Thursday, April 02, 2015

DÖNÜŞÜM


BirGün Pazar
22 Mart 2015




Bu sayfayı takip edenler, hemen her zaman aynı kahvede oturduğumu biliyorlar. BirGün Pazar için yazdığım yazıların çoğu bu kahveden çıkıyor. Hatta hikayeler bu kahvede geçiyor.

“Hey Jude” çalarken şarkıya kaptırıp “Nah na naaaa nanana naaaa!” diye bağıranlar buradaydı mesela. “İyi notlar, küçük kardeşler ve ayak parmakları” yazısının kahramanı küçük Melis de bu kahvenin müdavimlerinden biriydi. Hatta karşısındaki ufak tefek sarışının gözlerini yakalamaya çalışarak “Peki sence, maddede boşluk var mı?” diye soran oğlan da pencere önündeki masalardan birinde oturuyordu.

Başka bir yazıda söylemiştim, bu kahveyi Calamity Jane dobralığı ile Adile Naşit anaçlığı arasında gidip gelen çok tatlı bir kadın işletiyor. Kahvenin çalışanları da müşterileri de genellikle öğrencilerden oluşuyor. Eski çay bahçeleri ile yarışamaz belki. Açık hava alanı yok çünkü. Ama kendine göre bir cazibesi var. Arka plandaki çatal bıçak takırtısı, insan sesi ve müzikten oluşan karışım tam olması gerektiği gibi. Ne dikkati dağıtacak kadar yüksek, ne de insana kendini yalnız hissettirecek kadar cılız. Üstelik kahvesi lezzetli, çayı demli, hatta ev yemeği bile var. Bu haliyle Beyoğlu’nun göbeğinde gerçek bir vaha sayılır.

Bir de burada başınıza çok acayip şeyler gelebiliyor. Mesela yemeğinizi tabağınızda bırakırsanız, o yemeği yapan hanım üzülebiliyor. Mecburen oturup hepsini yiyorsunuz. Bir başkası, kahvaltı ısmarladığınızda “Peynir yalnız kalmasın diye yanına biraz portakal reçeli de koydum,” diyebiliyor. Kuru kuru iki çay içip kalkan bir öğrencinin cebine fırından yeni çıkmış poğaçadan tıkıştırdıklarını görüyorsunuz. “Okula gidiyor, aç kalmasın. Belki parası yoktur,” diyor Adile Naşit. Ona hak veriyorsunuz. Belki yoktur hakikaten. Hastaysanız ıhlamur yapıyorlar, elinizde ağır bir şey varsa “Bununla dolaşmayın, sonra gelip alırsınız” diyorlar, portakal reçelini sevdiyseniz küçük bir kavanoza koyup yanınıza veriyorlar. Hatta tuvalete diye kalkıp geri döndüğünüzde masanızda iki tane mandalina bulabiliyorsunuz. “Yahu yapmayın!” diyecek oluyorsunuz. “Çalışıyorsun, hocam! Vitamin lazım!” diye cevap geliyor.

Geçen hafta öğrendim ki işte bu kahveyi kapatacaklar, bu kadınları buradan çıkaracaklarmış. Bir sabah geldiğimde bunun gerçekleşmemesi için imza topluyorlar ve herkese bir bir dertlerini anlatıyorlardı. O kadar afalladım ki, önce duyduğum şeyi anlayamadım. Sonra elime tutuşturdukları broşürü okumaya başladım.

Beyoğlu Kent Savunması Esnaf Komisyonu tarafından hazırlanan bu broşürde, Beyoğlu’nda önümüzdeki ay içinde birçok dükkanın kapanacağı, bunların arasında bu bölgenin sembolü haline gelen tarihi birtakım mekanların da bulunduğu yazıyordu.  Beyoğlu Kent Savunması, “6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 347. maddesinde yer alan "10 yılını dolduran kiracının tahliye edilebileceği" maddesi ile 6306 sayılı afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi hakkında kanunların gerekçe gösterilerek tahliye edilmesine” tepki olarak bir inisiyatif başlatmış ve bölgedeki küçük esnafın planlı bir şekilde yok edilmesine karşı mücadeleye girişmişti.

