misin?” dedim ben de.

Gençliğin sona ermesi hüzünlüdür. Bu konuda benden beklenen kılavuzluğu yapabiliyor muyum, emin değilim. Üstelik kendi gençliğimle daha yeni yeni vedalaşabilmişken. Yine de her birini gönülden sevdiğim bu genç insanların bana anlatmaya çalıştıkları şeyi anladığımı düşünüyorum.

Gençken sınırsız olasılıklarla dolu bir dünyada yaşadığımıza inanırız. Gitmediğimiz bütün yollar hâlâ açık bir şekilde önümüzde durmaktadır. Hayat sürprizlerle doludur ve bizi beklemektedir. Ancak öyle bir gün gelir ki, bir şeylerin ortasında olduğumuzu hissederiz. Artık olayların başladığı yerde değilizdir. Sonsuz zamanımız yoktur. Seçmediğimiz olasılıkların silikleşip yok olduğunu, gitmediğimiz yolları bir daha asla yürüyemeyeceğimizi anlarız. Önümüzde daha önce farkına varmadığımız bir ufuk çizgisi belirir. Bunu düşündükçe irkiliriz.

Kendi sonluluğumuzla yüzleştiğimiz andır bu. Sonrası çorap söküğü gibi gelir. Dünyanın artık bize ait olmadığı hissine kapılırız. Okulda oturduğumuz sıraları başkaları doldurmuştur. Parklarda başkaları dolaşmaktadır sevgilileriyle. Bizim zamanımız geçmiş gibidir. Tanıdık yüzler birer birer yok olur. Başarılarımız, küçük kazanımlarımız önemsizleşir. Acaba bir şeylere geç mi kalmışızdır? Acaba bir şeyleri eksik mi yapmışızdır?

“Hiç Gitmediğim Yer: Kahramanın Yolculuğu” adlı kitabında Thomas Van Nortwick, Gılgamış’a olanın tam da bu olduğunu söyler. Efsaneye göre, Uruk Kralı Gılgamış yakın dostu ve kardeşi saydığı Enkidu’nun ölümüyle derinden sarsılır. Günlerce arkadaşının ölüsünün başında bekleyip onun kendisiyle konuşmasını bekler. Ancak Enkidu karanlığa karışmıştır, bir daha geri dönmeyecektir. Sayısız zaferler kazanmış, tanrılara kafa tutmuş ve o ana kadar sonsuz olduğunu düşündüğü gücünün tadını çıkarmış olan bu büyük kahraman, böylece “sınır”la tanışmış olur. Enkidu’yu geri getirmek mümkün değildir. Üstelik, ölüm denen bu felaket belli ki onun da başına gelecektir. Bunun üzerine, Gılgamış sahip olduğu her şeyi bir kenara bırakır, ölümsüzlüğün sırrını aramak üzere sonunu kestiremediği bir yolculuğa çıkar.

İşte bu yolculuğa orta yaş krizi diyoruz. Yani bir açıdan bakınca öyle.

Yolculuğun sonunda ölümsüzlük yoktur. O, bize verilmemiştir. Onun yerine teselli ödülü olarak elimize tutuşturulan şudur: Hayatın ortasına geldiğimizde, sınırlarımızı görmüş, neyi yapıp neyi yapamayacağımızı daha iyi anlar olmuşuzdur. Artık kim olduğumuza dair bir fikrimiz vardır. Yirmili yaşların sersemliği ve bulanıklığı dağılmış, görüş mesafesi artmıştır. Böylece yepyeni bir farkındalık kazanırız.

Nortwick bunun için şöyle diyor: “Artık neysek oyuzdur; ne yapabileceksek sadece onu yaparız. Kendimizi ya da başkalarını, eksik kalmış tanrılar gibi görmek yerine, kusurlu ama gerçek insanlar olarak algılarız.”

Bu kabulleniş, acı verici olsa bile, duygusal olgunluğa ulaşmak için gereklidir. Çünkü bunun gerçekleşmediği koşulda, kendimizi asla olduğumuz gibi bilemeyiz. Bundan sonra yürüyeceğimiz yolları seçemeyiz.

Halbuki bir şeyin ortasına geldiyseniz eğer, daha gidilecek yollar var demektir. Hâlâ bir takım olasılıklar durur önümüzde. Bunlardan seçip ayıklayıp hayatımızın geri kalanını ortaya çıkarmamız gerekir.