Beyoğlu Kent Savunması Esnaf Komisyonu, geçtiğimiz Perşembe günü bu meseleyi duyurabilmek amacıyla bir basın toplantısı düzenledi. Bu toplantıda Mücella Yapıcı uzun süredir varlığından haberdar olduğumuz ama boyutlarını hiçbir zaman tam olarak kestiremediğimiz kentsel dönüşüm projesinden söz etti. Bu proje sadece Beyoğlu'nda değil, Beşiktaş, Kadıköy ve Şişli'de de uygulanmaktaydı. Amaç insanları bir an önce yerlerinden etmek ve bu mekanları daha çok rant getirecek şekilde düzenlemekti. Yasalar bu dönüşümü hızlandırmak üzere kasten getirilmişlerdi.

Beyoğlu Kent Savunması Esnaf Komisyonu adına konuşan Onur Taş’ın anlattıkları da dikkat çekiciydi. Taş, bu yasalarla birlikte Beyoğlu’nun tarihi dokusunu ve kültürel çeşitliliğini kaybetmek tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu hatırlattıktan sonra, şunları söylemişti:

“Beyoğu esnafı olarak, bir hanın butik otel yapılmak üzere satıldığını, yükselen kirayı ödeyemediği için bir berberin kapatıldığını görüyoruz, farkındayız. Beyoğlu, gözü dönmüş sermaye sahiplerinin bir parça kapabildiği için üşüştüğü büyük bir pasta. Her gün zincir mağazalara bir halka eklenirken, sinema, bar ve kafeleriyle Beyoğlu'nu Beyoğlu yapan esnafın yerini yurdunu terk etmesi isteniyor. Bu bir sürgün, kabul etmiyoruz. Beyoğlu'nun çeşitliliği yok olmadan, herkese açık kamusal alan olarak savunmaya hazırız. Çünkü artık son noktadayız.”

Siz de son noktaya geldiğinizi hissetmiyor musunuz? Berbere gittiğinizde, her yeri kapı duvar buldunuz. En sevdiğiniz kitapçı çoktan kepeklerini kapattı. Her zaman gidip dolaştığınız handaki küçük dükkanlar da öyle. Hani girişten ucuza şapka, eldiven, kaşkol falan alıyordunuz ya? Orası da yok artık. Beşiktaş’taki kasabınız başka bir yere taşınmak zorunda kaldı. Kaymakçıyı yerinden ettiler, ağlayarak gitti. Baharatçı, saatçi, peynirci... Hepsi birer birer kapandılar.

Bunların hepsi bitti gitti. Şimdi benim kahveme göz diktiler.

Ama burası bana insan olduğumu hatırlatan son birkaç yerden biri. Kimsenin kapıları yüzüme bırakmadığı, omuz atıp önüme geçmeye çalışmadığı, yemeğimi önüme fırlatır gibi koymadığı tek mekan. Burada bildiğim bir havayı soluyor, her gün gördüğüm tanıdık yüzlerin arasında oturuyorum. Bu kahve benim İstanbul ile kurduğum bağın son düğümlerinden biri. Yoksa bu şehirde artık kim olduğumu bilmiyorum.

Bu da giderse kentin dönüşümü benim için tamamlanacak. Çünkü artık ben de kendim olmaktan çıkacağım. Bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığımda, kendimi yatağımda dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulacağım.


Canım benim...


BirGün Pazar
15 Mart 2015



Her zaman gittiğim kahvede yine kağıt okumaya çalışıyorum. Sabahın erken saatleri olduğu için kahve bomboş. Üzerime baharın ilk güneşi vuruyor. Sessizliğin tadını çıkarıyorum.

Biraz sonra yanımdaki masaya genç bir kadın oturuyor. Üzerinde rahat bir kıyafet var. Belki de spordan geliyordur diyorum kendi kendime. Kahvenin sahibini tanıyor olmalı. Herkesle selamlaşıyor. Tatlı tatlı hal hatır soruyor. Sonra siparişini verip masasına geri dönüyor. Sipariş verirken hep rica ediyor, teşekkür ediyor, zahmet verdiği için özür diliyor. Pek kibar biri olduğunu düşünüyorum.

Masaya oturduktan sonra telefonunu çıkarıyor ve numaraları çevirmeye başlıyor. İlk numara bir arkadaşının olmalı. “Canım benim,” diyor ona, “Nasılsın, canım benim?” Arkadaşı başka bir şehirde. Uzun süredir görüşmemişler. Hatta bir zamandır telefonlaşmamışlar belli ki. Hal hatır kısmı geçtikten sonra ortak bir tanıdıklarına dair uzun uzun konuşuyorlar.

Benim dikkatim çoktan dağıldı. Kahvede başka kimse olmadığı için ortalık tamamen sessiz. O saatte daha müziği bile açmamışlar. Bu kadın da gelip hemen yanıma oturdu. Bütün konuşmayı duyuyorum. Duymak da ne kelime! Sesler kafamda patlıyor. Çaresiz bir şekilde sağıma soluma bakıyorum. Yapacak bir şey yok. Eninde sonunda bir telefon diye kendimi teselli ediyorum. Bir ara bitecek nasıl olsa!

Hakikaten kadın biraz sonra telefonu kapatıyor. Ama o da ne? Hemen yeni bir numara çeviriyor. Bir başka arkadaşını aradı. “Canım benim,” diyor ona. “Biraz önce bilmemkim ile konuştum. Anlattıklarını duysan inanamazsın!” Bu sefer bir önceki telefon konuşması üzerine bir konuşma başlıyor. Kız daha önce benim de duyduğum hikayeyi bir bir yeniden anlatıyor. Bu arada çayı geliyor. Garsona teşekkür üzerine teşekkür ediyor. Ona da “Canım benim!” diyor. Karşılıklı gülüşüyorlar.

Ben hafiften tırnaklarımı kemirmeye başlıyorum. Önümdeki kağıtta yazanlara bir daha bakıyorum. Ama okuduğumu anlamıyorum. Sözcükler görüyorum sadece: “süreç,” “distopya,” “gelecek,” “kurgu”...

Karar verdim. Beklemeye devam edeceğim. Bir insan sabahın bu saatinde kaç konuşma yapabilir?

Biraz sonra bu sorunun cevabını öğreneceğim. Bu genç kadın, kimi uzun kimi kısa tam yedi (sayıyla 7) telefon konuşması yapıyor. Aradığı herkese (arkadaşları, temizlikçi kadın, komşusu ve sevgilisi) tatlı tatlı hal hatır soruyor. Hepsine bir diğerinden duyduğu şeyleri anlatıyor, haberler veriyor. Hatta galiba temizlikçiye yeni bir iş bile buluyor. En son telefonda sevgilisiyle konuşurken sesi biraz daha yüksek perdeden çıkıyor. “Canım benim,” diyor ona da, “Sabah telefonlarımı etmek için evden çıkıyorum biliyorsun. Evde konuşursam, kedi rahat vermiyor. Ne zaman telefonu elime alsam, hop diye üzerime atlıyor.”

Kediyi anlıyorum. Aslında ben de aynı şeyi yapmak istiyorum. Galiba kadın da bunun farkında.  Bana bakıp sesini biraz kısıyor, “Kusura bakma, rahat konuşamıyorum,” diyor sevgilisine, “Burası bugün biraz sessiz de.”

Garson gelip çayımı tazeliyor. “İyi misiniz?” diyor fincanı bırakırken. Ufaktan inlemeye başlamışım. O sorunca fark ediyorum. “İyiyim, sorun yok,” diyorum. Sesim biraz tiz çıkıyor.

“Canım benim” biraz sonra kalkıyor. Aslında daha otururdu ama muhtemelen benim inlemelerime dayanamadı. Giderken herkese tek tek veda ediyor. İyi günler diliyor, yakında görüşeceklerinin sözünü veriyor, hatta kahvenin sahibi ile kucaklaşıp öyle ayrılıyor. Bana da uzaktan bir gülücük fırlatıyor. Biraz özür diler gibi.