O zaman bu bilgiye kucak açmakta fayda vardır. Ölümsüzlükle boy ölçüşemez belki. Ama yine de işe yarayabilir.

Wednesday, October 24, 2012

Açlık Ustası

22 Ekim 2012
BirGün


“Açlık Ustası,” Franz Kafka’nın ölmeden önce yazdığı son hikâyelerden biridir. Viyana’da bir sanatoryumda, bütün vücudunu ele geçirmiş olan tüberkülozla mücadele ederken tamamlamıştır bu hikâyeyi.

Kafka’yı yatağında son düzeltmeleri yaparken hayal ediyorum. Sinsice ilerleyen hastalık artık son evresine girmiş ve yazarı neredeyse tümüyle tüketmiştir. Bir süredir yemek yiyemediği için yavaş yavaş erimekte, her gün biraz daha ölüme yaklaşmaktadır. Sesinin duyulacağına inancı yoktur. Duyulsa bile anlaşılacağına ihtimal vermez. Daha bir süre önce umutsuzluğa kapılmış ve sevgilisi Dora’dan bütün kitaplarını yakmasını istemiştir. Ancak yine de bu hikâyeyi düzeltip baskıya hazırlamaktan alamaz kendini.

Karakterleri gibi mükemmeliyetçi ve titizdir Kafka. Onlar gibi inatçıdır. Kolay vazgeçmez. Ölümün eşiğindeyken bile. 

“Açlık Ustası,” halkın gözü önünde kırk gün kırk gece kendini aç bırakan bir adamın hikayesidir. Onun sanatı budur. Kasaba meydanında bir kafesin içinde sessizce tutar orucunu. Çocuklar, yetişkinler, hatta yürümekte zorlanan yaşlılar bile gelip bu müthiş ustayı görmek isterler. Çoğu onun sabrına ve inadına hayret eder. Kimileri açlık ustasının gizlice bir şeyler yediğini düşünse de, hepsi bu gösteriyi merakla izler.

Ancak zamanla halkın ilgisi azalır. Gün gelir kimse açlık ustasının yüzüne bile bakmaz olur. Böylece, iyice gözden düşen bu adam, çeşitli hayvanların teşhir edildiği bir sirkte bulur kendisini. Fakat günler geçse de, kimse onun varlığını fark etmez. Herkesin derdi günü sirk hayvanlarını görmektir. Halkın ilgisi ve merakını çekmek bir yana, tamamen yalnız kaldığını anlayan açlık ustası yine de orucunu bırakmaz, sonuna kadar inatla devam eder. 
                                                                                                          
“Açlık Ustası,” bir çok farklı şekilde okunabilecek zengin metaforlarla dolu çarpıcı bir hikâyedir. Ben bu hikâyeyi daha çok, Kafka’nın okurlarına yazdığı bir son mektup gibi okumayı tercih ederim. Sesinin duyulmayacağından emin olsa da, seslenmeye devam eden birini hatırlatır bana bu metin. Fark edilmeyeceğini bilmesine rağmen gösterisine devam eden açlık ustasının da yazarın bir yansıması olduğunu düşünürüm.

Fakat bu sefer beni bu öyküye götüren şey, bir süredir cezaevlerinde devam eden açlık grevlerinin artık tehlikeli bir dönemece girmiş olması oldu. PKK ve KCK davalarının tutuklu ve hükümlülerinin 12 Eylül’de başlattığı süresiz açlık grevi, 58 cezaevinde 483 tutuklu ve hükümlü tarafından 38 gündür sürdürülüyor. Bu, Türkiye hapishanelerinde yaşanan ilk açlık grevi değil. Gazetelere göre, 1980 yılından bu tarafa cezaevlerinde 144 kişi açlık grevleri ve ölüm oruçları nedeni ile yaşamını yitirmiş. Eğer Kürt sorunun çözümünde yapıcı bir adım atılmaz ise, bu eylem de oraya doğru gidecek gibi görünüyor.