O kadar “şeker” biri ki, ona kızamıyorlar. Ben bile neredeyse düşündüklerimden dolayı suçluluk duyacağım. O kadar da kötü biri değildi, diyorum. Sadece konuşmaya ihtiyacı vardı. Bir yandan da, bütün bunlarda çok tanıdık bir şey olduğunu hissediyorum. Bana bir yerden aşina geliyor. Ama bir türlü çıkaramıyorum. Bir süre yerimde huzursuz bir şekilde kıpırdanıp duruyorum.

Sonra birden her şey çözülüyor. Anlıyorum ki, bir kez daha hayat edebiyatı taklit ediyor. İşte yine karşıma çok iyi bildiğim bir karakteri çıkardı ve benim ruhum bile duymadı. “Yazıklar olsun sana,” diyorum kendi kendime. “40 yıllık Olenka’yı tanımadın!”

Anton Çehov’un 1899’da yayımlanmış “Tatlım” adlı öyküsünün kahramanı Olga Semyonovna, ya da öyküde sıkça geçen ismiyle Olenka, edebiyatta karşılaşacağınız en iyi yürekli karakterlerden biridir. Yardım severdir, kibar ve sevimlidir. Karşılaştığı herkeste şefkatle karışık sevecenlik uyandırır. Rusçada “tatlım, canım cicim,” anlamına gelen “Duşeçka” lafını çok sık kullandığı için, ona da öyle derler. “Merhabalar Olga Semyonovna! Nasılsınız tatlım?” diye selamlarlar onu. Olenka da “Ah canım,” der onlara, “Biliyor musunuz ki, tiyatro dünyanın en zor işi!” Sonra oturup bir gezici kumpanyanın sahibi olan kocasının söylediklerini kelimesi kelimesine tekrar eder: Hayatta en önemli şey tiyatrodur ama kimse gerçek sanattan anlamamaktadır. Halbuki kısa bir süre sonra kocasını kaybedip başka bir adamla evlendiğinde, bunun tam tersini söyleyecektir Olenka. Çünkü yeni kocası Pustovalov dindar bir kerestecidir ve her türlü eğlenceyi bir tür hafiflik olarak görür. Böylece, Olenka artık tiyatronun lafını etmez olur. Onun yeni sohbet konusu kereste alım satımı, odun fiyatları, depolama ücreti falan filandır. Yani bu sefer de Putovalov’un hikayelerini anlatmaya başlamıştır.

Bundan sonrası acıklı bir hikayedir aslında. Etrafındaki kişiler azaldıkça, Olenka kendi ruhunun ıssızlığı ile baş başa kalır. Çarşıya pazara çıktığında konuşacak bir şey bulamaz olur. Çünkü aslında konuşacak bir şeyi yoktur. Yavaş yavaş anlar ki, hiçbir zaman kendine ait düşünceleri olmamıştır. Bunca zaman etrafındakilerin söylediği şeyleri tekrar ederek yaşamıştır. Bunu anladığı ölçüde acılaşır ve sessizleşir. Belli ki Çehov’un fark etmemizi istediği şey de budur: Yaşamını başka insanların hikayeleri üzerine kuran kadınlar bir gün hikayesiz kalırlar. Yaşlandıkça yalnızlaşırlar. Hayatlarının sonunda “pelin otunun acılığı” gibi bir tat kalır ağızlarında. 

Tolstoy bu öykü üzerine yazdığı bir denemede, Çehov’un Rus toplumundaki geleneksel kadınlık rollerine dair bir eleştiriyi dile getirmek isterken, elinde olmadan çok sevilesi bir karakter yarattığı söyler. Ona göre, sevimliliği ve kibarlığı ile Olenka herkesin kalbini çalacak ve nesiller boyu okuyucular tarafından iyi hislerle hatırlanacaktır.

Tolstoy haklı mıdır bilmem. Ama bütün bunları düşünürken, biraz önce hissettiğim kızgınlık buharlaşıp yok oldu. Anladım ki, “canım benim” de bir gün Olenka gibi yaşlanacaktır. Belki o da bir gün pencerenin önünde oturacak ve kendine ait bir hikayesi olup olmadığını soracaktır.

Hepimizin bazen sorduğumuz gibi.