Ölüm orucuna yatanların, anadilde savunma ve eğitim hakkının tanınması gibi bir takım demokratik talepleri var. Ama en temelinde, özgürlük istiyorlar. Buna ulaşamazlarsa başka şeylerle oyalanamayacaklarını, özgür olmadıkları sürece ölümü yeğ tutacaklarını söylüyorlar bize. Aradıklarını bulamazlarsa, sonsuz bir inatla oruçlarına devam edecekler. Kamuoyunun ilgisizliğine rağmen, başka türlüsü artık mümkün olmadığı için açlık grevlerini sürdürecekler.

Kafka’nın “Açlık Ustası”na geri dönersek, öykünün sonuna doğru onu, herkesin önünden kayıtsızca yürüyüp geçtiği o demir kafeste yavaş yavaş yok olurken görürüz. Seyircinin ilgisini çekememiştir belki ama inatla orucuna devam etmiştir. Günün birinde sirkin çalışanları onu samanların altında neredeyse açlıktan eriyip bitmiş halde bulurlar.

“Neden oruç tutuyorsun?” diye sorarlar ona. “Çünkü başka türlüsü mümkün değil,” diye cevap verir, açlık ustası. “Peki, neden mümkün değil?” der bekçiler biraz da dangalakça. “Çünkü aradığım yiyeceği bulamadım,” diye fısıldar açlık ustası son nefesini verirken, “bulabilseydim eğer, inanın bana ben de sizin gibi sofraya atılır tıka basa doldururdum midemi.”

İçerdiği şiddeti ve olası sonuçlarını düşününce, açlık grevlerini onaylamak mümkün değil. Ancak, tutukluları ölüm orucuna götüren nedenleri görmezden gelemeyiz. Hayata sırtını dönmek kolay değildir. Fakat özgürce ve insanca yaşama hakkından mahrum edilen birinin, bunu yapmasına şaşırabilir miyiz? En temel gıdasından yoksun kalmış kişinin, onun dışındaki her şeyi reddetmeye hakkı yok mudur? Yokluğunu çektiği şeyi bulana kadar hiçbir şey yememeye karar vermiş olamaz mı?

Açlık ustasının yaptığı gibi. 

Tuesday, October 16, 2012

Sütsüz Kahve

14 Ekim 2012
BirGün

Üniversitede bir arkadaşım kızın birine sırılsıklam aşık olmuştu. Kendi sınıfından olmayan birine vurulanların yaşayacağı kırgınlıkla karışık hayranlığı taşıyordu ona karşı. Kızı arada bir kantinde görüyorduk. Uzun sarı saçlarını savurarak önümüzden geçiyor ve biz çaylarımızı bezgin bezgin yudumlarken, kasaya yaklaşıp kahvesini alıyordu. 

Çok alımlı, çok güzeldi gerçekten. Hayatta hiç yokluk çekmemiş olanların özgüveniyle yürüyordu. Kalçasına dayayarak taşıdığı kitapları, yarı inik gözkapaklarının altından kayıtsızca bakan gözleri ve o dönemde bir fetiş nesnesi sayılan şık süet montuyla kusursuz görünüyordu. O, kahvesi elinde salınarak çıkıp giderken biz arkasından bakakalıyorduk. 

“Sütsüz içiyor,” diyordu arkadaşım içini çekerek. “Bu kızlar böyledir. Sade kahve içerler.”

Sonra oturup “bu kızlar”a dair konuşuyorduk. Arkadaşımın bu konuda bir teorisi vardı. Kimi insanlar o kadar tamdılar ki, hiçbir şeyin eksikliği onları etkilemiyordu. Daha baştan tam yaratılmıştı onlar. Doğru yere doğmuşlardı. Bir de hayata bir şeyin eksikliği ile adım atmış olanlar vardı – bu noktada “yani bizim gibi,” deyip bana manalı manalı bakıyordu – işte onları bütünlemek asla mümkün olmuyordu. Kendilerini ne kadar tamamlamaya çalışırlarsa çalışsınlar, her zaman biraz eksik, biraz güdük kalıyorlardı. Onun için bizim bu kızın “sade kahve”li varoluşuna ulaşmamız olanaksızdı. O kız tanım olarak “tamam” olduğu için, asla bir şeyin yoksunluğunu duymayacaktı. Biz ise ne zaman sade kahve içsek, onun “sütsüz” olduğunu düşünerek kendimizi bu eksiklik üzerinden tanımlayacaktık. Asla gerçek bir “sade kahve insanı” olamayacak, her zaman gizli gizli sütlü kahvenin daha iyi olabileceğini düşünecektik. 

Her şey çok basitti. Aradaki fark buydu. “Bu kızlar” tam da bu nedenle ulaşılmazdı.

Seneler sonra, Zizek’in kitabı “Less Than Nothing: Hegel and the Shadow of Dialectical Materialism” (Hiçten de Az: Hegel ve Diyalektik Materyalizmin Gölgesi) elime geçtiğinde, yukarıda anlattığım hikayeyi yeniden hatırladım. Acı bir gülümsemeyle hem de. Çünkü Zizek’in bu kitapta değindiği diyalektik tanımı, arkadaşımın varlığımızı “eksiklikler” üzerinden anlatma gayreti ile birebir örtüşüyordu. Hem de verdiği örneğe kadar. 

Zizek bu kitapta olumlayan bir şey olarak düşünülmesi gereken “yokluk” kavramı üzerinde duruyor. Hegel’in diyalektik anlayışının bu kavrama dayalı olduğunu anlatırken de, Lubitsch’in Ninotchka adlı filmindeki bir sahneye gönderme yapıyor. 

Ninotchka’nın bir yerinde, filmin kahramanı kafeteryaya girer ve şöyle der: “Kahve istiyorum. Kremasız olsun, lütfen!” Garson da öteden seslenir: “Kusura bakmayın! Kremamız kalmadı. Sütsüz olsa olur mu?”

Bu basit şakanın altında önemli bir gerçek vardır, der Zizek. Bu adam her iki koşulda da kahvesini sade içecektir. Ancak, kahveyi neyin eksikliğinin tanımladığı önemlidir. Biri kremanın yokluğu üzerinden tanımlanmışken, öteki sütün eksikliği ile belirlenmiştir. Ve bu ikisi asla aynı şey değildir. Çünkü farklı yoklukların izini taşırlar. 

Yukarıdaki örnek, yokluğun varlığı tanımlıyor olduğunu anlatması açısından ilginçtir. Zizek haklıdır. Diyalektik süreci anlamanın yolu olumsuzluğun bu süreçteki rolünü kavramaktan geçer. Kişi kendini tanımlayan yoksunluk/eksiklik üzerinden büyür, dönüşür ve şekillenir. Hiçbir eksiği olmayan -ya da bunun olmadığı hissiyle yaşayan- şahıs ise olsa olsa kerameti kendinden menkul biri olarak hep aynı yanılsamanın içinde kalacaktır. 

Arkadaşımın anısını tazelemek adına, “bu kızlar” hikâyesine geri dönersek, onların hayatta pek de bir yol kat etmediklerini söyleyebiliriz. Muhtemelen hala bir kafeteryanın köşesinde, bir ellerinde sade kahve, öbür ellerinde kalçalarına yasladıkları birer laptop salınıp durmaktadırlar. Elbette hala alımlı, hala güzeldirler. Hayat dokunmaz böylelerine. Her türlü yoksunluğun varlığından habersiz, bu bilginin yaratacağı bütün gerilimlerden uzak ve yine onun sağlayacağı bütün gelişmelerden muaf yaşayıp giderler.

Arkadaşım maalesef artık hayatta değil. Mümkün olsaydı, ona Zizek’in kitabını hediye ederdim. Bir de elbette şunu sormak isterdim:

Sütün eksikliğini hiç duymamış birinin, sade kahve içmesinin bir kıymeti olabilir mi?

Monday, October 08, 2012

Çehov'un Silahı

BirGün
7 Ekim 2012

Tiyatroda dramatik kurgunun esası olan basit bir ilke vardır: eğer oyunun ilk perdesinde bir silah gösterirseniz, o silahı bir sonraki perdede ateşlemeniz beklenir.

Bunun iki pratik faydası vardır. Birincisi, oyunun ilerleyen aşamalarından birinde silahı patlattığınızda, seyirciyi buna çoktan hazırlamış olursunuz. Seyirci ne de olsa silahı daha evvel görmüş, böyle bir şeyin olabileceğini hissetmiştir. İkincisi ise, yazarın mahareti ile ilgilidir. İyi bir yazar, daha sonra kullanmayacağı bir detayı oyunun içine yerleştirmez, anlamı gereksiz yere çoğaltıp kalabalıklaştırmaz. Bunun yerine, oyunun atmosferini kuvvetlendirecek ya da nihayetine işaret edecek ayrıntıları tercih eder.

Bu prensip ilk kez Rus oyun yazarı Anton Çehov tarafından dile getirildiği için, “Çehov’un Silahı” adıyla anılır.

Bu hafta Suriye ile yaşanan gerginliğin ertesinde, geçtiğimiz perşembe günü, TSK'nın yabancı ülkelere gönderilmesi ve görevlendirilmesine dair hükümete bir yıl süreyle yetki verilmesini öngören tezkere, TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildi.

Bunun üzerine Çehov’un silahını bir kez daha hatırladım.

Çünkü bu tezkerenin meclisten geçmesiyle beraber, Türkiye’nin Suriye ile bir savaşa girme olasılığı da ilk kez bu kadar açıkça dile getirildi. Başbakanlığın sunduğu bu tezkerede, Suriye'de devam eden gerginliğin Türkiye’nin ulusal güvenliğini olumsuz yönde etkilediği ifade ediliyor ve topraklarımıza yönelik saldırgan eylemlerin artmasına karşı tepkisiz kalınamayacağından söz ediliyordu.

AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik ve diğer partililer her ne kadar bunun bir savaş tezkeresi olmadığını söyleseler de, bu cuma Başbakan’ın “Savaştan uzak değiliz” açıklamasıyla böyle bir felaketin olasılığı ile gerçekten baş başa kaldığımızı fark ettik.

Şu ana kadar yapılan açıklamalardan öyle anlaşılıyor ki, Başbakan ve AKP’liler, bu oyunun ilk perdesinde silah göstermek konusunda kararlılar. Ortadoğu’da işlerin bu kadar sarpa sardığı, ortalığın iyice ısındığı bir zamanda tansiyonu daha da yükseltecek bu hareket ne derece mantıklıdır bilmiyoruz.

Gerçi mantık, AKP hükümetinin kuvvetli tarafı olmadı hiçbir zaman. Şu ana kadar, yanlış analojiden tutun da (“içkiyi içen, gazı kullanan ödesin”), hatalı nedenselliğe (“Behzat Ç. evlilik dışı ilişkiye özendiriyor”), ya da döngüsel açıklamalara (AKP iyidir çünkü halkın partisidir ve halk iyidir çünkü AKP’yi destekliyor) kadar her çeşit mantık hatası yapıldı.

Bunca yanlış çıkarımdan sonra, bizi bir de totoloji bekliyormuş meğer. Başbakan, savaş olasılığını değerlendirmesini isteyen gazetecilere, ülke içinde ve dışında barış talebini dile getirenleri de dikkate alarak şu cevabı vermiş: “Birileri bize, ‘Yurtta sulh cihanda sulh,’ diyor. ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ sulhun egemen olduğu yerde olur. Bizim can damarımıza bastıkları yerde sulhu konuşamayız."

Yani sulhun olduğu yerde sulh olur, olmadığı yerde savaş olur diyor. Güzel. Ama söz, hiç gereği yokken yinelenip, herhangi bir ek bilgi içermeyen şekilde tekrar kullanılmasaydı keşke. Yani barış barıştır, savaş da savaş demenin kime nasıl bir faydası olabilir? Bunu anlamak mümkün değil. Başbakan genellikle yaptığı gibi, hiç tartışmaya açık olmayan ama hiç de yeni bir şey söylemeyen bir söylemle çıkıyor karşımıza.

Üstelik herkes bilir ki, barış zamanı barışı savunmaktan daha kolay bir şey yoktur. Mesele, savaşın bir olasılık haline geldiği bir durumda hala barışçıl çözümler aramak ve sorunları bu yolla çözmeye çalışmaktadır.

Görünen o ki hükümet, belki de hiç ateşlemeyeceği bir silahı oyunun daha ilk perdesinden sahnenin en görünür yerine koyarak, kısa yoldan itibar kazanmak peşinde.

Ama ya silah patlamazsa ne olacak? O itibarı yitirmeyecek mi?

Daha da kötüsü, sırf sahneye yerleştirdi ve artık geri alması mümkün değil diye silahı ateşlemek zorunda kalırsa? Ya o zaman ne olacak?